KARIŞIK

25 Ocak 2016 Pazartesi

Şeyh İsa Dede Galata Mevlevihanesi-Beyoğlu-İstanbul

Şeyh İsa Dede
Galata Mevlevihanesi-Beyoğlu-İstanbul




Kamber dede Adıyaman–Merkez–Kındırali köyü


Kamber dede 
----Adıyaman–Merkez–Kındırali köyü
Ceddim Muhammed Alidir
Seyyid Mahmut Hayranidir
Pirim Bektaşi Velidir
Kamber dede derler bana


Kamber Dede Türbesinin Yeri: Adıyaman İli Merkez ilçesine bağlı Kındırali Köyünde türbesi vardır.

Kamber Dede Kimdir: Kamber Dede Kurayşen Ocağına bağlı bir pirdir. Aleviler tarafından eren olarak tanınır. Soyu İmam Hüseyin soyuna dayanmaktadır. Hıdırsor Aşiretinin yerlisidir. Kamber Dede taliplerini evlatlarından dahi üstün tutardı, bu yüzden bağlı olduğu aşiretlerde hakemlik yapar, bütün sorunları çözermiş. Kendisi hem Dede idi, hem de Ağa idi.  

Türbenin Durumu: Türbenin durumu hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur.

Ziyaret Nedeni: Kamber Dede sağlığında sırt ağrısı için yanına gelenlerin sırtına terliğiyle vurarak iyi edermiş. Bu yüzden aynı dertten şifa bulmak isteyenler türbeyi bugün de ziyaret etmektedir.

Menkıbeler: 1-) Kıbrıs Savaşında kendisini görenler vardır.

Kaynakça: İsmail Celalettin Yaşar –Adıyaman İl ve İlçelerinde Evliya Anlatıları -2010 / Adıyaman Uluslar arası Safvan bin Muattal ve Ahlak Sempozyumu -2013

24 Ocak 2016 Pazar

Sümbül Efendi

Sümbül Efendi 








Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı'nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan'dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey'dir. 1475 - 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon'da yaptıktan sonra, İstanbul'a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)'in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi'nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O'na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.
Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife'nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan'la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, "bu süfîlerin meclisinde ne bulursun" diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı "işte bizim efendimiz geliyor" deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; "plav aşıkı bir süfîye benziyor" der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. "İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver" diyerek. Sinan'ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan'a dönerek; "dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler" deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan'ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan'ın başını dizine alarak, "getirin benim tenkitçi Sümbül'ümün feracesini, kendi elimle giydireyim" derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.
Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi'nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, "Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?" deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer. Sümbül Sinan
Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O'nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi'nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır'a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.
II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul'da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife'nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke'ye gelmesi için Mısır'da butunan Sümbüî Sinan'a Mekke'ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi'nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul'a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul'a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.
Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur'an-ı Kerim'i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan'ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça'yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı.
Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 - 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529'dur. Cenaze namazı Fatih camii2nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Kocamustafapaşa'daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa'nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi'nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.
Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa'nın türbesi vardır. Rıza Paşa'nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.
Kaynak ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları














Evliyalar'ın fotoğrafı.

Kakh-ı Ali Gapu ısfahan

Kakh-ı Ali Gapu ısfahan
Kelime anlamı Ali’nin kapısı demek olan bu saray 6 katlı yapısıyla meydana hakim durumdadır. Kraliyet ailesi, bu saraydan meydandaki faaliyetleri, şenlikleri izlerdi. Yüksek balkona çıkarsanız meydanın genel görünüşünü görebilirsiniz. Arka tarafta bulunan odalardaki dekorasyon da görmeye değer.
ali gapu
Ali Gapu Sarayı

Şah-e Çerağ Türbesi

Şah-e Çerağ Türbesi 
Şiiliğin önemli isimlerinden ve 12 imamdan biri olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyid Emir Ahmed 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüş. 14. yüzyılda O’nun anısına mezarının bulunduğu yerde bu türbe yapılmış. Şii’liğin en önemli ziyaret yerlerinden biri olan bu türbe, gerçekten çok güzel dekore edilmiş.
sah_e cerag
Şah-e Cerag türbesi dışardan görünüşü
İsmi “Işıkların şahı” olarak çevrilebilen bu türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile mozayik şeklinde işlenmiş. Küçücük bir ışık kaynağının bile milyonlarca ayna üzerinde değişik şekillerde yansıması, mozolenin gümüşten korumalarının parıltıları, türbenin çeşitli yerlerinden gelen yeşil ve sarı ışıkların beyaz ışıkla karışıp yansımaları, sürekli ziyaretçi akını, birçok kişinin burada namaza durması veya açıkça ağlaması, yarı karanlık ortamda mistik atmosferi aşırı derecede yoğunlaştırıyor. Dini inancınız ne olursa olsun, türbenin içine girdiğinizde ister istemez bir huşu, hüzün, ihtişam, eziklik ve hayranlık gibi karışık duygular hissedebilirsiniz. Bu türbedeki ortamdan etkilenmemeniz neredeyse imkansızdır.
sah_e cerag
Şah-e Cerağ türbesi içeriden görünüşü

Türbe binasının önündeki geniş bahçede bir süre oturarak etrafı seyredin. Ana binanın altın kaplı kubbesi; duvarlardaki eşsiz mavi çiniler ve mozayikler; ‹ran’ın her yerinden gelmiş ziyaretçileri, genelde siyah çarşaf giymiş kadınların oradan oraya koşuşturmalarını ve kadın erkek birçok ziyaretçinin içeriden ağlayarak çıkmalarını seyrederek burada uzun süre kalabilirsiniz.
Şah-ı Çerağ türbesinin bizim kameramızla çekilmiş görüntüleri aşağıdadır :
Türbeye giriş ücretsiz. Erkekler ve kadınlar ayrı kapılardan giriyor ve birbirinden tamamen ayrı mekanlarda ziyaretlerini yapıyor. Ancak, mozolenin her iki yanında da uygun bölümler hazırlanarak her iki grubun da mozoleden eşit miktarda faydalanması sağlanmış. Kadın ziyaretçilerin “çadoor” denilen siyah çarşaf giymeleri şart. Çarşafı olmayanlara girişteki bölümde emanet olarak veriliyor. Görevli bayanlar, nasıl giyileceğini ve yürürken, dolaşırken çadoorun nasıl kontrol altında tutulacağını öğretiyor.
Sah-ı Cerag
Şah-ı Çerağda kadınlar bölümü
Türbeye girerken ayakkabılarınızı çıkarıp emanete bırakmalısınız. Fotoğraf çekmek içerde yasak fakat avluda serbest. Flaş kullanmamak şartıyla gizlice fotoğraf çekmeyi de deneyebilirsiniz. ‹çerisi çok kalabalık olduğu zamanlarda farkedilmeyebilir.

