KARIŞIK

1 Şubat 2016 Pazartesi

Memo Özdemir Türbesi







Kaşanlı mahallesinde bulunan Memo Özdemir Türbesine girdi.
Yöre insanının büyük rağbet gösterdiği Türbe her yıl yüzlerce misafiri ağırlıyor.Türbeye akın eden insanlar burada Adaklarını kesip gerekirse pişirip ikram ediyor,gerekirse de dağıtıyor.
Halk nezdinde saygın bir yere sahip olan Memo Özdemir'in her söylediğinin çıktığına inanılıyor.Memo Özdemir'in vefat ederken de Asker selamı vererek ruhunu teslim ettiği belirtiliyor.

Rize Evliyaları

Rize Evliyaları
Hasan Dede
Hasan Usta diye de bilinir. Zamânında güzel ahlâkı, örnek hareketleri ve kerâmetleriyle
 tanınan Hasan Dede'nin türbesi Rize Ardeşen'de Seslikaya köyündedir. Türbesi,
vasiyeti üzerine vefâtından yedi yıl sonra cesedinin bozulmamış olduğu görüldükten sonra
yapılmıştır.

 Yöre halkı tarafından sık sık ziyâret edilen Hasan Dede 1845 yılında vefât etmiştir.
Türbesinin önündeki kiremitli kabir de yine kendisi gibi kerâmet ehli bir velî olan oğlu
Süleyman Dede'ye aittir.

Köprü


1840'lı yıllar, ebediyete intikale bir kaç sene vardır. Seslikaya Köyü... Osmanlı askerleri köyden
geçmektedir, askerin ve mühimmatın köyün dibindeki dereden geçebilmesi için mevcut
 köprü yeterli olmamaktadır. Askerlerin  başındaki yüzbaşı gövdece iri, boyca uzun
büyük ağaçlardan birkaç tane kestirir. Kestirir kestirmesinede ağaçları yerinden oynatmak
ne mümkün, onları seyreden köylüde yardım ettiysede fayda etmez.

Zaman geçmektedir, komutan darlanır, bağırıp çağırmaya başlar... Darlandıkça kalpde kırar.
Köylüde bu halden üzüntü duyar. O sırada bir başka köye ziyarete giden Hasan Dede'de
 köye gelmiş, uzaktan asker ve köylüleri görerek yanlarına varır. Selam vererek:

- Hele bir nefeslenin, bir de ben yoklayyayım der, köylünün saygı dolu bakışları, onu
tanımayan komutan ve askerlerin alaycı bakışları altında koca koca ağaç kütüklerini
tuttuğu gibi birer birer  hiç zorlanmadan derenin ebir tarafına uzatır.
Köprü hazırdır....

Bir Damla Yağmur
Yıl 1845. Hasan Dede, dünyasını değiştirmiştir. Mezarını kendi halinde, kimsenin işine
karışmayan, bildiği ile amel eden, saf temiz bir köylüsü kazmaktadır. Köylü mezarın
içinde kazmaya devam ederken, Rize'nin o meşhur yağmuru başlamış, her tarafı sel
alıp götürmektedir. Hikmetinden sual olunmaz, ne mezarın içine ne mezarı kazanan
 üzerine bir damla yağmur düşmez. Köylü mezarı kazar dışarı çıkar. Etrafta hocadan
başkasını göremez. Hocaya sorar:

- Hoca bu kadar kuvvetli yağmur yağıyor,, gök delindi de ne mezarın içine ne sana de
bana bir damla bile düşmüyor?

Köylü, sırrı yaşamıştır, ama o sırrı anlamaya hazır değildir. Mezarın  yanında çok
yüksek yabani bir hurma ağacı vardır. Hurma ağacında yapraksız kuru birkaç daldan
 başka bir şey de yoktur. Hoca  hurmayı, o ince, kuru birkaç dalı göstererek:

- Hurmanın dallarını görmüyormusun, der..

Gökten derya indi yağmur yerine
Mevlam damla değdirmedi tenine
Horon
Rize... Ardeşen...Seslikaya Köyü. Yıl 1945.  Türbe... Hasan Dedenin türbesi.  Türbeye yakın
evlerden birine yakın bir köyden gelin gelmektedir. Gelin tarafı, oğlan tarafında sabah
kadar  tulum eşliğinde horon oynamayı şart koşar, olmazsa olmaz der. Düğün sahipleri,
 durumu hocaya sorarlar:

- Biz türbeye, Hasan Dede'ye hürmet ediyyoruz, onun türbesinin olduğu yerde,
yakınındaki bir evde tulum çalmak, oynamak, eğlenmek hoş değildir, bunu kabul
edemeyiz dedik. Kız tarafıda oyunsuz olmaz diyor. Biraz değil epeyi de huysuzluk
yapıyorlar, huzursuzluk çıkarıyorlar. Ne yapalım bu durumda düğünden vaz mı geçse,
vaz mı geçelim ....?

Hoca cevaben derki:

- Bu dediğinizden dolayı gelin bırakılmaaz, düğünden vaz geçilmez. Siz gelinin gelmesine,
tulum çalınıp oynanmasına izin verin. Günahı vebali onların başına deyin, ancak yakın
akrabaları olarakda evide mahalleyide terkedin.

Oğlan tarafı hocanın dediğini yaparlar, kız tarafı ve düğün alayı gelini eve getiriler.
Sabaha kadar sürecek horon başlar. Oyunun başlar, gece yarısı olur... Kız  tarafından
pür telaşlan bir ihtiyar nefes nefese gelir, hepsinin evleri yanmaktadır.

Tüm köylü düğüne geldiğinden, köylerine dönene kadar evlerinin hepsi yanıp kül olmuştur.

Su

1950'li yıllar.  Hasan dede'nin türbesinin olduğu mahalle. Yaz. Uzun zamandır yağmur
yağmamakta, hemde neredeyse her gün yağan Rize'de pek ender görünen kurak bir yaz
 hüküm sürmektedir. Günümüzdeki gibi değildi o zamanlar, sular öyle kapıya kadar
gelmemektedir. Su ya kuyudan ya da ırmak denen küçük dereciklerden temin edilrdi.
Uzun zaman yağmurun olmayışı kuyu sularının tükenmesine, ırmakların suyunun azalmasına
neden olmuştu.

Gece... Yangın... Evler cayır cayır yanmaktadır. 20 haneli evlerin iç içe olduğu mahalle
 evlerini söndürecek bir damla su yoktur.  Ufaktan ufaktan akan suda kurumuştur.
Tüm mahalle Hasan dede'nin türbesine koşarak Cenab-ı Hakka yalvarırlar:

- Hasan Dede'nin yüzü hurmetine bize su gönder.

Dua edip, türbeden ayrıldıklarında, kuruyan derelerden oluk oluk su akmaktadır.
 Su ile birlikte kısa zamanda mahalleli ateşi söndürür.
Çocuk

Seslikaya köyü... 40 yıl kadar oluyor. Hala hayatta olan çocukluktan beri arkadaşımız.
Bir gece çaylıkta olan annesinin gecikmesi üzerine evin dışına avluya çıkar.
Çocuk bu ya annesinin gecikmesi, etraftaki çakal sesleri, beklemenin verdiği çeşitli
duygular içinde ağlaya ağlaya bir hal olur. Göz kapakları şiddetle açılıp kapanmaya
başlar. Akşam olayı duyan konu komşu, çocuğun arkadaşları eve gelir, çocuk arkadaşlarına
bakmaktan utanır utanır... Onlardan kaçmak ister.

O zamanlar doktora erişmek doktor bulmak öyle pek kolay değildir. Ninesi "hele bir der,
çocuğu sabahtan bir türbeye götürelim, bir şeyi kalmaz inşallah" der. Sabah olur nine
torununu alır, Hasan Dede'nin yattığı türbeye götürür. Allah rızası için iki rekat namaz
kılarak:


- Ya Rabbi ... Hasan Dede'nin yüzü suyu hürmetine bu yavruma şifa ver diye dua eder.
Bir müddet türbede kaldıktan sonra torunuyla beraber çıkarlar, eve vardıklarında
çoçuğun gözlerinde hiç bir şey kalmamıştır.

Arkadaş

1980'li yılların başlarına kadar köye henüz elektrik gelmemişken, her hafta Cuma gecesi
özel yapılmış mumlarla geceleri türbe ışıklandırılırdı. Mumu yakmakla özel bir görevli
bulunurdu. Görevli mumları yakar Kur'an-ı Kerim okurdu.

1930'lı yıllar. Kış... Sağanak... Türbe görevlisi yaya  5-6saatlik yolda misafirlikte.
Cuma gecesi türbede mumları yakacak, Kur'an-ı kerim okuyacak. Yağmur bir ara
 hafifler diye beklemişti ama hayır burası Rize idi, öyle dineceği yoktu. Baktı olacak
gibi değil geciktikçe gecikiyor, yola koyulur. Şemsiye falan nerede, geçmiş zaman bu...
. Yola çıkmış, geciktiği için gece karanlığa kalmıştı, göz gözü görmüyordu. Görmüyordu da
 ... Görevli yatsı ezanı okunmak üzere türbeye erişir, üstü kupkurudur. Yol boyunca ona
 ışık tutan, sohbet eden piri fani birisi ona arkadaş olmuştur. 5-6 saatlik yol 1-2
saat sürmemiştir, yol arkadaşı köyün girişinde "Allahaısmarladık" diyerek ayrılmıştır.

Köyün çocuklarına türbedarın annesi  bunu hep anlatırdı. O çocuklar şimdi birer dede
oldu ya...

Kapı

1960'li yıllara kadar Türbeye çok uzak yerlerden köylünün tanımadığı, bir gelenin bir
 daha gelmediği  piri faniler, şeyhler gelir, türbe içinde zikrederler, müritler dışarıda
beklerlerdi. Köylüde onları kendi hallerine bırakırdı. Gel zaman git zaman köylülerden
merakını yenemeyen bir delikanlı yanaşarak sormuş:

- Sizi ne için türbe içine almazlarda, ddışarıda beklersiniz?

Delikanlıyı kapı aralığından baktırmışlar.... Bakış o bakış ....