İRAN'DA DİN

İRAN'DA DİN
İran, kökleri tarihin derinliklerine kadar giden üç semavi dinin kurulduğu ve geliştiği bir coğrafyadır. Birçok kişi bu dinler arasında müslümanlığın da var olduğunu sanabilir, ama yoktur! Bab’îlik dinini kuran Bab (sonradan bu dinin devamı sayılacak olan Bahaî’lik); Zerdüştlük dinini kuran Zerdüşt; Mani ve Mazdek dinlerini kuran Mani, bu topraklarda doğmuş ve yaşamıştır.

ŞİİLİK

“Şii” sözcüğü anlam olarak “taraftar” demektir. Şia ise “Taraftarlık anlamına gelir. Muaviye karşısında Hz. Ali taraftarları için kullanılan bu sözcük, kısa zamanda bu mezhebin ismi olmuştur. Türkçede “Şii” olarak bilinen bu terim, yabancı dillerde ve özellikle İngilizcede “Şia” şeklinde söylenmektedir.

Müslümanlık içindeki bu en önemli ayrılık Hz. Muhammedin vefatından sonra kimin “halife” ya da “imam” olacağı üzerine ortaya çıkmıştır. Burada sözü edilen imam; “lider, başkan” anlamındadır. Şiilikte “imam”, toplumu ve devleti yönettiği gibi müslümanların da dini lideridir ve en iyi Kuran-ı Kerim tefsirlerini de onun yaptığına inanılır.

Şiiler, Kuran-ı Kerim’den bazı ayetlerde imamlara inanmayı emreden bölümler bularak düşüncelerine dayanak da sağlamışlardır.

Şiilere göre Hz. Peygamberin halefinin belirlenmesi konusu, peygamberin “Hz.Ali’yi” kendi yerine bizzat tayin etmesiyle netleşmiştir. Geleneğe göre her imam, kendisinden sonraki imamı belirler. Sunnilere göre Hz. Peygamber ve Kur’an bir halife tayin ETMEMİŞTİR. Halifenin, ‘imam’ın ya da devlet başkanının nasıl seçileceğini topluma bırakmıştır. 
ali
İran'ın her yerinde bol bol Hz. Ali posteri bulunur.

Şiilere göre ise Allah ve Peygamber tarafından tayin edilen ilk İmam, Hz. Ali’dir ve onun soyundan 11 imam daha gelmiştir. Bu imamlar : Hz Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed et-Taki, Ali en-Naki, Hasan Askeri ve onikinci imam olarak da Muhammed el-Mehdi.

Safevi kralı Azeri kökenli Şah İsmail, yedinci imam olan Musa Kazım’ın soyundan geldiğini iddia etmiştir.
esmail
Şah İsmail
Aşağıdaki tabloda 12 imamın isimleri, doğum ve ölüm tarihleri ve defnedildikleri yerler verilmiştir. 12. İmam olan Muhammed el-Mehdî, şu anda gaybtadır, yani görünmezdir ve bilinmeyen bir tarihte Mehdî olarak gelecek ve zulümleri kaldırıp, adaleti kuracaktır.. 
1Hz. Ali599-661Necef, Irak
2Hz. Hasan624-670Medine, Suudi Arabistan
3Hz. Hüseyin626-680Kerbela, Irak
4Zeynel Abidin658-713Medine, Suudi Arabistan
5Muhammed el Bakır670-743Medine, Suudi Arabistan
6Cafer-i Sadık699-765Medine, Suudi Arabistan
7Musa el-Kazım745-799Bağdat, Irak
8Ali er-Rıza765-818Meşhed, İran
9Muhammed et-Taki810-835Bğdat, Irak
10Ali en-Naki827-868Samarra, Irak
11Hasan Askeri846-874Samarra, Irak
12Muhammed Mehdi868 - ?Gaybda

Şii’lerin gözünde oniki İmamın sözleri ve davranışları Peygamberinkiler kadar değerlidir. Oniki imam Allah tarafından vahiy alır, günah işlemez ve yanılmaz. Böylece Şiilik’te İmam’lık bir iman konusu haline gelmiştir. Şiiler, iman’ın şartları arasına 12 imama inanmayı da eklemişlerdir.

İmamlık sadece ruhanî veya dünyevî bir makam değildir ve imama uyulması Allah’ın emridir. İmamların buyrukları Allahın emri; yasakları da Allah’ın yasaklarıdır. Şiilikte dini ve siyasi otorite birbirinden ayrılmaz. Bu durumda “Oniki İmam” ve “Mehdi”nin yeryüzündeki vekili en üst düzey Şii uleması, diğer adıyla “Ayetullah” tır. Ayetullah makamındaki bir kişinin sözü, Allah’ın ayeti kadar güvenilir ve sağlamdır.

Şiilikte din adamları zamanla çok büyük karizma ve güç kazanmıştır. Tarih boyunca imamların gücü ile devlet adamlarının gücü karşı karşıya gelmiş durumdadır. Şiiler tarih boyunca devlet kurumu ve siyasi iktidarın, İmamlardan gasp edildiğini düşündüler. Bu durum, en sonunda İran İslam Devriminde, siyasi iktidarla dini yönetimin tek elde toplanmasıyla çözüme ulaşmış oldu.

Sosyal yapı olarak da Şiilik, öteki mezheplerden çok farklıdır. Örneğin Şiilikte zekât, ulema tarafından toplanır ve ulemalar eliyle dağıtılır. Başka mezheplerde ise zekâtı ya devlet toplar ya da zekat veren doğrudan doğruya istediği kişiye verir. Şiiliğin bu özelliği ile Ulema, müthiş bir sosyal güç kazanmıştır. Bu geleneğin tarih boyunca gelişmesiyle devlet giderek zayıflamış, vergi bile toplayamaz hale gelmiştir. Ulema ise vakıflar aracılığıyla siyasi otoriteden bağımsız kalabilmiş ve büyük bir ekonomik güç haline gelmiştir.
ali tasi
Şii'ler namaz kılarken alınlarını mutlaka taşa koyarlar. Camilerde halı da kaplı olsa hazır bulundurulan bu taşları kullanırlar. Bu taşa kazılı olan şekil ve dualar alınlarına çıkar.
Din figürü İran topraklarında sürekli olarak hep ön planda olmuştur. İran coğrafyasında yer almış olan dinlerin ve inanışların tarihini şöyle sıralayabiliriz.