Delikanlıya arkadaşları ne gördün diye sormuşlar, yıllarca o sorularına cevap vermemiş,
 ta ki nedense o uzak bilinmedik yerlerden gelenler gelmez olmuş... İşte o zaman:

- Türbenin içi  4 metre kare var yook, kapı aralığından baktığımda o da ne içerisi o kadar
genişki, saymakla bitmeyen yüzlerce kişi içeride, her yer apaydınlık, ortada sanduka diye
bir şey yok, dümdüz bir alan, her renkte, türlü türlü kıyafetler içerisinde ... ve ... ve ...

Evet, bir zamanlar herkesin gözü önünde bakıpta göremedikleri Manevi Meclis Rize'nin
 Ardeşen İlçesi, Seslikaya köyünde Hasan Dede'nin Türbesinde toplanırdı...

Seferemri

Türbe görevlileri her gece yatsıdan sonra türbeye güğümlerle su bırakırlar, kapıyı
üstüne kitlerler ... Ertesi günü geldiklerinde güğümler bomboştur. Türbenin içinde
 hüzme şeklinde yeşil bir ışık vardır....  Bu yıllardır böyledir. Akşam dolan güğümler
sabahleyin bomboştur.

 1974 ... Kıbrıs Barış Harekâtı.... Türbe görevlilerinin dikatini çeken bir şey vardır...
 Harekâtın başladığı ilk gecenin gündüzünde, türbeye geldiklerinde güğümlerin dolu
olduğunu görürler... ve o gece ve savaş bitimine kadar türbedeki ışığıda göremezler.

 Savaş biter, o gecenin sabahında güğümdeki sular boşalır, ve o yeşil ışık gene türbededir....

Evet ... Hasan Dede seferemrini almış, görevini yerine getirmiştir....

Sanırmısınki sefer emrini
Çıkarırlar sade evdekine
Bakarsınki ansızın bir gece
Emir vermişler türbedekine

Kekeme

1992.... Yaz ... Pazar ... Avramit köyü.... 5 yaşlarında... Muzaffer. Yazın ailesi ile birlikte
 İstanbuldan köylerine gelmişler. Korkudan mıdır, bir şeyden mi ürkmektenmidir billinmez,
 çocuk birden kekelemeye başlar,...  5- dakika, 10 dakika, 1 saat 2 saat hayır kekemelik geçmez.
 Çok zamandır böyle bir şey olmamıştır.

Doktor, doktora getirelim, getirmeyelim, bekleyelim, beklemeyelim derken ...
 Köyün büyükleri araya girer, derler ki:
- Tabi çok zamandır, böyle bir şey olmaddı, sizede demedik, bizim küçüklüğümüzde
Türbeye getirirlerdi bizi.
- Hangi türbeye? Rize de türbemi var? - Hasan Dede'ye... Ardeşen'e... Seslikayya'ya .... 
Türbe orada. Hasan Dede'nin türbesi orada.

Türbeye gidilir, ikişer rekat namaz kılınır.
- Allahım, Hasan Dede'nin hürmetine yavrrumuza şifa ver diye dua edilir.

Türbeden çıkılır, kekemelikten  herhangi bir eser kalmamıştır. 
Evet Rizeliler .... Siz Hasan Dede'yi belkide şu ana kadar duymamıştınız. Türbesinide
abiki ziyaret etmediniz... Ne duruyorsunuz? ....

Allah (c.c)  hepimize tüm velilerin mürşitlerin, müceditlerin şefatine, O Manevi Meclis
hürmetine iki cihanda nail etsin.

Biriz Biz

Teşekkür : Hasan Dede hakkında Evliyalar Ansiklopedisinde yayınlanan 3 satırdan
başka herhangi bir kitap ve kayda rastlamadık, bu konuda bizden yardımlarına
esirgemeyen Alaettin Pınarbaşı, Mehmet Pınarbaşı ve Şecaeetin Yeğen'e teşekkürü bir borç bilir, Allah (c.c.) razı olsun deriz.
Mustafa Efendi
Debbağzâde...

On sekizinci yüzyılda Anadolu'da yetişmiş olan evliyâdan ve âlimlerden. İsmi Mustafa olup,
Hacı Mustafa Efendi veya Debbağzâde diye meşhur olmuştur. Rize'de doğdu, İstanbul'da
vefât etti. Doğum ve vefât târihleri belli değildir.

Doğum yeri olan Rize'de ilim tahsiline başlıyan Debbağzâde Mustafa Efendi İstanbul'a geldi.
 Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil edip derin âlim olduktan sonra Fâtih
 Câmiinde ders okuttu. Selânik kâdılığına tâyin edildiyse de gitmedi. Daha sonra Mısır
kâdılığına tâyin edildi. Mısır kâdılığı sırasında insanların Allahü teâlânın emirlerine uygun
olarak yaşamaları için gayret etti ve bu vazîfeyi adâletle yürüttü. Derin ilmiyle ve güzel
ahlâkıyla insanlara örnek oldu. Sonra Medîne-i münevvere kâdılığına getirildi. Sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîflerini ziyâret edip, mübârek beldenin ahâlisine hizmette
kusûr etmedi. Mekke-i mükerremeye giderek hac vazifesini yerine getirdi. Hac ibâdeti
esnâsında başka İslâm memleketlerinden gelen âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti.
Sonra İstanbul'a dönmek üzere oradan ayrıldı. Ancak Bayas Vâlisi Küçük Alioğlu
 onun bu yolculuğuna mâni oldu. Onu hapsettirdi. Debbağzâde Hacı Mustafa Efendinin
hapsedildiği haberi İstanbul'a ulaşınca, zamânın pâdişâhı, onun serbest bırakılması için
 emir gönderdi. Fakat vâli, pâdişâhın emrini de dinlemeyip, onu serbest bırakmadı.
Hatta Debbağzâde Hacı Mustafa Efendiye sıkıntı ve ezâ ettirdi. Mustafa Efendi hapsedildiği
 hücrede devamlı olarak namaz kılıp, ibâdet etti ve Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu.

Hücrede bulunduğu sırada başını secdeye koyup kendisinin kurtulması ve onu
hapseden vâlinin cezalandırılması için Allahü teâlâya duâ ve niyâzda bulundu.
 Allahü teâlâ âlim ve velî olan bu zâtın duâsını kabûl etti. Ona zulmeden bu vâli
feci bir şekilde öldü. Vâlinin yerine geçen oğlu, Debbağzâde Hacı Mustafa Efendiyi
 hapishâneden çıkarttırdı. Ona ikrâm, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Bu hâlin,
HacıMustafaEfendinin kerâmeti olduğunu anlayan vâli, onu kendi adamlarıyla İstanbul'a
 kadar yolladı.

İstanbul'a gelen Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim öğretmeye ve insanlara
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya devâm etti. Sahîh-iBuhârî'yi, İbn-i Hacer'in
Nuhbe'sini okuttu. Pekçok kimse ondan ders alıp ilim öğrendi. Âkifzâde
 Abdurrahmân Efendi de ondan ders ve hadîs-i şerîf okutmak husûsunda
icâzet alan kimselerdendir. Sahîh-i Buhârî'nin senedinde bulunan zâtları ihtivâ eden
bir eser te'lif eden Debbağzâde Hacı Mustafa Efendi, ilim ve fazîlet sâhibi, olgun, çok
ibâdet eden, velî bir zât idi.

Kaynak:  Mecmû fi'l-Meşhûd ve'l-Mesmû'; s.26
İlyas Amca
Keşf-i Kulûb...

İlyas Amca... Eczacı İlyas Ketenci. 2004 yılında aramızdan ayrıldı ...

Rize, Çayeli Liman köyünde Dünya'ya geldi. İstanbul Darüşşefaka Lisesini
bitirdikten sonra askeri eczacı olarak orduya intisab etti. Yüzbaşı rutbesiyle
hizmet ederken bu hizmetinden kendi isteğiyle ayrılarak Rize merkezde
1957 yılında eczane açmış o tarihten itibaren maddi ve manevi hastalara
şifa olmuş bir gönül ehli, İlyas Ketenci. Gönül ehli olması, onun mürşidi
Seyyid Abdülhakim Arvasi (KS) gibi  bir veli'nin halka-ı tedrisinde olgunlaşmasındandır.
Dava insanı merhum Necip Fazıl Kısakürek'in yakın dostu. Aynı mürşidin pınarından
 kana kana içen iki arkadaş ....

Ölümüne yakın zamanlarda "Benim ölümüne aylar, günler kalmıştır" derdi. 90
sene taatle geçen  bir ömür ...

Bir gece hanımına:
- Hanım ! Uyumak zamanı  değildir. teheccüd namazı vaktidir. Sen kabir nedir
 bilirmisin, der ve iki rekat namaz kılarak, abdestli bir şekilde teslim-i ruh eyler.

Beraat Edeceksin

Bir gün arkadaşı Necip Fazıl  Toptaşı Cezaevinde iken rahatsızlanır ve
Haydarpaşa Numune Hastahanesine kaldırılır. arkadaşını ziyart etmiş ve:
-Necip 3 gün sonra beraat edeceksin, der.

Aynen öyle olur. 3gün sonra Necip Fazıl beraat haberini alır.

Hediye

Merhumu seven bir yakını onu evinde ziyarete gider. Evde ondan önce gelen
amcanın okumakta olduğu "Kenz-ül İrfan" adlı kitabı dinleyen bir kaç tanıdık
daha vardır. Kitaptan evde iki tane vardır.  Kitabın bir tanesinde gözü kalmıştır.

İlyas amca, Eczacı İlyas amcadır onun için. Onun manevi mertebesinden
haberi yoktur. Kalbinden "Eczacı İlyas Amcamızın yaşı ilerledi. Bu kitaptan
evinde iki tane var. Birisini bana hediye etse ne kadar sevinirim" diye  geçer.
 Okumaya bir müddet daha devam ettikten sonra ona dönerek:
- Oğlum, bu kitaptan bende iki tane var, birini sana hediye etmek istiyorum" der
ve kitabı ona hediye eder.