Akamenidler döneminde (M.Ö 464 - 331) Zerdüştlük, devletin resmi dini olarak kabul edilmiştir. İranlı Partlar da Zerdüştlük dininin yayılmasında çok büyük rol oynamışlardır. M.S. 226 yılında Sasani devletinin kurulmasıyla diğer inançlara karşı (Musevilik, Budistlik, Brahmin inancı, Hıristiyanlık ve Mani Dini gibi) baskılar uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde devlet ile din kurumu arasında çok güçlü bağlar kurulmuş, din adamları, devletin bütün işlerinde belirleyici olmaya başlamıştır. İran coğrafyasında gelenekselleşen din-devlet içiçeliğinin temelleri belki de bu dönemde atılmıştır. Dini eğitim, bu dönemde standartlaşmış, dini ilkeler net olarak belirlenmiş ve bu ilkelerin dışındaki düşünce ve inanışlar yok edilmeye çalışılmıştır.
kus
Zerdüştlerin sembolü Kuş Adam
İran coğrafyasında gerçekleşen din temelli savaş ve çatışmaları şöyle sıralayabiliriz. 641 yılında Arap işgali ile Emeviler ve Abbasiler, Zerdüştleri ve daha sonraları Şiileri, Sabii inancı sahiplerini ve Haricileri kıyıma uğratmıştır. Türklerin İran’a hakim olmalarıyla özellikle Şiilere (Gali ve Ilımlı olanlara) baskılar yapılmıştır. Azeri - Safevi devleti kurulduğunda 12 İmamlı Gali Şiiliği ve Kızılbaşlık resmi din ilan edilmiş, Sunniler, Zeydiler ve hatta İsmaililer kıyıma uğratılmıştır. Azeri Şah Abbas, başa geçtiğinde 12 İmamlı Caferi İmamilik resmi din olmuş ve en başta 12 İmamlı Gali Şiilerden Kızılbaşlar ve Bektaşiler katledilmiştir. 19. yüzyılda Babî’ler ve Bahaî’ler katliama uğrayan gruplar olmuştur.

(Kızılbaş ismi Sultan Heyder’in 12 İmam anısına taktığı 12 dilimli Kırmızı başlıktan ve Şah İsmailin ordusunun taktığı Kırmızı Başlıktan (kızılbörk) gelmektedir.)
* Şah İsmail diyor ki :
“Üreği dağ olmayınca bağrı qanlı le’l tek;
Heç kimin heddi yoxdur Qızılbaş olmağa”


(Bağrı kana bulanmış lal gibi, kızgın demirle yüreği dağlanmadan, Kızılbaş olmak, hiç kimsenin haddi değildir.)


veya

“Qırmızı taçlı bozatlı Qaziler, Şah menem.”

20. yüzyıl başlarında özellikle İran Azerilerince laik devlet düşüncesi geliştirilmeye çalışılmıştır. Ancak Azeri kökenli ve Kızılbaş inançlı Kaçar Hanedanlığı bir darbe ile yıkılmış ve Fars kökenli Pehlevi rejimi kurulmuştur. Bu dönemden sonra devletin resmi dini İmamî (Caferî) olarak belirlenmiştir. Anayasa’da adı geçen Hristiyanlık, Musevilik, Zerdüştlük, Sünnilik ve Zeydîlik gayrıresmidir ama tanınmıştır. Ehli Hak olarak bilinen 12 İmamlı Gali Şiilik (Alevilik), Bahaîlik, Yezidîlik, İsmailîlik, Sih Dini ve Hindu dini gayrı resmidir, tanınmamıştır, yasadışı sayılır ve herhangi bir yasal hak ve hukuka sahip değildirler.

Azeri kral Şah İsmail’in İran’ın resmi mezhebi olarak ilan ettiği mezhep, 12 İmamlı Gali Şiilik (Kızılbaş - Bektaşi) inancıdır. Günümüz İran devletinin resmi olarak kabul ettiği mezheb ise 12 İmamlı Ilımlı Şiilik olan İmamî - Caferî mezhebidir. Bu ikisini birbirine karıştırmamaya dikkat edin. Bu iki mezhep arasındaki ayırım o kadar keskindir ki Caferî din adamlarına göre Gali Şiilik mürtedlik yani din dışılıktır.

ETNİK TEMEL AÇISINDAN ALEVİLİK

Türkiye’deki bütün 12 İmamlı Gali Şiilere “Alevî” dendiği gibi İranda da etnik kökenleri ne olursa olsun bütün 12 İmamlı Gali Şiileri “Ehlihak” adı altında birleştirme eğilimi vardır. Biz sitemizde Türkiye’deki 12 İmamlılarla (Alevilikle) karıştırılmaması için Gali Şiilik veya Ehlihak inancı ismini kullanacağız.

12 İmamlı Gali Şiiliğin Türkî ve İranî kolları arasında çok belirgin olan farklar şunlardır:

- Türki (Azeri) kolda Hz. Ali merkezi bir rol oynuyorsa da İrani (Kürt, Lek, Guran vs.) Hz. Ali çok sevildiği halde merkezi bir şahsiyet değildir.

- Türki kol Panteizm, Vahdet-i Vücut, Hurufilik, Ahilik gibi felsefeleri sentezleyebilmiş ve önemli bir literatür geliştirebilmiştir (Nesimî, Şah İsmail, Fuzulî gibi). İrani kol ise daha çok dervişlik, mistik düşünceler ve tasavvuf tarikatları düzeyinde kalmış ve dinî - ebedî konularda fazlaca eser yaratamamıştır.

- Türki kol, tarih boyunca sosyal başkaldırıların ve demokratik hareketlerin önderi olmuştur (Hurremîlik, Hurufîlik, Kızılbaşlık vs. gibi). Zamanla Karakoyunlu, Safevi ve bir ölçüde Afşar, Kacar Devletlerini kurarak devlet geleneğine ulaşmıştır. İrani kol ise dervişlik ve sofuluk düşüncelerini ancak yerel düzeyde sürdürebilmiştir.

- “Kadına bakış” açısından Türki kolda kadın - erkek hemen hemen aynı eşit statüye sahiptir, kadınlar dinî törenlere katılabilir, türban takmaz, çok eşlilik yoktur. İrani kolda ise dinî törenlere kadınlar giremez, türban takmak zorundadır ve çok eşlilik vardır.

İmamilerin Ehlihak inancına karşı davranışları

Ilımlı Şiiler (Caferîler ve Zeydîler), Alevi ve İsmailîleri Şii olarak kabul etmezler. Fakat Aleviler kendilerini Caferî sayarlar. Bunun nedeni şudur : Kızılbaşlar Ramazan ayında oruç tutmaz, sadece Muharrem ayının ilk 12 günü oruç tutarlar. Bunu da Sunniler gibi değil Caferiler gibi tutarlar. Namazları da 5 vakit değil, Caferîler gibi 3 vakittir.

Azeri - Safevi kral Şah Abbas döneminde Kızılbaşlara büyük darbe indirilmişti. Hükümet, sofuları başkent olan İsfehandan sürdü, ve zikir halkalarını yasakladı. Hatta tasavvufun izlerini silmek için halkın “yahu” demesini bile yasakladı. (“Yahu” = “ya hu” tasavvufta “ben” “im” demektir ve “ben Allah’ım” deyişiyle aynı anlama gelmektedir.) O dönemden sonra dini yapı Kızılbaşlığın aleyhine ve Caferîliğin lehine değişim göstermiştir. 17. yüzyılda bütün Azeriler Kızılbaş - Bektaşi inancına sahipken bu oranın günümüzde % 10 - 20’lere düştüğü sanılmaktadır.

16. yüzyılda  Kızılbaş soyluları Safevi devletine hakim durumdaydı. Şah İsmail’in iktidara gelmesine yardımcı olan 32 Kızılbaş aşireti devlette egemen soylular durumundaydı. Ancak daha sonra gelen Azeri kral Şah Abbas, bu egemenliği kırmak için başka bir aşiret grubu olan “Şahseven”ler birliğini oluşturdu. Şah’ın isteği üzerine Anadolu’dan birçok Alevi, Kızılbaş zannettikleri Şah’a ulaşmak için İran’a göç etmişti.
“Açılsın kapılar Şah’a gidelim
Yıkılsın zindanlar Şah’a gidelim”
Günümüzde Şahsevenler, Kızılbaşlığı devam ettiren ender Azeri boylarındandır.

Aliallahiler
Goranlar (Güranlar) da denilir. Gali Şiilerin Tasavvuf gelenekleri etkisi altında kalmış bir koludur. İnançlarında Manicilik, Musevilik ve Zerdüştlükten izler vardır. İmamlar hakkında aşırı fikirleri vardır ve onlarda Tanrısal özün “Hülûl” ettiğine (cisimlendiğine) inanırlar. Özellikle Tanrı’nın Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Davud gibi Hz. Ali’de de tecessüm ettiğine (cisimlendiğine) inanırlar. Şah İsmail’in bile Allah - Ali’nin tecessümü olduğuna inanan Goranlar vardır.

Kuran-ı Kerimin değiştirildiğine inanırlar. Mevcut Kuran’ı kabul etmez ve Hz. Osman tarafından değiştirildiğini savunurlar. Orijinal Kuran’ın bugünkünün 3 katı büyüklüğünde olduğuna inanırlar. Bu orijinal Kuran, bir imamdan ötekine geçmektedir ve sonunda 12. imam olan Mehdi’ye ulaşacaktır.

Ölümden sonra yaşam olmadığına, ruh göçüne inanırlar; cennet ve cehennem kavramlarını ise bilgi ve bilgisizlik olarak yorumlarlar. Takiyye ilkesini kabul eder ve inançlarını başkalarından saklarlar. Şafağın kırmızı renginin Kerbela’daki İmam Hüseyin’in kanından olduğuna ve o olaydan önce şafağın kırmızı olmadığına da inanırlar.

Çok eşliliği reddederler ve boşanmayı uygun bulmazlar. Kadınları dini törenlere türbansız olarak katılır. Sakallarını traş ederler ama bıyıklarını ömür boyu kesmezler. Saçlarını da kesmezler. Dini törenlerini yaptıkları yere Cemhane (cemevi) derler. Törenlerinde saz ve ud eşliğinde türkü ve ilahiler söylerler. Sigara içmez, tavşan eti yemezler. Başka Şiilerle evlenebilirler fakat Goran (Kızılbaş) olduklarını eşlerinden bile saklarlar.


İsmailîler
Gali Şiilerdendir ve ötekiler gibi “tevil”, “hülûl” ve “tenasüh” e inanırlar. Bedensel cennet ve cehenneme, kıyamete ve haşr ve neşre inanmazlar.

İran İsmailîleri köken olarak Nezarîdirler. İlk defa Rey şehrinden ünlü Hasan Sabbah, Nezar’ın halifeliğini desteklemiştir. 1094 yılında Kazvin kentinin yakınındaki Alamut Kalesini ele geçirmiş ve kendisini “Şeyh-ül Cebel” “Dağların Piri” diye isimlendirmiştir. Hasan Sabbah hakkında ayrıntılı bilgi için sitemizin Tarih bölümüne bakın.

19. yüzyıl ortalarında İsmailîlerin lideri Ağa Han Mehellati, Hindistan’da Bombay şehrine göç etmiş, zamanla İngiltere’nin etkisi altına girmiştir. Kendisinden sonra gelenlerden en sonuncusu olan Ağa Han IV. Kerim, 1957’den beri çok zengin bir toplum lideri olarak İsmailîlerin önderidir.

Zerdüştlük
Zerdüşt isimli bir peygamber tarafından oluşturulmuş bir dindir. Tamamen bir yanlış anlama nedeniyle “Ateşe Tapanlar” olarak isimlendirilmişlerdir. İran’da Zerdüştlere “Zartosht” ve “Mecusi” ismi verilmektedir.
zerdust
Zerdüşt peygamberin temsili resmi
M.Ö. 683 yılında Zerdüşt peygamber doğduğunda henuz iki yaşındayken başka din adamları onun büyüyü yok edeceğine inanıp bir ateş tapınağına götürür ve orada terk ederler. Daha sonra çocuğun ateşle oynadığını görüp şaşırırlar. Zerdüşt, 7 yaşında dini eğitim almaya başlar ve sonra gezgin bir derviş olarak köy köy dolaşmaya çıkar. Dünyadan kötülüğü yok etme yolunda aradığı bilgiyi bulabilmek için Sabelan Dağına tırmanır ve burada Tanrı Ahura Mazda’yı görür. Tanrı ona Avesta isimli bilgelik öğretilerini aktarır. Bu öğretilere göre evrende iyilik ve kötülük olarak iki büyük güç vardır. Ahura Mazda, her zaman iyilikle beraberdir. İnsanoğlu bu iki güçten hangisini seçerse bu, onun kaderi olacaktır.

Avesta öğretilerini bir araya topladığı kutsal kitap, Pehlevi (Eski Farsça) dilinde yazılmıştır. Avesta, kelime olarak “hikmet” ve “bilgi“ demektir. Kitabın ilk bölümünde doğrudan doğruya Zerdüşt’ten geldiğine inanılan ilahiler vardır.

Ahura Mazda alemin tanrısı idi. Alemdeki maddi ve manevi nizamı yaratan, tabiat kanunlarını koyan, Ahura Mazda'dır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen'dir. Ahura Mazda önce manevi bir varlık olarak kabul edilirken sonraları, ateşle birlikte var olan yaratılmamış bir ışık olarak düşünüldü ve böylece bir ateş kültü gelişti (Mecusilik). Zerdüşt'e göre bir tarafta sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan “Aşa” (alem nizamı), öteki tarafta da suç, kötülük ve karanlığı içinde bulunduran “Drug” (yalan, anarşi ve fesat) vardır. İnsanın iyilik tarafını seçmesi gerekir. Bu seçim, öteki dünyada sonuç verecektir.

Zerdüştlerin İran dışındaki ülkelerdeki ismi “Parsîler”dir. Bu isim, aynı zamanda Hindistan’da Mumbai şehrinde yaşayan Zerdüşti topluluğa verilmiştir. Parsîler, 8. yy’dan itibaren Hindistan'a göç etmiş olan İranlı Zerdüştlerdir. İran'da kalıp inançlarını devam ettirenler de olmuştur. Bunlara “Ceberler” (Geber’ler) denir. Parsîler, Hindistan’da ticarette çok başarılı oldular ve maddi refaha kavuştular. Günümüz Hindistan’ında büyük sanayicilerden biri olan TATA ve Tata ailesi aslen İran’lı ve Zerdüşttür.
parsee
Hindistandaki Parsilerin giyim tarzı.