Namazı Sen Kıldır

İlyas amcanın evi, akşam ezanı okunur. Akşam namazını birlikte kılmak için,
amca beyaz cüppesini giyer ve sarığını takar, tam tekbir alacağı zaman
cemaatten birinin kalbinden " Benim kıraatim düzgün, bir de beni imamlığa
geçirse" diye geçerken, İlyas amca geri döner, cüppesini çıkarır:
- Buyur oğlum, imamlığı gel sen yap" diyyerek cübbesini ona verir.

İlyas amca, doğduğu yerde, Liman Köyü Kur'an Kursu'nun yanındaki aile
kabristanlığında medfun bulunmaktadır.

Keşf-i kulûb (Kalpleri keşfeden) sahibi bu gönül insanına yüce mevlamız bol bol
ihsanlarda bulunsun.
 Amin!

AŞIKLI SULTAN (AYAĞI YANIK EVLİYA) -KASTAMONU

AŞIKLI SULTAN (AYAĞI YANIK EVLİYA) -KASTAMONU


Aşıklı Sultan diğer bir adıyla Ayağı Yanık evliyanın söylenceleri, Kastamonu’nun en önemli kentsel efsanelerinden birini oluşturmaktadır. Bu türbeye ait birbirine benzer birkaç söylence bulunmaktadır. Türbe içerisinde yer alan 5 sandukadan içindeki ikisinin sahibi bilinmesi ve bu isimler üzerinden yürütülen söylenceler şu şekildedir:

Aşıklı Sultan’ın kendisi Bizans’ın elinde bulunan Kastamonu’yu ve kalesini ele geçirmek için gelen Türk birliklerinin komutanıdır. Savaş sırasında şu anda şu anda Türbesinin bulunduğu yerin yakınlarında şehit düştüğü için buraya gömülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında türbe ve civarında çıkan bir yangın sırasında, kendisi dönem valisinin uykusuna girerek “Ben yanıyorum, kalk yangını söndür” der. Bunun üzerine vali hemen uyanarak bölgedeki yangının söndürülmesini sağlar.

Bir başka söylence, 1919 yılında Abdurrahman Paşa Lisesi’nde öğrenci iken türbeyi çocuksu bir merakla ziyaret eden, Dr. E. Sağlar’ın 1974 yılında Kastamonu Gazetesi’nde yayınladığı bir yazısından öğreniyoruz. Söylencenin kaynağı ve anlatımını ise türbeye bir gelenek şekilde bakıcılık yapan bir aileden gelen yaşlı türbedar bir kadından gelmektedir. “….. çok seneler evvel bir yangın olmuş ki bu çevrede çok büyük, insanlar yangını söndüremeyince evliyadan yardım istemişler – sen ki evliyaullahtan olasında bizim derdimizle alakadar olmazsın – diye. Bunun üzerine evliya mezar şeklindeki kabrinden ayaklarını çıkarmış ve yangın sönmüş. Halk şükran borcunu ödemek için kendisine bu türbeyi yapmışlar. Ve o zamandan bu yana da ismi Aşıklı Sultan olarak anılmış”

Aşıklı Sultan’ın bir diğer söylencesi ise yine oldukça eskilerden gelmekte, ve yukarıda anlatılanlardan oldukça farklı bir boyuta temas etmektedir. Çok önceleri yatırın sadece belden yukarısı kapalı imiş. Açık olan tarafta ise elleri de görünmekte imiş. Ellerinden birinde yatırın yüzüğü bulunmaktaymış. Yatırın bulunduğu türbede o zaman yeterli koruma olmadığından, yabancı birisi tarafından bu yüzük alınmak istenir. Bu kişi tam yüzüğü cesedin elinden çıkarmak üzereyken Aşıklı Sultan ellerini kapatıp yumruk şekline getirmiş. Bu olay şahit olan yabancı kısa bir süre sonra ruhsal dengesini kaybederek ölmüş. Bu olaydan hemen sonra ise güvenlik nedeni ve yatırın rahatsız edilmemesi için sanduka ayak seviyesine kadar kapatılmış.

1919 yılı anılarını anlatan Dr. E. Sağlar, türbeye iki arkadaşıyla birlikte gittiğinde 3 sanduka gördüklerini belirtir. Ayakları dışarıda olan sandukayı meraktan açtıklarında, 1.70 m boyunda bir insan cesedi ile karşılaşırlar. Karnı iman tahtasına kadar açılmış ve 2 cm. eninde şerit bezlerle doldurulmuş ve sarılmış olduğunu görünce bunun tahnitli yani mumyalanmış bir ceset olduğunu anlarlar. Cesedin başının üzerinde yer alan bir deri üzerinde çini mürekkebi ile “Mağribli Mehmed Ağa” yazmakta, ve hemen altında ise ölüm tarihi hicri olarak 7 yüz ile başlayan bir rakam yazmaktadır. (yazısında tarihin diğer kısmını hatırlayamadığını belirtmektedir) Dr. Sağlar diğer iki sandukanın boş olduğunu belirtir.

Şimdi, 1950’lerden bu yana bu türbe içinde 5 sanduka olduğu bilinmektedir. 1952 yılı basımlı A. Gökoğlu’nun eserinde buradaki 2. sandukanın Mağribli Mehmed Ağa’ya, ki fetih zamanında ölmüştür, 3. sandukanın ise Aşıklı Sultan’a ait olup 1116 senesinde vefat ettiğini belirtir. Eğer her iki ifade kabul edilecek olursa; ilk olarak 1920’lerden sonra türbeye başka iki sanduka mı eklenmiştir? İkinci olarak buraya sonradan getirilen sandukalarda da mı mumyalanmış cesetler bulunmaktadır? Ayrıca günümüzde Aşıklı Sultan olarak anılan yatıra 1919 senesinde ise Mağribli Mehmet Ağa olarak belirteç eklendiğini görmekteyiz. Ayrıca ceset üzerinde hicri 7 yüz’lü ölüm tarihinin bulunuyor olması ki, bu tarih her durumda 1300’lü miladi yıllara tekabül etmektedir. Bu noktada 1116 ya da fetih zamanında ölmüştür ibaresinin bir geçerliliği kalmayacaktır. Ama bunun yanında 1116 yılında ölmüş olabileceği bir gerçekliğe de sahip olabilir. Çünkü 1107 tarihinde Danişment Emir Gazi, Selçuklu Hükümdarı I. Kılıçarslan’ın ölümünden sonra Kastamonu’da dahil olmak üzere birçok yeri ele geçirmiştir. Bu noktada Bizans ile savaşın Kastamonu’da bu tarihlerde yapılmış olabilmesi muhtemeldir. Bu arada Mağribli Mehmed Ağa’nın kullanmış olduğu lakabından “Mağrib” dolayı Kuzey Afrika kökenli bir Arap olabileceği de düşünülebilir.

Söylencelerdeki ortak nokta ise önemli bir yangının olduğudur. Ancak bir araştırmacının belirttiği gibi, cesedin açıkta olan ayakları üzerinde görülen karartıların yangın nedeniyle değil, mumyalanmış cesette zamanla karbon eksilmesinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.

Türbe ve Kastamonu açısından belki de en önemli noktalardan birisi mumyalanmış bir cesedin varlığıdır. Klasik Türk mimarisinde yer alan anıtsal mezarların açılımında; mezarın yer aldığı bir alt kat (oturtmalık), simgesel nitelikteki sandukanın bulunduğu ziyarete açık üst kat (gövde), ve bir perdeden oluşmaktadır. Toprak altında kalan oturtmalık bölümüne yaygın olarak mumyalık da denmektedir. Bu adın yaygınlaşmasının nedeni, ölülülerin mumyalanma geleneğinin Orta Asya’dan bu yana Anadolu’da da uzun bir süre kullanılmış olmasıdır.

Türk geleneklerinde varolan mumyalamanın en erken örnekleri Hun Türklerine kadar geri gitmektedir. Anadolu’da Selçuklular, Danişmentliler, Mengücekler, İlhanlılar, Beylikler ve ayrıca Osmanlı döneminde bu tekniğin hükümdar, komutan ve önemli kişilerde kullanıldığı bilinmektedir. İslamiyet öncesi bir gelenek olan bu teknik, Türk inançlarında devlet büyüğüne olan saygıyı göstermektedir. Devlet ve gelenek sahibi olan bu önemli kişilere bir bağlılığın göstergesi olarak açıklama getirilmektedir.




BABAHIZIR TÜRBESİ..MENGEN

BABAHIZIR TÜRBESİ



İlçemiz, tabii güzellikleri yanında, bir evliyalar ve erenler yatağıdır. Erenler diyarı Anadolu’nun Bolu-Mengen yöresinde yerleşmiş, Babahızır Hazretleri de Türkmen erenlerinden biridir.
Asıl adı Saidi Yetkin olan Babahızır Hazretleri’nin, kesin olmamakla birlikte 1240-1320 yılları arasında yaşadığı sanılmaktadır. İlmi araştırmalar gösteriyor ki, Hz. Ebubekir (R.A)’ in on ikinci kuşaktan gelen, Halveti Tarikatı’na mensup Hızır Dede diye bilinen bir şahıs vardır.
“Halktan uzak, Hak’a yakın” düşüncesini benimseyen Babahızır Hazretleri hakkında, halk arasında dolaşan rivayetlerden birisi şöyledir: Bir cami inşaatı sırasında, malzemenin her bitişinde ustalar, Babahızır’a “Baba” diye seslenirlermiş. Babahızır da her seferinde “Merak etme, baba hazır.” Diye cevap verir ve istenilen malzemeyi, hemen yetiştirirmiş. Yine birgün malzeme tükenir. Ustalar da ertesi gün, işi bırakıp gitmeye karar verirler. Bu mubarek zat, o gece ormandan geyiklerle kereste taşıyarak inşaata yığar ve inşaatın tamamlanmasını sağlar. Bu ve bunun gibi pek çok kerametini gören halk; ustalara: “BABA HAZIR” diye seslenmesinden ve zorda kalanların imdadına yetişmesinden dolayı bu zata “BABAHIZIR” derler. Babahızır Köyü de ismini bu zattan alır. Sünnet olanlar ve evlenenler Hızır Hazretleri’ni ziyaret edip adak ve dileklerde bulunur.
Babahızır Hazretleri için, ilki 30 Haziran 1996’da düzenlenen, “I. BABAHIZIR HAZRETLERİ’ Nİ ANMA GÜNÜ” yapılmıştır. Bu kutlama, her yıl haziran ayının son pazar günü tekrarlanacaktır.