Zerdüştler, ölülerini şehirden uzak ölü kulelerine (sessizlik kuleleri) bırakırlar. Kuleler, 10 - 15 metre yükseklikte, silindirik yapılardır. Terasında çıplak ölüler sıra halinde yatırılır. Yırtıcı kuşlar ve akbabalar ölülerin etlerini gagalar ve yerler. Kalan kemikler, kulenin içinde depolanır. Böylece ölülerin toprağı kirletmediğine inanılır. Hindistan'daki Parsî toplulukları bu geleneği halen devam ettirmektedirler. İran’da ise buna izin verilmemektedir. İran’daki Zerdüştler, ölülerini mezarlara gömmektedir.
dakhme
Dakhme - Sessizlik Kulesi. Sağ tarafta ve ortada iki kule, sağda su deposu- Ab Anbar
Günümüzdeki Zerdüştlük, monoteist karakterlidir. Dinin temeli Tanrı’nın sembolü olan ateştir. Zerdüşt tapınaklarına Parsî olmayanlar alınmaz. Ateşin temizliğini korumak için günde beş defa temizleme ayinleri yapılır. Bu ayinler, rahiplerin nezaretinde yürütülür ve bu sırada Avesta'dan ilahiler okunur. Ayinlerde bulunan herkesin ağzı, beyaz maskelerle kapatılır, böylece ateşin nefes ile kirletilmesi önlenmiş olur.

Zerdüştler günümüzde “Dünya Zerdüştler Birliği” adı altında örgütlenmiştir. Hindistan, ABD, Pakistan, İngiltere, Kanada gibi ülkelerde örgütlenmeleri vardır. Bu ülkelerde Zerdüşt Tapınakları da mevcuttur. Günümüzde Zerdüştlerin sayısının 200 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bunun 40 bin kadarı İran’da ve 100 bin kadarı Hindistan'da yaşamaktadır. Geriye kalanın büyük bölümü İngiltere, ABD, Pakistan, Kanada’dadır.

Nevruz kutlamaları, Nevruz’da ateşin üstünden atlama törenleri, İran’da çok yaygın olarak kutlanan ve sonbaharın gelişini duyuran Şeb-i Yelda bayramları Zerdüştlük dininin günümüze kadar yansıyan uygulamalarıdır.

Zerdüştlerin yoğun olarak bulunduğu Yezd şehrinde bile dini ibadetlerini yaparken baskı altında kaldıkları söylenmektedir. Zerdüşt dini günümüz İran’ında Anayasa tarafından tanınmıştır ve Zerdüştler başka dini azınlıklar gibi ayrı sandıklarda oy kullanır.

Dünya Zerdüşt toplumunun çok tanınmış kişilikleri de vardır. Bunlar arasında Queen isimli Rock müziği topluluğunun solisti (şimdi yaşamayan) Freddie Mercury ve Hint asıllı ünlü orkestra şefi Zubin Mehta sayılabilir.

İmam Rıza’nın Türbesi

İmam Rıza’nın Türbesi

Meşhed’in tarihi İmam Rıza’nın tarihiyle paraleldir. Abbasi Halifelerinin mirasçısı ve Oniki İmamdan sekizincisi olan İmam Rıza, 817 yılında yediği üzümlerden zehirlenerek burada ölmüş. Yaygın inanca göre bu zehirlenmeden Halife Me’mun ve onun düşmanca davranışları sorumludur. Bu küçük kente gömülen İmam Rıza’nın kabri çevresinde zamanla bir ziyaretgah ve türbe kurulmuş ve giderek burada (Şehid anlamında) Meşhed şehri gelişmiştir.

İranlıların ve komsu devletlerde yaşayan başka Şii’lerin en onemli hac mekanI Meşhed’e her yıl 12 milyon ziyaretçi gelmektedir. İran dışında Yemen’li, Irak’lı, Hint’li ve Pakistan’lı Şii’ler de türbenin devamlı ziyaretçileri arasındadır.
imam reza
İmam Rıza türbesi


Türbe çevresindeki binaların toplu ismi : “Harem-i Motahhar” (kutsal çevre yapısı) dır. Türbe ve çevresinin toplam alanı sürekli genişleyen ve çoğalan camilerle, minareler, avluları dolduran hacılar (ziyaretçiler), sayısız çinilerle ve altın süslü kubbeleriyle 75 hektar büyüklüğündedir.

Türbeye gelen ziyaretçilerin bu kutsal mekana gelip sadece birer Fatiha okuyup gittiklerini sanmayın. Geleneksel şii inancına göre geçmişte din uğruna şehit olanların yasları tutulmalıdır. Önceleri Kerbela ile başlayan yas tutma aslında yılın 365 gününe yayılmış durumdadır. İran’ın tümünde ve özellikle Meşhed’de hep göreceğiniz siyah bayraklar, bu ülkenin yasta olduğunu gösterir. Türbeye gelen ziyaretçiler de şehitlerinin arkasından yas tutmak için kadın erkek birlikte ortalık yerde ağlamaya başlar.

Türbeye gelip ağlamadan çıkan bir Şii yoktur. Türbenin bahçesinde düzgün sıralar halinde bekleyen erkek ve kadınların toplu bir şekilde ağlayıp bağırmalarını ve göğüslerini yumruklayıp dizlerini dövdüklerini uzun süre unutamayacaksınız.
Meşhed’deki İmam Rıza türbesini ziyaret eden bir Şii, geleneklere göre artık “yarım hacı” olmuş sayılır ve isminin sonuna bir ünvan olarak “Meşhedi“ takısını gururla ekler.
Meşhed kentinde gerçekten Bütün Yollar Türbeye çıkar. Şehrin gelişimi de türbe çevresinde oluşmuştur. 1928 yılında türbenin çevresini temizlemek için bir yasa çıkmış ve türbeye 180 metre uzaklıktaki bütün binalar yıkılmıştır. 1979 yılında bu mesafe 320 metreye çıkartılmış ve bu uzaklıktaki bütün binalar yıkılarak türbeye yer açılmıştır.

Türbenin tamamı yılın belirli dönemlerinde üst seviyeden mollalar tarafından tepeden tırnağa kadar silinip temizlenir ve gül suyu ile yıkanır.

Türbe ve çevresindeki yapılarda bulunan bölümler 
Cami, müzeler, (iki tanesi tamamen altın kaplı) eyvanlar, medreseler, birkaç bahçe, birkaç kütüphane, bir üniversite ve idari binalar. Türbenin arkasında geniş bir mezarlık var. Bu mezarlıkta defnedilmek büyük (ve pahalı) bir şereftir.
İslam devriminden sonra kurulan bir vakıfin gelirleri ile türbenin giderleri karşılanmaya çalışılıyor. Aslında taşımacılık şirketinden pastaneciliğe kadar birçok iş kolunda vakfın girişimleri var. Ayrıca bağış olarak toplanan paralarla ve hükümetin katkılarıyla Türbe yönetiminin büyük bir ekonomik gücü olduğu kesin. Yönetim, gelirlerinin büyük bölümünü sosyal hizmetlere ve yardım faaliyetlerine harcıyor.

Türbenin içindeki mozolenin bulunduğu yere, bulunduğu binaya ve yakın çevresine müslüman olmayan bir kişi kesinlikle alınmıyor. Türk pasaportu taşıyan ve müslüman olduğu bilinen bizler için böyle bir engel söz konusu değil. Ancak sarışınsanız ve dış görünüş olarak bir Avrupalı gibi görünüyorsanız yolunuz sık sık kesilecek ve nereli olduğunuz sorulacaktır. Her seferinde Türk ve müslüman olduğunuzu sabırla tekrarlayın. Türbe sınırları içinde yüksek sesle konuşmak, hızlı adımlarla yürümek hatta ortamda eğleniyor gibi gülüp konuşmak gibi davranışlar hoş karşılanmaz. Çok kutsal bir mekanda olduğunuzu ve etrafta herkesin sürekli yasta olduğunu sakın aklınızdan çıkartmayın. Türbeye giren kadınların tamamının siyah “çadoor” giymeleri kesin bir zorunluluktur. Girişteki görevli hanımlar size uygun çadoor’u emanet olarak verecektir. Türbe girişinde çok ayrıntılı bir arama yapılıyor, türbeye fotoğraf makinası, cep telefonu ve herhangi bir çantanın sokulması da kesinlikle yasak. Üzerinizde bulunan kamera ve telefonları girişlerde bulunan kilitli dolaplarda emanete alıyorlar.

Bütün yabancı ziyaretçileri International Relations Office (Uluslararası İlişkiler Bürosu) karşılıyor. Buradaki görevliler iyi derecede İngilizce biliyor ve gelenlere kısa süreli bir video gösterisi yaparak türbe hakkında bilgi veriyorlar. İsteyenler türbe gezilerinde yanlarına rehber de alabiliyor. Bizce, böyle bir rehber almanın faydası vardır.

Kutsal Türbe
Orijinal türbe 9. yüzyılda Halife Harun Reşit tarafından yapılmıştı. 10. yüzyılda saldırılar sonunda yıkıldı ve Gazneli Sultan Mahmud tarafından 1009 yılında yeniden yapıldı. 12. yüzyılda Moğollar türbeye büyük zarar verdi. Daha sonra tekrar restore edildi. 15. yüzyılda Timur’un oğlu Şahruh ve orduları Meşhed’e dokunmadı ve türbeye büyük saygı gösterdi. Daha sonraları gelen Özbek saldırıları sırasında Meşhed şehrinden dışarı göçler yaşandı. Özbekler de bu Türbeye karşı saygılı davrandı ve herhangi bir zarar vermediler.

18. yüzyıla gelindiğinde Meşhedin ve türbenin önemi iyice ortaya çıkmıştı. Kendisi bir sünni olduğu halde Nadir Şah, İmam Rıza Türbesine büyük önem verdi ve genişletme çalışmaları yaptı. 1912 yılında Rus topçuları Meşhed’i bombaladı. Buradaki yaygın inanca göre Rus Çarı’nın devrilmesinin en önemli sebebi kutsal İmam Rıza Türbesini bombalamasıydı.

Mozolenin üzeri, insanı şaşırtan incelikle işlenmiş ve kafes şeklinde altın ipliklerle örülmüş “zarih” ile örtülüdür. Şu anki örtü 2001 yılından beri kullanılmış olan beşinci örtüdür. Ziyaretçilerin sürekli dokunmaları ve öpmeleri nedeniyle bu örtü sürekli yıpranmakta ve eskimektedir.
emam reza
İmam Rıza türbesinin içindeki ana mozole


Türbe’nin kubbesi 42 metre çapında ve 7 metre yüksekliğinde tamamı altın kaplıdır. Kubbede 16. yüzyılın hat sanatı ustalarından Ali Reza Abbasi tarafından Kur’andan sureler işlenmiştir. Kubbenin iç yüzeyinde renkli cam ve aynalarla mükemmel desenler elde edilerek müthiş bir görsellik yaratılmıştır.

Ana binanın iki yanındaki iki minare de tamamen çiniyle kaplı ve işlidir. Bu minarelerin birbirine paralel durmadığı ve simetrilerinin bozuk olduğunu farkedeceksiniz. Böyle yapılmasının özel nedeni İmam Rıza Caddesi’nden gelen ziyaretçilerin görüş açısına göre türbenin düzgün bir simetriyle görünümünü sağlamak isteğidir.