ayse hatun

Ayşe Hatun



Bacıyan-ı Rum olarak bilinen kadın dervişlerden olup; Osmanlının şehre ilk yerleşimnde buralara gelerek kadınların manevi ilmlerle yetişmesine hizmet ederek, maneviyat önderi olmuş dervişan gruptandır.


paşam sultan

paşam sultan



Kurşunlu Sokak’ta yer alan türbe, Seyyid Nureddin adıyla bilinen bir zaviye-tekkedir. Geniş avlusunda bulunan türbe, kitabesinden anlaşılacağı üzere koleradan ölen İbrahim Cemal’e aittir. Babası Kemalettin Paşa’dan ötürü buraya Paşam Sultan Türbesi denmektedir. Kareye yakın dikdörtgen planlıdır. Kubbeli yapı içerisinde, dört ahşap sanduka ve türbenin altında mumyalık bölümü bulunmaktadır. Duvarları iri moloz taştan örülmüştür.
Rivayete göre Paşam Sultan Kütahya’da vali iken kendisine bir şikayet gelir. Caminin karsisında ayakkabı tamircisi olan Nureddin Efendi diye birinin Cuma vakti namaza gelmediği şikayet konusudur. Vali Cuma vakti bir de ben göreyim, diye gider. Ezan vakti Vali “Haydi Cuma namazına gidelim, der. Nureddin Efendi gideriz
bakalim, der. Yine ısrar edince “yum gözünü” buyurur. ‘Aç gözünü” deyince kendilerini Ka’be’de bulurlar. Namazı orada kılarlar. Dönecekleri zaman şeyhin bir akrabası ile karşılaşırlar. Akrabası helva yaptık götürür müsünüz derler. Tabağı da
yanlarına alırlar. Yine aynı şekilde Kütahya’ya dönerler.
Vali, Nureddin Efendi’nin keramet ehli bir veli olduğunu anlayarak ona talebe olmak
ister. Aynen Uftade hazretlerinin Kadı Aziz Mahmud Hüdai’ye yaptığı gibi merdivenleri, halı ve kilimleri süpürtür. Hamallık yaptırır ve neticede talebeliğe kabul eder. Kabirleri yaptırdıklan Tekke ve cami içindedir.

Yasin Dede

Pir Ali sultan aksaray

Aksaray – Taşpazar mahallesinde . Taşpazar caddesi ile Pir Ali sultan caddesinin kesiştiği yerde.

Pir Ali sultan 



Bayrami- Melami yolunun en güçlü şahsiyetlerindendir. Anadolu’nun merkezinde aşk, cezbe ve irfan tohumlarını eken Pir Ali , Bünyamin Ayaşi’den sonra Bayrami – Melami yolunun riyasetine geçmiştir. Onun zamanında Melamilik yolu çok yayılmış ve çok insan kendisine intisap etmiştir. Her kesimden insanın hürmetini kazanan , çok güçlü bir şahsiyet ve nafiz bir nazara sahiptir.
Aksarayi, melamet yolu gereği dervişlerine taç ve hırka giydirmez, onların birer sanata sahip olarak halkın içinde çalışmalarını isterdi. Sanata kabiliyeti olmayanları ise ziraatle meşgul olmalarını isterdi. Sülükta aşk ve cezbe yolunu benimseyen Pir Ali hazretleri’nin şer’i hususlarda son derece ihtiyatlı olduğu ve müridlerini onları delalete sürükleyecek kişi ve düşüncelerden uzak durmaları konusunda uyardığı kaydedilmektedir.
Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Pâdişâh Aksaray’a uğradığında ziyâret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pir Ali hazretleri de ” Devletlü padişahım bu fakire isnad olunan şeyler nedir? ” diye sorar, padişah ; ” Dediklerine göre sen ‘Mehdiyim , cennetin dört ırmağı da bendedir’ diyormuşsun.
Pir Ali hazretleri ” Şevketlü Padişahım, zamanın mehdisi zatınızdır. Cennet ırmaklarından muradım ise, hanemizin önünde akıp giden tatlı su , birkaç sığır ve davarımızdan elde ettiğimiz süt ve kovanlarımızın balıdır” diyerek padişahın huzuruna bali, süt ve su getirip ikram eder. Padişah bunları içtikten sonra latife olarak ” Bunlar pek güzel , lakin dört ırmaktan şarap ırmağı eksik, onun numunesi olarak da bağınız yok mu diye sorunca? ” . Pir Ali hazretleri de ” Şarap ırmağında numunesi aşk-ı yezdan ve cezbe-i Rahmandır. Bu aşk ve cezbeyi ise taliblere sunmaktan çekinmeyiz. ” der. O sırada ayakta duran ve Pir Ali’nin sözlerini can kulağıyla dinleyerek kendisine karşı muhabbet besleyen Pertev Paşa’ya nazar edince paşa ” Allah! ” diyerek cezbelenir , yere düşüp kendinden geçer. Padişah ise teessür ile ağlamaya başlar.
Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.
Bu ziyâreti sırasında Sultana şöyle nasîhat etmiştir: “Allahü teâlâ senden adâletle iş yapıp yapmadığını soracak. Bu bakımdan adâletle iş gör. Bundan başka yol yoktur. Eğer âdil olursan, bu dünyâ da senindir, âhiret de. Adâletle hareket edersen sultanlık tahtı dâimâ senin olur. Boşuna ömür geçirme, kendine kötülük etme. Zulme uğrayanların hakkını zâlimlerden al. Böyle yapmazsan perişan olursun. Peygamberleri düşün, dîni gözünün önüne getir! Fenâ bir yol tutarsan, Allahü teâlâ seni başaşağı eder de, şaşırıp kalırsın. Nasıl oldu nereden geldi der düşünürsün.
Sen Peygamber aleyhisselâmın yolunu tut. O zaman gecen de gün gibi aydınlık olur. Git adâlet tohumu ek de, her iki âlemde mahcûb olma. Mazlumların nefesi kılıç gibidir. Mülkünü virân ederler. Buna sebeb olma. Allahü teâlâya karşı isyân edenleri Cehennem ateşine atarlar.
Bak düşün bir kere binlerce hükümdâr toprak altında yatıyor. Git din erbâbına yardımcı ol. Çünkü bu dünyâ fânidir. Bu nasîhatlarımı bir inci gibi kulağına küpe yap.”
Bu nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi.Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürîdini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti. ( h. 937 / 1537-38)
Pir Ali hazretleri İsmail Maşuki’den başka ; Pir Ahmed Edirnevi’yi , Helvai Yakup Efendi’yi , yeğeni Şeyh Hasan’ı ve Ahmed Sarban’ı yetiştirip insan-ı Kamil olamarına vesile olmuştur.
Pir Ali hazretlerinin , bugün dahi halk arasında çok saygın bir yeri vardır. Menkıbeye göre türbesinin etrafında densizlik yapan bir düğün alayı taş kesilmiştir. Bugün dahi halk , evlerini inşa ederken türbe tarafına açık pencere bırakmamakta , Pir ali hazretlrine derin bir saygı duymaktadır.
Pir Ali hazretlerinin türbesi ; Aksaray’ın Paşacık mahallesinde , duvarları ve kubbesi taştandır. Türbenin içerisinde üçü sandukalı , dördü toprak örtülü yedi yatır vardır. Rivayete göre bu sandukalardan bir oğluna diğeri de hanımına ait. Ortadaki büyük sanduka Pir Ali hazretlerine aittir. Türbenin kapısı sürekli kapalıdır.
Kaynaklar ;
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Baki Yaşar Altınok , Hacı Bayram veli ve Bayramilik Melamilik , Ahi yayınları
Lalizade Abdulbaki Efendi , Aşka ve aşıklara Dair / Melami Büyükleri, Furkan Yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Abdurrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Türkiye Gazetesi , Orta Anadolu evliyaları

31 Ocak 2016 Pazar

SULTAN BABA

SULTAN BABA



Değirmendere Örçün Köyü’nde bir tepe üzerinde bulunur. Sultan Baba Türbesi’nin Osmanlı dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Sultan Baba Halveti Tarikatı’nın Şemsi kolunun bir üyesidir. Türbe içerisindeki sandukada 1787 yılına ait bir berat bulunmaktadır. Türbenin girişinde bir de haziresi bulunmakta olup, buradaki en eski mezar taşı 1879 tarihlidir. Moloz taştan yapılan türbenin mimari bir özelliği bulunmamaktadır. Dikdörtgen planlı türbenin iki uzun kenarında dikdörtgen söveli ikişer penceresi vardır. Üzeri ahşap bir çatı ile örtülüdür. Değişik dönemlerde yapılan onarımlar nedeniyle özelliğinden uzaklaşmıştır.

DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ

DÂRENDELİ MUHAMMED HİLMİ EFENDİ



Son devir velîlerinden. Malatya'nın Dârende kazâsının Yenice nâhiyesinde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1916 (H.1334) yılında Maraş'ta vefât etti. Babasının ismi Hacı Yûsuf Ağa, annesinin ismi Emine Hanımdır. İlk tahsîlini Dârende'de tamamlayan Muhammed Hilmi Efendi, ihtisas için İstanbul'a gitti. Abdülazîz Han zamânında Fâtih Medresesinde tahsil gördü. Bu esnâda bilhassa Müderris Sâdık Efendinin husûsî himâyesine kavuştu. Bu arada İstanbul'da Gümüşhâneli Ziyâeddîn Efendinin ders ve sohbetlerine devâm etti. Bu zâttan halîfelik icâzeti, yetkisi alıp, Dârende'ye döndü. Tevâzuundan kendisini irşâd, insanları yetiştirme makâmına lâyık görmeyen Muhammed Hilmi Efendi, Sivas'ta Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiden feyz aldı. Bu zâttan da icâzet aldı. Hâcı Ahmed Efendi, Küçük Âşık Efendi denilen Âşık Muhammed Mısrî'nin bu da Hâlid-i Bağdâdî'nin halîfesidir. Bölgede büyük bir şöhreti olan Ahmed Efendi, zâten yetişmiş bulunan Muhammed Hilmi'ye kısa süre sonra icâzet verdi.
O esnâda Dârende halkı arasında büyük bir haksızlık ve zulüm görülüyor, kuvvetliler zayıfları eziyor, kâtiller gittikçe çoğalıyordu. Bunu gören Muhammed Hilmi Efendi, babası Hacı Yûsuf Ağaya; "Buradan asıl vatanımız olan Medîne tarafına doğru hicret edelim." dedi. Babası; "Niçin?" diye sorduğunda; "Burada biz şimdilik rahatız. Kimse bize dokunamıyor. Kimse bize zulüm etmez. Biz de kimseye zulüm etmeyiz. Fakat bizden sonra gelen çocuklarımız belki zâlim olup, zulmeder. O zaman biz mesul oluruz. Yâhud evlâdımız mazlum durumunda olur, zâlimden zulüm görüp ve yine biz mesul oluruz." cevâbını verdi. Bunun üzerine mallarını satılığa çıkardılar. Hiç kimse müşteri olmadı. Halk mallarını almazsak hicret etmezler diye düşünüyordu. Bunun üzerine mallarını orada bırakıp hayvanlarla yola çıktılar. Halk peşlerinden gelerek dönmeleri için çok ricâ ettilerse de muvaffak olamadılar. 1858 senesinde Maraş'a vardılar.
Muhammed Hilmi Efendi ve âilesi, Maraş'ta iki yıl kadar kaldı. Bu müddet içerisinde bugün Duraklı Câmi adı ile anılan Seyyid Ali Bey Câmiini tâmir ettirdiler ve bu câminin hücrelerinde kaldılar. Muhammed Hilmi Efendinin ilmî kıymetini takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine her türlü yardımı gösterdiler.
Muhammed Hilmi Efendi Duraklı Câmi yeniden ibâdete açılırken, şu şiirinin bulunduğu tâmir kitâbesini de kapısına astırdı:

Hamdülillah avn-i Hakla buldu bu mescid tamâm
Ehl-i hayrât sarf-ı himmet eyledi oldu tamâm

Hak teâlâ rahmet etsin kim buna bir taş kodu
Cennet-i âlâda versin onlara âlî makâm

Hem dahi bulsun selâmet beş vakit namaz
Kıl namazı bul rızâyı gel niyâz et subh u şâm

Bâ-husus bu âcize kılsın terahhum lutfile
Çün delâlet ettiği için vüs'i mikdârı müdâm

Yazdı Hilmi şevk-ıla umrânını târih hitâm
Bârekallah-ül-kadîr tâ-ilâyevmi'l-kıyâm.

(Bu mescid Allahü teâlânın yardımı ile ve hayır sâhiplerinin himmetlerini harcamaları neticesinde tamamlandı. Buna bir taş koyana Hak teâlâ rahmet etsin ve Cennet'te yüce makam versin, ayrıca her beş vakit namazda selâmet bulup kurtuluşa ersin. Gel sen de namaz kıl akşam sabah niyaz edip yalvar ve rızâya kavuş. Ayrıca hususiyle bu âcize; böyle bir hayra önderlik ettiği için lutf ile acısın. Hilmi arzu ederek, bu yapının bitiş târihini yazdı. Allahü teâlâ Kıyâmet'e kadar bunu ayakta tutsun.)
Bundan sonra Antep'e giden Muhammed Hilmi Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zamanda pekçok talebe yetiştirip halkın karşılaştığı güçlükleri çözdü ve herkese nasîhatta bulundu. Muhammed Hilmi Efendi on yıl sonra tekrâr Maraş'a döndü. Ancak bu sırada Antepliler ısrarla kendisini tekrar geri götürmeye çalıştılar. Maraşlılar da aynı ısrar içinde bu büyük velîyi bir türlü bırakmak istemiyorlardı. Hilmi Efendi hazretleri büyük bir sıkıntı içinde kaldı ve ne yapması gerektiğini Sivas'ta bulunan hocası Nalçacızâde Hacı Ahmed Efendiye sordu. Ahmed Efendi: "Şu anda nerede bulunuyorsan orada kal!" dedi. Muhammed Hilmi Efendi hocasının bu sözü üzerine vâz ü nasîhat işlerine, bundan sonra, Maraş'ta devâm etti. Yeniden Duraklı Câmiine yerleşti, hem namazları kıldırıp talebe yetiştirmeye, hem de vâzlara ve sorusu olanların suâllerine cevap vermeye başladı.
Bir vâzında insanlara şöyle nasîhat etti:
"Allahü teâlâyı, farzlarİ, haramlarİ, namazla alâkalİ meseleleri bilmeyen, gerçek mümin olamaz. Demek ki mümin câhil olmaz. Bildi?i ile amel etmeyen câhil demektir. Bildi?iyle amel edene cenâb-İ Allah bilmedi?ini ö?retir. Nitekim hadîs-i Şerîfte de; "Bildi?iyle amel eden kimseye Allahü teâlâ bilmedi?ini ö?retir." buyruldu. İlmi ile amel etmeyen ve ilmini dünyâ kazancİna vâsİta kİlan âlimden kendi hâlinde bir câhil çok hayİrlİdİr. Akİllİ olana bu kadar söz yetişir".
Muhammed Hilmi Efendi, malın faydalı mı zararlı mı olduğu yolunda soru soran bir kimseye: "Mal yılana benzer. Hem zehiri hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve zararını bilirse o yılanın şerrinden kurtulur. Malın faydası; şahsına, çocuklarına, hanımına isrâf etmeden sarf etmek, geri kalanı da hac, cihâd, dîn-i İslâmı yayma, câmi yaptırma ve fakirlere vermekle olur."
Muhammed Hilmi Efendi 1900 senesinde Duraklı Câmiinin bugünkü son şekli ile yapılması esnâsında inşâat çatısından aşağı düşerek yürüyemez hâle geldi. Bundan sonra vefâtına kadar geçen on altı sene zarfında câmiye çıkamadı. Bu zamanlarda oğullarının en âlimi ve en müttakîsi olan Mahmûd Nedim Efendiyi câmide namazları kıldırma ve sohbet meclislerini idâre etmekle görevlendirdi. Ömrünün bu son yıllarını Allahü teâlâyı zikir ve ibâdetle geçiren Muhammed Hilmi Efendi, 1916 (H.1334) yılında vefât etti. Kabr-i şerîfi, Maraş'ta Şeyh Âdil mezarlığındadır.
Muhammed Hilmi Efendi fİkİh ilmine çok önem verirdi. İhyâu'l-Ulûm, Hadîka, Berîka veMültekâ kitaplarİnİ huzurlarİnda okutturur, açİklamalar yapardİ. Ayrİca ilâhî aŞkİ artİrİr diye tegannîsiz olarak, Niyâzi-i Mİsrî dîvânİndan okuttururdu. Hâllerini gizlemeye çok gayret eder ve Şöhretten kaçardİ. "Şöhrette âfet var." derdi. Bununla berâber zaman zaman o devrin Maraş ulemâsı, beyleri, paşaları çeşitli suâller sormak için huzûruna gelirler, çoğu kez henüz sorularını sormadan cevâbını alarak geri dönerlerdi.
Çok cömert olan Muhammed Hilmi Efendi, evine gelen hediyelerin tamâmını fakirlere dağıtırdı. Bir gün yeğeni; "Amca gelenin hepsini dağıtıyorsun." dediğinde; "Oğlum dağıtmazsan gelmez." demiştir.
Az konuşurdu. Halleri ve hareketleri ile İslâmiyet'in hükümlerini gösterirdi. Bir gün huzûrunda bir tânesi; "Falan kişi sigara içiyor, haram işliyor." diye konuştu. Hilmi Efendi sigara içmek âdeti olmadığı hâlde bu sözü işitince yanındaki birisine; "Evlâdım bana bir sigara sarıver." dedi. Sonra o sigarayı yaktırıp içti. Böylece sigaranın harâm olmadığını fiilen herkese göstermiş oldu. Ayrıca böyle yerli yersiz konuşanlara, herhangi bir mesele hakkında kafasından hüküm verenlere; "İslâmiyet ilimsiz olmaz. Biz kırk sene şer'î ve tasavvufî ilimlere çalıştık." derdi.
Duraklı Câmiinin bitişiğinde Muhammed Hilmi Efendinin bir talebesinin evi vardı. Bir defâsında o talebeyi kış gününde nefsini temizlemesi için çilehâneye koydu. Bu sırada talebe henüz kışlık odununu alamamıştı. Çilehânede tefekküre dalmışken, bir adamın, odun yüklü bir merkebi evine götürdüğünü gördü. Gerçek mi değil mi diye çilehânenin kendi evi gözüken hücresinden baktığında gördüklerinin gerçek olduğunu anladı. "Tamam, ben artık eriştim." diye düşünerek hocasının huzûruna varıp başından geçenleri anlattı. Muhammed Hilmi Efendi ise; "Git oğlum halvete çekil. Çile esnâsında görünenlerin dokuzu şeytânî birisi rahmânîdir. Şeytan seni aldatmış. Halvetten ve tasavvuftan maksad hâl sâhibi olmak değil, nefse hâkim olmak ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktır." diyerek onu halvete devâm ettirdi.
Muhammed Hilmi Efendi, Duraklı Câmiinin inşâatı sırasında ücret ve masraf için gelenlere şiltesinin altından hiç eksilmeyen paradan ustalara, işçilere dağıtırdı. Bir gün Fakı Mehmed adındaki yeğeni, abdest almak için gittiğinde, şiltesini kaldırarak bu paralara bakmak istedi. Ancak şilteyi kaldırınca altında koca bir yılan gördü. Hemen şilteyi kapatırken korkudan bayılmamak için de kendini zor tuttu. Bu sırada odaya giren Muhammed Hilmi Efendi tatlı bir tebessümle ona şöyle dedi: "Yâ evlat her deliğe elini sokma, ya akrep çıkar veya yılan."
Bir defâsında Maraş ulemâsı ileri gelenlerinden Tekerekzâde Mutîullah Efendi, Muhammed Hilmi Efendiyi imtihân etmek istedi. İçinde çeşitli sorular yazılı bir mektubu oğlu ile Muhammed Hilmi Efendiye gönderdi. Çocuk kapıyı çaldığında daha mektubu veremeden kendisine içeriden başka bir mektup uzatıldı. Şeyh Efendi çocuğa; "Evlâdım mektubu bize vermene gerek yok, al bunu babana götür. İstediği şey içerisindedir." buyurdu. Mutîullah Efendi çocuğunu dinledikten sonra büyük bir hayretle mektubu açtı. İçinden şu şiir çıktı:

Hakikat ilminden aldım dersimi
Okudum özümden illallah dedim.