Hafız’ın Türbesi, Şiraz, İran

Hafız’ın Türbesi, Şiraz, İran


İran‘ın ünlü şairi Hafız’ın hayatı hakkında çok da fazla bilgi bulunmuyor. Bilinenler ise 14. yüzyılda Şiraz’da yaşadığı, asıl adı Şemseddin Muhammed olduğu. Kur’an-ı Kerim’i ezberlediği için “Hafız”, memleketinden dolayı da “Şirazî” lakabıyla anılıyor.
Şiirlerinden yola çıkarak iyi bir medrese eğitiminden geçtiği ve özellikle tasavvuf kültürüne çok aşina olduğu düşünülüyor. İran şiirinde gazel türüne getirdiği yeniliklerle öne çıkan Hafız, gerek İran’da gerekse dünya edebiyatında hakkında çok sayıda inceleme yapılan şairlerin başında geliyor. Şair, şiirinde ağırlıklı tema olarak “sevgi ve mutluluk” öğelerini işlemiş. Dîvân’ı Doğu’da hatta dünyada en çok okunan birkaç eserden birisi.
Öyleki kendi çağında bile büyük üne kavuşan İran’ın ender şairlerinden birisiydi. İran’ın en ücra köşelerine ve hatta Fars dilini konuşan komşu ülkelere kadar ünü yayılmıştı. Onun sınırları aşıp, dünya genelinde üne kavuşmasına neden olan konu ise, kendisinin insana ve sevgiye dair düşünceleriydi. Öyle ki bir çok büyük düşünür ve şair dünya genelinde Hafız’ın etkisinde kalarak, dünya edebiyatına yön veren çok değerli eserlere imza attılar.
Şiirleri, dramları, romanları, mektupları, hatıraları ve konuşmaları ile edebiyat dünyasında çok değerli bir yere sahip Goethe; hayat bilgeliğini, Doğu-Batı dinleri, tabiat, insanlık gibi konulardaki görüşlerini dile getirdiği Batı-Doğu Divanı kitabının (West- Östlicher Divan) ilham kaynağı, Farslı şair Hâfız’dı.
DÜNYA YARIN BATACAK DA OLSA,
SENİNLE HÂFIZ, SADECE SENİNLE
GİRMEK İSTERİM MÜSÂBAKAYA! 
TASADA VE KIVANÇTA
İKİZ KARDEŞ OLALIM! (GOETHE, DOĞU-BATI DİVANI, S. 61.)
Fars dili ve edebiyatının büyük ustası Hafız’ın, halk arasında “Hafıziye” olarak bilinen türbesi, geniş bir bahçe içinde iki havuzla süslü, çok sayıda ziyaretçisi olan bir yer. İranlıları’ın hayatında Şair hafız’ın önemli bir yeri var. Günün her saatinde yediden yetmiş yediye İranlılar’ın ellerinde Hafız’ın fal kitabı, “Faal-e Hafiz” ile dolaştığını görebilirsiniz. İranlılar, bu şiirli fal kitabından rastgele bir sayfa seçerek orada yazılanların kendi gelecekleri hakkında işaretler taşıdığına inanıyor.Hafız’ın Türbesi, Şiraz, İranHafız’ın Türbesi, Şiraz, İran
Hafez-Shiraz-iran
Hafız’ın Türbesinin Kubbe işlemeleri
Tanıdığım bir İranlı, dara düştüğünde Hafız’ın Divan’ına başvurduğunu ve rastgele sayfalar açtığını, okuduğu beyitlerin hayatına dair işaretler taşıdığını ve onun nasihatlerine kulak verdiğinde yolu bulduğunu anlatmıştı.
Günbatımı saatlerinde türbe aydınlatılıyor ve hoparlörlerden kısık bir sesle Hafız’ın şiirleri okunuyor.
Hafız-ı Şirazi, Timur Han ile görüşmesi konusunda bir hikâye nakledilir:
Timur Han, Şiraz halkına altından kalkamayacakları yeni vergiler buyurmuş. Şirazlılar, Hafız-ı Şirazi’yi vergilerin azaltılması konusunda görüşmek için Timur Hana gönderirler.
Hafız-ı Şirazi’yi kabul eden Timur Han, Hafız’ın şu beytini okur:
Eğer ân Türk-i Şirâzî bedest âred dil-i mârâ/Behâl-i hindûyeş bahşem, Semerkand ü Buhârâ-râ…
Eğer o Şirazlı Türk güzeli gönlümüzü tutsak ederse; yanağındaki siyah ben için Semerkand ve Buhara’yı bağışlardım…
Sonra der ki;
Sen ki sevgilisinin yüzündeki bir ben için Semerkand ve Buhara’yı bağışlayacak kadar zenginsin de
ya nice yoksulluktan söz eder ve saldığımız vergiyi ödemezsin?!”
Hafız’ın Timur Han’a cevabı dikkat çekicidir:
“İŞTE EY HAN’IM, BU ÖLÇÜSÜZ CÖMERTLİĞİMİZ YÜZÜNDEN, VERE VERE BU HALLERE DÜŞTÜK!.”

Hâfız, 1388 senesinde Şiraz’da vefat etmiş ve çok sevdiği Musalla Mesiresi’ne defnedilmiş. Bugün bu bölge “Hâfıziye” olarak biliniyor.