Urundum tâcımı, geydim postumu
Destûr aldım pîrden illallah dedim.

El içinde elpendidir elpendi
Açtı bahar yazı, bülbül uyandı,

Benden nutk istemiş Mutîullah Efendi
Her varımdan geçtim illallah dedim.

Şiiri okuyan Mutîullah Efendi hatâsını anlayıp Muhammed Hilmi Efendinin yanına gelerek özür diledi ve talebelerinden oldu.
Bir gün talebelerinden biri çok hastalandı. Hiç bir tedâvî fayda vermedi. Doktorlar ümidi kesdiler. Başında bekleşen akrabâları hastanın küçük çocuğuna; "Dârendeli hoca efendiye git. Babam çok hasta, onun ilacı sendeymiş, diyerek ilaç iste, yalvar, ağla..." dediler. Çocuk Muhammed Hilmi Efendinin yanına gelip, babam hasta, babamın ilâcı sendeymiş deyip boynunu bükünce, şeyh hazretleri onun başını okşayıp; "Haydi oğlum sen evine git. İnşâallah baban şifâ bulmuştur." deyip gönderdi. Gerçekten de çocuk eve gelmeden ağır hasta olan babası iyileşerek ayağa kalktı.
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendinin kalplere şifâ olan sözlerinden bâzıları şunlardır:
"Cehennem yoluna düŞüp de Cennet arzu eden kimsenin hâli, kuzeye gidip hacc-İ Şerîfe gidiyorum diyenin hâline benzer."
"Hırs sâhibi her zengin fakirdir. Kanâat eden herkes zengindir."
"Hiç bir velî ben evliyâyım yanıma geliniz, sizi irşâd edeyim, demez. Çünkü onlar kendilerini ve kerâmetlerini gizlemekle görevlidirler. Bize lâzım olan, evliyâ olduğu söylenen şahsa bakarız. Eğer yaşayışı İslâmiyet'e tam uyuyor ve elinde silsile-i aliyyeden gelen ve bu yolda yetişmiş büyük bir zâttan tasdikli icâzeti, yetki belgesi varsa o zâta büyük zât diye hürmet ederiz."
"Fen ilimleri, sâlih ile fâsık arasında müşterektir. Müslüman, kâfir herkes öğrenebilir ve hem öğretmiş olduğu ilmi geri almak lâzım gelse alamaz. Nitekim sanatkârın hâli böyledir. Fakat İslâmiyetin emir ve yasaklarından birine muhâlefette ısrar edici olsa dînî ilimlerden bir şey kazanamaz. Tasavvuf yolunda edindiği dereceler ise talebenin hocasına ters düşmesi ile elinden alınır ve sanki hiç görmemiş, okumamış gibi olur. İşte dînî ilimler ile fen ilimlerinin farkı budur."
"Tasavvuf ehliyim diyenlere bakarız. Eğer sözlerinde ve amellerinde İslâmiyete muhâlif hâller görülmezse onlara muhabbet ederiz. Eğer İslâmiyet'e aykırı hâlleri görülürse kendilerine tenbih ederiz. Dînin doğru olan hükümlerini bildiririz. Bozuk yollarını terk ederlerse iyi olur. Terk etmezlerse kendilerini sevmeyiz."
"Herkes hâlinin ne oldu?unu Şu hadîs-i Şerîf ile görsün: "Kalbin hayâtİ îmân iledir. Ölümü küfürledir. Sİhhati ibâdet ve tâat iledir. Hastalİ?İ günâhla meŞgûl olma iledir. Uyanİklİ?İ Allahü teâlâyİ zikretme iledir. Uyumasİ Allahü teâlâdan gâfil olma iledir."
"Üç kimse şeytanın ve askerinin şerrinden korunmuştur. Onlar da, gece gündüz çok zikir edenler, seherlerde kalkıp istiğfâr edenler ve Allahü teâlânın korkusundan ağlayanlardır."
"Gözden yaş çıkmamak kalp katılığından ileri gelir. O dahi günah çokluğundan gelir. Günah çokluğu ölümü unutmadan ileri gelir. O dahi uzun emel sâhibi olmasından ileri gelir. O dahi dünyâyı sevmeden ileri gelir. Dünyâyı sevmek ise bütün günahların başıdır."
"Bir günah ne kadar küçük olsa bile onu bir Şey sanmayİp, ne olur bundan dense, o ufacİk günah da?lar kadar büyür. En büyük günah da, bir daha iŞlememek üzere nâdim ve piŞmân olarak tövbe edilirse ve isti?fâr edilerek a?lanİrsa; "Günâhİna tövbe eden, günâhİ olmayan kimse gibidir." hadîs-i Şerîfi gere?ince cenâb-İ Allah onun günahİnİ affeder."
"Oturacak, kalkacak arkadaşların en hayırlısı, görüldüğü zaman, Allahü teâlâyı hatırınıza getirendir, onların sözleri ilminizi arttırır. Onların ameli âhireti aklınıza getirir."

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

ALLAH'TAN KORKAN O'NUN EMRİNİ TUTAR
Hadîs-i Şerîfte; "E?er bir kimse Allahü teâlâdan korkarsa, herkes ondan korkar. E?er Allahü teâlâdan korkmaz ise kendi herkesten korkar." buyrulmuştur.
Bu sebeple eğer bir kimseyi bilmek istersen kendisine sorma, yakınlarına bak. Eğer onun yakınları şerli ise araştırmaya lüzûm yoktur. Hemen ondan kaç. Eğer yakınları hayırlı ise ona yaklaş. Meselâ bir âlim etrafında toplanan talebelere ve bir şeyh etrafında toplanan dervişlere bakmalı, eğer bunların işlerinde İslâmiyet'e zıt hâller görülürse onların reisleri de gerek âlim, gerek şeyh, hiç şüphe yoktur ki, dünyâ ehlidir. Eğer halleri İslâmiyet'e tam uyuyorsa âhiret ehlidir.
Herkes neyi severse onun zikrini çok eder. Allah'ı seven Allah'ı, Resûlullah'ı sallallahü aleyhi ve sellem seven O'nu, evliyâyı seven evliyâyı çok zikreder, anar. Yâni hiç hatırından çıkarmaz. Nitekim çocuklarını, hanımını, tarlasını, bağını, bahçesini, parasını seven bunları hiç gönlünden çıkarmadığı gibi. Herkes kalbini yoklarsa kimi çok sevdiğini anlar. Herkes sevdiği ne emrettiyse onu cânı gibi yerine getirir. Bâzısını yapar, bâzısını yapmazsa sevgisi az, hiç tutmazsa sevmediği anlaşılır.
Bir kimse cümle evliyâya hüsn-i zan etse de içlerinden birine etmese Allah katında hiç birine hüsn-i zan etmemiş olur.

KAYNAKLAR

1) Mîzânü'ş-Şerîa Burhânü't-Tarîka; s.4-238
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.407 (34. baskı)

Haçkalı Baba

Haçkalı Baba
Kuş Mustafa, Beyaz Hoca, Büyük Hoca, Hoca Baba, Mustafa Tarhan evet Haçkalı Baba...

Mekke. Buhara. Erzurum. Trabzon Hayrat Dağönü köyü ve Düzköy. İslamı Tebliğ
yolunda Kutbuzzaman

 Molla Hasan Efendi, Hacı Durmuş (1700-1780), İbrahim Efendi ve Haçkalı Baba.
 Molla Hasanoğulları'nın Mekke'den başlayan yolculuğu.

Haçkalı Baba, Trabzon’un Hayrat ilçesinin Dağönü köyünde 1864 yılında dünyaya gelir.
 Babası Mollahasanoğulları’ndan İbrahim Efendi’dir.  O son devir Trabzon evliyalarındandır.
Oniki tarikatın şeyhidir.
İbrahim Efendi küçük yaşlardaki oğlu Mustafa ile birlikte Fahri İmamlık yapmak üzere
 Hayrat'tan ayrılıp Düzköy'e yerleşirler.
Zaman geçer. İbrahim Efendi bir gün bakar cemaat yok, oğluna:
-Oğlum sen geç imamlık yap der. O da mihraba geçer ve Allahüekber der demez
cami cemaat dolar, namazını bitirip de selam verince cemaat boşalır. Bunun üzerine
İbrahim Efendi oğlu Haçkalı Baba'nın sırtına vurarak tamam oğlum, tamam, sen tamamsın
artık tamam" der.
Bir gece. Mana dünyasında bir hal olur. "Kalk" denilir. Kalkar sabah namazını cemaatiyle
 kılar. Bir davet üzere acilen Çorum'a gitmesi gerektiğini belirtir, cemmatle helalleşir,
 gün henüz ışımadan yola koyulur. Cemaat hoca ayrılalı henüz bir kaç dakika olmuşturki,
 "biz ne yaptık hoca yanına yolluk almadan yola çıktı." Hemen bir çıkın hazırlayarak bir atlı ile
 peşi sıra göndeririler. Ancak, hoca dan ne bir ses ne bir işaret vardır. Sadece bir kuşun
kanat sesleri duyulmaktadır. Kuş batıya doğru uçmaktadır.
Çorumlu Mürşid-i Kamil Hacı Mustafa. Sabah namazını kılmış beklemektedir. Beklenen
Mustafa, bekleyen Mustafa. Trabzon'dan gelecek misafir beklenmektedir. Yüzlerce
insan Mürşid-i Kamil ile görüşmek üzere beklemektedir. Ancak O, O'nu beklemektedir.
‘’Trabzon’dan benim misafirim gelecek, o gelmeden hiçbirinizi kabul edemeyeceğim”
diyerek O'nu beklemektedir. Artık herkes  O'nu beklemektedir.
Haçkalı Hoca, Mustafa gelir. Huzura varır. Koşarak mı gelmiştir uçarak mı gelmiştir,
gelmiştir Mustafa, bir hal üzerine gelmiştir Mustafa. Huzura vardığında o Murşid-i Kamil
“Kuş Mustafa geldin mi?” diye hitap eder. Ona bir ismide artık Kuş Mustafa'dır. 
Çorum da dergahta Mürşidi Kamil Hacı Mustafa'dan mana ve maddi ilimlerden nasibini alır. 
Hocalarının arasında Trabzon Hatuniye Medresesi Dersiamları, Akçabatlı Veli Hakkı Baba,
 Gümüşhaneli İsmail Bey hocalar da bulunmaktadır. Maddi ve manevi ilimlerinin
 yanısıra Haçkalı Baba Arapça ve Farsça da bilmekte ve konuşmaktadır.
Haçkalı Baba iki kez evlenir. İlk eşi Emine Hanım, ikinci eşi ise Zehra Hanım'dır.
Emine Hanım'dan Zeliha (Haskız) adını verdiği bir kız çocuğu olur. Tek evladı Haskız Hanım'dır.

İlk eşi Emine Hanım aslen Tonya'lıdır. Emine Hanım genç kızken ciddi bir hastalık geçirir,
 erkek kardeşi Haçkalı Hoca'ya başvurur, 'kardeşimi ancak siz iyileştirirsiniz' diyerek
 onu Tonya'ya götürür. Hoca Baba Emine Hanım'ı görünce beğenir, "Sen yakında
 iyileşeceksin, sonra bana varır mısın?" der. Emine Hanım iyileştikten sonra Hoca ile evlenir.
Haçkalı Hoca 1949 senesinin Ramazan ayında Akçaabat’ın bir köyünde hastalanır. At ile
 şu anda yattığı makama Haçka (Düzköy) yaylasına götürülür. Odasında uzanmakta, hastadır.
 Tek evladı Haskız babasının başını kucağına almıştır. Pencere açık. Bir kuş küçük bir kuş.
Gelir göğsüne konar Haçkalı Baba'nın. Ne yapsalar ne etseler göğsünden uzaklaştıramazlar
 kuşu. 3 gün boyunca son nefese kadar Haskız ile birlikte o da orada bekler. Ramazan
ayının dördüncü günü. Hakka kavuşur. Cenaze yıkanırken göğsünden uçar. Yıkama
işleminden cenaze toprağa verilene kadar, kaçmaz. Ne ederlerse etsinler
Haçkalı Baba'yı bırakmaz. Kuş... Kuş Mustafa.
Sigara
Haçkalı Baba sigaraya son derece karşıdır. Gelecekte sigaraya hizmet eden tütüncülerin
aç kalacağını, mısır-fasulye ekenlerin kârlı olacağını söyler. Bir müddet sonra Iran da kıtlık
olur. dediğini yapanların Iran’a mısır ve fasulye satarak zengin olur.

Birkaç kişi yaylaya gelir. İçlerinden biri Hocaya bal hediye getirir. Niyeti sigara
hakkında soru sormak. Dergaha gidilir, oturulur. Slgara konusunda nasıl soru soracağız
diye düşünürlerken Haçklalı Baba onların bu haline vakıf  olur  ve sorar.

-Oraya bıraktığınız nedir?
-Baldır.
-Siz nasıl bal yaprsınız?
-Bizim petekler vardır. İçerisine arılar konur. Senede bir bunları sağarız.
-Nasıl sağarsınız, bunlar adamı vurur?
-Biz bir yama yakarız. Deliğin içine duman üfleriz. Geri çekilirler, önden balı alırız.
-Sende sigara çektiğin zaman imanda geri çekilir.
Vurun Aslanlarım Vurun
Birçokları da Haçkalı Babayı Kurtuluş Savaşı'nda gördüklerini söylemişlerdir.
 Hatta savaşta biliniyorken Pazarkapı Ofisi'nin önünde buğday çuvallarını süngüleyerek
 "vurun aslanlarım vurun. Elhamdülillah zaferi kazandık" diye haykırdığına ve sonra
ortadan kaybolduğuna şahit olanlar vardır.

Lakabı "Kuş 'Mustafa" olan, hocasının yanına kuş gibi uçup gittiği bilinen; Kurtuluş
savaşında, Cuma namazında, Moloz'da, Pazarkapı'da ve daha birçok yerde mantıktaki
zaman ve mekan kavramlarını aşarak birden görünmüştür. 
Haçkalı Baba gönül dostlarından ve Trabzon'un manevi mimarlarından
Haçkalı Hoca Efendiye dair en çok nakledilen menkıbelerinden biri de Akçaabat’a
arabaya binmediği halde, araba Moloz’a geldiğinde yolcuların arabaya binmeyen
Haçkalı Hocayı arabadan önce Moloz’a gelmiş olarak görmeleridir. Tabi ki o zaman
Moloz diye bir mahalle veya semt yoktu. Tasavvuf merkezlerinden biri olan
Pazarkapı Mahallesi’nin tertemiz ve surları okşayan masmavi ve yem yeşil
güzelliklerle insan ruhuna Allah'ı zikrettiren sahili vardı.
Yağmur Duası
Maçka'da kurak bir günde halk kendinden yağmur duası yapmasını ister.
Haçkalı Baba hemen bir bakkala girip elini tereyağına sürer. 
"Yağ yağ" der. Bakkaldan çıkmadan şiddetli bir yağmur başlar. Dinmeyip tahribat
 yapınca yine bakkaldan bir avuç ceviz alıp kuru cevizleri sokağa fırlatır, "Yağma yağma" der
ve yağmur herkesin gözleri önünde diner.
Ağa
Bir gün Maçka'da köprü ayağında dinlenirken halk etrafına toplanmış. O sırada içkici biri
olan Mehmet Ağa çıkmış gelir. 
- Burada yine halkı ne kandırıp duruyorsun?" der. 
Hoca Efendi cevap vermez. Halk 
- Sohbetini dinliyoruz, der. Mehmet Ağa, kalmaz, yoluna devem eder. gideri
Yolda Haçkalı Baba bir ev görür.
- Bu ev şenlik midir, ıssız mı?" diye sorar. 
Halk:
- Şenliktir hocam, der. 
Hoca Efendi:
- Ben burayı çok ıssız görüyorum, der. 
Birkaç gün sonra o evi ve o eve giden Mehmet ağayı sel alıp orada boğmuştur.
Testi
Sinoplu bir balıkçı Trabzon'a gelerek kayığını Moloz'da rıhtıma çekip Orta Hisar'da
 camiye namaza gider. O sırada fırtına çıkmıştır. Kayıkçı değerli su testisinin
kırılabileceğini düşünür. Haçkalı Baba kulağına eğilerek:
-Korkma, testine bir şey olmaz" der. 
Adam namazdan sonra motorunun yanına koşmuş ki su dolu testiye hiçbir şey olmamıştır. 
Çocukçuk
Maçka’ya saralı çocuklarını götürürken yukarıdan aşağı Haçkalı Hoca'nın geldiğini gören
 yakınları "Hocam iyi ki sana rastladık. Su çocuğun hali kötü" demişler. O da herkese
kaba davranan asabi çocuğu kucağına alıp "A benim deli çocukçuğum, a benim deli
çocukçuğum" diye mırıldanarak çocuğun saçlarını okşayınca zaptedilemeyen çocuk,
kendine gelip sapasağlam olup yürümeye başlamış. Böylece oradan geri dönüp hocaya
teşekkür ederer.

Cünübe selam verilir mi
1949. Haçkalı Baba'nın son dönemleri. Bir delikanlı cünüp vaziyette. Gusül için
Ortahisar yokuşunda Cifte Hamam'a gidiyor. Caminin önünden geçip meydan
tarafına doğru giderken dört yol ağzında Hoca ile rastlaştır. Selam verir. Hoca delikanlının
 selamımı almadan yoluna devam eder. 
Delikanlı kızar. Koşar  bağırır.Öfkeyle:
-Güya da Hoca, Haçkalı Hoca. Selam verdik almadı, diye etraındakilere sesli sesli söylenir.
Hoca delikanlının dediğini duyarak geriye döner ve delikanlıya:  
-Cünübe selam verilir mi oğlum?" diye bağırır. 
Delikanlı şaşkın ve mahcup halde O'nun büyüklüüünü kabul eder.
Git orada ziyaret et
1994'lerde Haçka'ya giden bir polis memuru Haçkalı Hoca'nın evini sorar.
O tarihten 45 sene evvel Hakka yürüyen Haçkalı'nın evi sorulunca:
-Hayırdır, Haçkalı'yı nerden tanıyorsun? diye sormuşlar.
-Güneydoğu'dan, demiş polis memuru.
-Güneydoğu?
-Evet! Urfa, Mardin, Diyarbakır!
Ne iş yaparsın?
-Polisim.
-Hocayla işin ne?
-Oradaki çatışmalarda kendisinden çok yardım gördüm. Eğer o yardım etmeseydi,
beni hastahaneye götürmeseydi, Allah bilir ya şimdi çoktan ölmüş olacaktım.
Kendisine teşekküre geldim.
Polis memuru böyle söyleyince, Haçkalı Hoca'nın akıl sır ermez işlerine az
çok âgâh ve âşinâ olan Haçkalılar, Haçkalı'nın Haçka'daki cami ve türbesini göstererek:
-Gazan mübarek olsun evladım, Haçkalı Hoca, işine gücüne akıl sır ermez bir ermişdir.
 yıllar evvel Rabbisine varmıştır. İşte camisi ve türbesi. Git orada ziyaret et.
Senin gördüğün onun ruhaniyetidir, demişler.
Bir Lira

Muhammed Aydın (Kaba Hafız) anlatıyor.

Bir gün köyümüz İskenderli köyünden Haçka yaylasına Haçkalı Baba'yı ziyarete gitmeye
niyetlendim.
 Eşten dostdan boş gitmiyim diye bir miktar para topladım. Bir para kesesi yaptım ve
dostlardan topladığım beş, on kuruşları içine koydum. Bende kendi paramdan bir lirayı
içine attı
m.
Yayla yolunda giderken, "Parayı vereceğim ama Haçkalı Baba benim bir lira koyduğumu
bilse..." diye, diğerlerinden fazla para koyduğum için nefsani bir düşünceye kapıldım.
Yaylaya gittim emaneti verdim. Sabahleyin evinde ateşin başında müridleriyle otururken
Haçkalı Baba birden ceplerinde birşey aramaya başladı ve kendi kendine "Ya bir molla
bana bir lira verdi ama nereye koydum bulamıyorum." dedi. Bu sözü bana söylediğin
 anladım
ve çok utandım.  
 Eşek  Sensin
Adamın biri Hocaya şunu sorar; "Benim bir yeminim var. Bir evladım olursa eşşekle
 minareye çıkacağım. Ne yapmam lazım?" Hocalar aciz kalır. Nihayetinde Hoca Babaya
gönderirler.
Yaylaya çıkar ve Haçkalı Babaya sorusunu sorar;
-Peki sigara içtin mi?
-Evet.
-Kumar oynadın mı?
-Evet.
-İçki içtin mi?
-Evet.
-Eşşek sensin. Çocuğu sırtına al, çık minareye.

Hac Müjdesi
Refik Yıldız anlatıyor.
Sabaha karşı bir rüya gördüm. Haçkalı Baba evimize doğru geliyordu. Bende
onu karşılayıp evimize davet ettim. Davet ederken "Haçkalı Baba, hoş geldin.
Buyrun." dedim. Ben onu hiç görmediğim için bana şöyle dedi;
- Sen beni nerden tanıyorsun?
- Bizim evimizde resminiz var ordan tanıyorum. Dedim.

Bana cebinden bir kağıt çıkartıp gösterdi. Kağıtta bir sürü isim yazılıydı.
İsimlerin içinde benim adımda vardı. Bana;
"Bu liste bu sene Hacca gideceklerin listesidir." dedi. İmkanım ve niyetim
yok iken o sene Allahbana Hacca gitmeyi nasib etti.
Kukulikuuu
Mehmet atalay (Havroğlu Hafız) anlatıyor.
Bir gün bulunduğum İskenderli köyünden Haçkalı Baba'ya gitmek istedim.
 Fakat yol uzun olduğu için yanıma bir arkadaş almak istedim. Bir mürid
arkadaşıma teklif ettim bana "Gelmem" dedi.
Gelmesi için çok ısrar ettim ama o inatla "Gelmeyeceğim" dedi bana. Israrlarıma
 devam edincebana;
"-Dün bahçeden tavukları kavalarken taş attım ve bir horozun kafasına
denk geldi, öldü. Ben bununiçin yanına gitmeye utanıyorum.Çünkü anlar onu." dedi.
Ben yine de gelmesi için ısrar ettim ve ikna oldu. Yaylaya beraber çıktık.
Yaylanın düzlüğüneçıktığımızda karşıki kırandan (tepeden) Haçkalı Baba bizi gördü
. Görür görmez de bir muddet"Kukulikuuu...." diye seslendi. Arkadaşımda bana
"Ben sana dememiş miydim?" diye sitemde bulundu.
Bozulmuş Yiyecekler
Akçaabat'ta eczacılık yapan Sıtkı Ocak'ın dedesi Hoca'yı yakından tanımakta
 olup annesi ve dayısı onun elinde büyümüşlerdir. Annesi Asiye Ocak Hoca'nın
hizmetini görür, onun saçını sakalını yıkar, yedirip içirirmiş. Bir gün Hoca
aniden gelmiş. Asiye Hanım ona ikram edebileceği yemeği olmadığından içinden
'gidip komşudan yağ, yumurta, ekmek alayım' diye düşünüp kapıdan çıkarken, 
Hoca; 
-Kızım Asiye gel, dolapta ekşimiş fasulye ile ekşimiş yoğurt var. Onları bana getir, der. 
Asiye Hanım bunları nereden bildiğini düşünüp, şaşırır ve bozulmuş yiyecekleri getirir.
 Hoca iki yemeği birbirine karıştırıp içine tükürdükten sonra yer. 
Ruslar
Trabzon'un Ruslar tarafından işgali (1916) sırasında Haçkalı Hoca ve ailesi ile
Temel Tarhan ve ailesi yaya olarak Adapazarı'nın Hendek İlçesine kadar gelirler.
 Orada tahminen 1 yıl kalırlar. Bu sırada Haçkalı Hoca; 
-Ben o vilayeti ağuladım, Ruslar orada barınamaz. Der ve dua edermiş. 
Bir gün Temel Tarhan'a ; 
-Hazırlığını yap, bir aya kadar Ruslar gidecek, der ve dediği zamanda Ruslar
Trabzon'dan çekilir.
Nişanlın Bekliyor

Haçkalı Hoca'nın ikinci eşi Zehra Hanım'ın yeğeni Ali Şenel'in anlattığına göre; 
Kız kardeşlerim Sevim ve Taliye gibi ben de Hoca'nın evinde büyüdüm. 
Trabzon lisesi'nde okuduğum dönemlerde; 
-Oğlum Ali, niye avara (boş) geziyorsun? Giresun' da nişanlın seni bekliyor.
Diye takılırdı. 
O günlerde bu takılmalara şaka gözüyle bakıyordum. 
Askerlikte yedek subay olarak Giresun'a düşünce, orada askerlik yaparken
 Giresun' lu eşimle tanıştık ve orada evlendik. 
Onun işi bitti
Sevim Eyüpoğlu'nun anlattığına göre; 
Bir gün bir kadın geldi, üzüntü ve telaş içinde: 
-Çocuğum çok hasta! Bize gitsek de onu bir okusan Hoca Baba! Diye yalvar
 yakar yırtınınca, Hoca Baba; 
-Hiç bir şey yapılamaz kızım, onun işi bitti! Dedi. Kadın ağlayarak gitti. 
Biraz sonra öğrendik ki çocuk o anda ruhunu teslim etmiş. 
Zürriyet Göremiyorum
Haçkalı Hoca'nın torunlarından Süleyman Kazancı'nın anlattığına göre; 
Bir çok insan kendisine evlenmeden veya bir işe girişmeden evvel o
olayın hayırlı olup olmadığı şeklinde sorular sorarmış ve kendisi bir müddet
düşündükten sonra cevabını verirmiş. 
Trabzon Lisesi Beden Öğretmenlerinden birisi Haçkalı Hoca'ya gelerek
evleneceğini ve bu evlilikte hayır olup olmadığını sormuş. Haçkalı Hoca ona; 
  -Evliliğin hayırlıdır fakat zürriyet göremiyorum... demiş. 
  Gerçekten de öğretmenin evliliğinden hiç çocuğu olmamış. 
Şeker 
Haçkalı Hoca'nın ikinci eşi Zehra Hanım'ın yeğeni Sevim Eyüpoğlu'nun
 anlattığına göre;

Çocukluğumuz ve gençliğimiz Hoca'nın evinde geçti. O zamanlar
iki katlı bir evde oturuyorduk. Hoca alt katta otururdu. Ben üst
 kattaki odamda otururken okul için para lazım oldu. Yanımdaki
hizmetçi kıza Hoca'ya gidip benim için para iste dedim. Hoca
biraz celalli olduğu için ben isteyemez ve çekinirdim. Hizmetçi Hoca
'dan para isteyince, Hoca;

 -Eyvah! Kızcağız kırk yılda bir para istedi, bugün de bende para yok! demiş.

Ben oldukça kızdım ve;

 -Herkese para veriyor, bana gelince yok diyor! Dedim ve hizmetçiyi
 tekrar Hoca'ya yolladım.

Hoca bana bir kese kağıdının içinde bir parça peynir şekeri
 gönderdi. Sebebi neydi bilemiyorum ama Hoca'nın cebinden
 peynir şekeri hiç eksik olmazdı.

 Hizmetçi;

-Sana şeker gönderdi deyince! Sinirlenerek, kese kağıdını duvara fırlattım
 ama fırlatmamla birlikte gözlerim fal taşı gibi açıldı. Çünkü paketin içinden
şangır şangır para saçıldı. Bir sürü ıslak ve yağlı para. Zannedersem iki yüz
tane para ama o tarihler için çok kıymetli bir para. 
Kız Evladı
İstanbul Üsküdar'da oturan Maçkalı Abdullah Kurşunoğlu'nun anlattığına göre;

 Tarlada bir gün bel bellerken Haçkalı Hoca'nın müridlerinden iki
 arkadaşım yanıma geldiler. Haçkalı Hoca'nın yanına gideceğiz dediler
ve üç saatlik yolu yürüyerek birlikte gittik. Haçkalı Hoca'nın misafir
olduğu evin çocuğu ile biz daha yoldayken Hoca bize haber salmış:

 -Gidin onlara söyleyin, şu yeni gelen benim yanıma gelmesin...

 Onun üzerine arkadaşlara ;

 -Siz onun müridisiniz, siz girin. Beni istemediği için ben burada durayım...
 diyerek taşın üzerine oturdum.

Arkadaşları içeri girince Hoca'ya yalvarıp onu da içeri almasını istemişler.

İçeri girince eline kapanıp af diledim. Dedi ki:

-Sen domuz gibi adamsın!... Nasıl oluyor da kız evladını dövüyorsun?
 Anaya babaya en yakın kız evladıdır... dedi.

Gözleri kapalıyken bunları söyledi. Hakikaten ben kızımı dövüyordum.

Ondan sonra eline ayağına kapanıp tövbe ettim.


Kaynaklar:

1) Trabzon Evliyaları, Mustafa Yazıcı, KTU Oğretim Görevlisi, Trabzon – 1995, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları-17
2) Haçkalı Baba, Mustafa Özdamar
3) Haçkalı Baba Kültür Yardımlaşma Derneği
4) Haçkalı Baba, www.hackalibaba.com
6) Haşim Albayrak