23 Ocak 2016 Cumartesi

Şah-ı Zinde Külliyesi Özbekistan


Şah-ı Zinde Külliyesi

Özbekistan

  • Türklerin şehir kültürü gelişmiş bölgelere doğru göçleri 11.-12. yüzyıllarda yoğunluk kazanmıştır. Selçuklu Türkleri’nin Horasan’ın kuzey doğu topraklarını (bugünkü Güney Türkmenistan) ele geçirerek İran üzerinden Küçük Asya’ya doğru ilerlemeleri; Karahanlılar’ın Orta Asya’da Samaniler devletini yıkarakFergana’dan Amu Derya kıyılarına kadar olan bölgelerde hakimiyet kurmaları bu dönemde gerçekleşir. Kuzey bölgelerde göçebe ve yarı göçebe bir yaşam tarzı sürdüren ve hayvancılıkla geçinen Türkçe konuşan halklar büyük ticaret yolları etrafında küçük yerleşim merkezleri kurmuşlardır. En önemli merkezleriSemerkand, Buhara ve Merv’dir.
  • En yaygın mimari türü olan meskenlerin inşaat malzemeleri kil, balçık, balçık karışımları, dövme sistemiyle yapılan örtülerdir. Orta Asya’nın kuzey bölgelerindeki meskenler, güney bölgelerindeki meskenlerden birçok yönüyle farklıdır. Bu farklılık, iklim koşullarına bağlı olduğu kadar, toplumun çoğunluğunu oluşturan yerli Türk halkının etnik yapısına da bağlıdır. Meskenlerde bir merkezi koridor, iki büyük oturma odası, bu odaların ortak duvarına inşa edilen tandırdenen ocaklar  bulunur.
  • Ortaçağda büyük bloklar halinde geniş mahalleler içinde, akraba aileler için yapılmış, birbirine bitişik çok odalı meskenler kullanılmıştır. Güneyde mesken alanları yükseltilmiş bir kare platform üzerine kerpiçten yapılmıştır. Birbirini dikey kesen sokaklar, yan yana  dizili konutlarla hayvanlara ayrılmış olan geniş avlular vardır. Konutlarda, iki-üç oturma odası, koridor ve yardımcı hacimler bulunur.
  • Duvarların üçte bir bölümü taş, üst kısımları ise pişmemiş kerpiçten örülür. Güney bölgelerdeki çatılar düz iken, uzun kış ve bol kar yağışından dolayı kuzeyde binaların çatıları iki, bazen de dört tabakadan yapılır. Bu dört katlı çatılar, darbazı denilen birbirine 45 derece açılarla birleşen elemanlarla kurulur.
  • Güney bölgelerinde yaz aylarında oturmak amacıyla kullanılan, kolonlar üzerine inşa edilen yarı açık sundurmalar vazgeçilmezdir. Kuzey bölgelerde çardak yoktur, hayvanlar için yapılmış saçaklar vardır.
  • Hamamlarda yıkanma, masaj, soyunma ve dinlenme için yapılmış ayrı bölümler vardır. Hamamlarda pişmiş tuğla ve örtü olarak kubbe kullanılmıştır. Kentlerin tümünde hamamlar yeraltı su kanallarıyla birbirine bağlıdır.
  • İslamiyet’in kabulünden sonra büyük kentlerde Cuma Camileri, küçük yerleşimlerde mescitler inşa edilmiştir. Her hükümdar camiler yaptırmış, vakıflar kurmuştur.
  • Minarelerin en ünlü örneği Buhara’daki Kalyan Minare’dir. Minarelerde pişmiş tuğla yalnızca inşaat malzemesi olarak değil, süs malzemesi olarak da kullanılmıştır. Oyma bezeme ile süslenmiş, çok sayıda ağaç sütunlarıyla Hiva’nın Cuma Camisi döneminin ünlü yapılarındandır.
Ürgenç’te (Türkmenistan), 62 m yüksekliğindeki minare 14. yüzyılın başında, Kutluğ Timur ve eşi Turabek Hanım döneminde yapılmıştır. Fotoğraf: Füsun Kavrakoğlu
Ürgenç’te (Türkmenistan), 62 m yüksekliğindeki minare 14. yüzyılın başında, Kutluğ Timur ve eşiTurabek Hanım döneminde yapılmıştır.
Fotoğraf: Füsun Kavrakoğlu
  • Mezar yapısı olan kurganlarla göçer yurdu arasında biçimsel benzerlik vardır.
  • Maveraünnehir ve Horasan’da değişik kompozisyonlarda anıt kabirler yapılmıştır.
  • 10. yüzyıla doğru anıtsal mimaride pişmiş tuğla geniş çapta kullanılmaya başlamış olmasına rağmen kerpiç kullanımı da devam etmiştir.
  • 13. yüzyıl Moğol istilaları dönemidir. Bu dönemde Kuzey Türkistan’da kent yaşamı büyük zarar görmüş, yöre halkı göçer ve yarı-göçer olup hayvancılığa dönmüştür. Fırtına geçtikten sonra, kuzey bölgelerde inşaat etkinliği sınırlı kalmış, ama Başta Semerkand ve Buhara olmak üzere Maveraünnehir bölgesinde büyük bir inşaat faaliyeti başlamıştır.
  • Moğol dönemi öncesinde cephelerdeki renkli bantlarda ve kubbelerde çoğunlukla firuze çini, bazen özellikle cephe panolarında mavi beyaz çini, daha sonraları oymalı terakota levhalar kullanılmıştır, renkler tek tonlu tercih edilmiştir.
  • 14. yüzyılda hem kaplama teknikleri değişmiş, hem de renk çeşitleri artmıştır. 12.-13. yüzyılların geometrik bezemelerinin yerini bitkisel motifler alırken, geometrik bir hat türü olan kufi yazının yerini de sülüs ve nesih gibi daha hareketli ve yeni bezeme üslubuna uygun yazılar almıştır.
Semerkand’da Şah-ı Zinde Külliyesi’ndeki türbe ve ziyaretgahlar, 14. yüzyıl. Şah-ı Zinde, yaşayan şah demek. İnanca göre İslamiyet uğruna can verenler, ölmeyeceği için onlara yaşayan şah adı verilirmiş. Sufiler, velileri mutlak anlamda ölü olarak kabul etmezler, onların bedenleriyle ölü olsalar bile, ruhaniyetleriyle hayatta olduklarına inanırlar. Burada Hazreti Muhammed’in amca oğlu Kusam ibn Abbas’ın sözde mezarı vardır. Efsaneye göre, Kusam ibn Abbas 8. yüzyılda Sogd ülkesini Müslüman yapmıştı. Düşmanları peşine düşünce bir kuyuya saklanmıştı. Bu mucizevi kuyu, İslamiyet öncesine ait bir Sogd tapınağının olduğu yerdedir. Kusam’ın kaybolduğuna inanılıyor, dönmesi bekleniyor. Kusam’ın buraya gelmiş olması imkansız ama İslam’ın merkezi ile ilişki kurmak amaçlanıyor. Bu külliyedeki bütün türbeler kubbeyle örtülü, kare planlı ve taçkapılı geleneksel tasarımda yapılardır. Şah-ı Zinde külliyesinin inşaatı Uluğ Bey zamanında tamamlanmıştır. Şah-ı Zinde, Afrasiyab yamacına inşa edilmiş türbelerden oluşur. Fotoğraflar: Füsun Kavrakoğlu
Semerkand’da Şah-ı Zinde Külliyesi’ndeki türbe ve ziyaretgahlar, 14. yüzyıl.
Şah-ı Zinde, yaşayan şah demek. İnanca göre İslamiyet uğruna can verenler, ölmeyeceği için onlara yaşayan şah adı verilirmiş.Sufiler, velileri mutlak anlamda ölü olarak kabul etmezler, onların bedenleriyle ölü olsalar bile, ruhaniyetleriyle hayatta olduklarına inanırlar. Burada Hazreti Muhammed’in amca oğlu Kusam ibn Abbas’ın sözde mezarı vardır. Efsaneye göre, Kusam ibn Abbas 8. yüzyılda Sogd ülkesini Müslüman yapmıştı. Düşmanları peşine düşünce bir kuyuya saklanmıştı. Bu mucizevi kuyu, İslamiyet öncesine ait bir Sogd tapınağının olduğu yerdedir. Kusam’ın kaybolduğuna inanılıyor, dönmesi bekleniyor. Kusam’ın buraya gelmiş olması imkansız ama İslam’ın merkezi ile ilişki kurmak amaçlanıyor. Bu külliyedeki bütün türbeler kubbeyle örtülü, kare planlı ve taçkapılı geleneksel tasarımda yapılardır. Şah-ı Zinde külliyesinin inşaatı Uluğ Bey zamanında tamamlanmıştır. Şah-ı Zinde, Afrasiyabyamacına inşa edilmiş türbelerden oluşur.
Fotoğraflar: Füsun Kavrakoğlu
Biz gittiğimizde Şah-ı Zinde restorasyondaydı. Timur, Semerkand’ı 1370 yılında başkent yapınca Kusam İbn Abbas için bir türbe ve cami inşa ettirip, kendi yakınları ile ordusunun yararlık göstermiş komutanlarının da kutsal sayılan topraklara, buraya gömülmesini istedi. Fotoğraflar: Füsun Kavrakoğlu
Biz gittiğimizde Şah-ı Zinde restorasyondaydı.
Timur, Semerkand’ı 1370 yılında başkent yapınca Kusam İbn Abbas için bir türbe ve cami inşa ettirip, kendi yakınları ile ordusunun yararlık göstermiş komutanlarının da kutsal sayılan topraklara, buraya gömülmesini istedi.
Fotoğraflar: Füsun Kavrakoğlu
  •  “Geçtiği yerlerde ne bir köpek havlaması, ne bir kuş sesi, ne de bir çocuk ağlaması işitilir” denen Timur’un programında muazzam binalar yaptırmak da yer alıyordu. Kudretini, yaptırdığı binalarda da göstermek istemişti. Başkentine çok sayıda mimar ve ustalar akın etmiş, Semerkand, “yeryüzünün parlak noktası” diye anılmaya başlamıştır. Timur döneminde inşa edilen eserlerde birçok mimar ve nakkaşın doğum yerleri belirtilmiştir.
  • Timur’un emri ile Kazakistan’daki Yesi şehrinde (diğer adı ile Türkistan) bulunan Hoca Ahmet Yesevi’nin kabrinin üzerine dev boyutta bir yapı inşa edildi. Hoca Ahmet Yesevi, Orta Asya’nın kuzey bölgelerinde Türkler arasında İslamiyet’i yaymak için büyük gayretler gösterdiği için, türbesi Türkler’in önemli bir ziyaretgahıdır. Bir ibadet ve sosyal etkinlik merkezi olan bu türbe, politik önem taşıyan bir yapıdır.
  • 15. yüzyılın başında, “tahttaki bilim adamı” Uluğ Bey döneminde, Semerkand, Buhara gibi kentlerde yaptırılan medreseler, Orta Asya mimarisinin en görkemli yapılarıdır. Dört ya da iki bölümden oluşan bir avlu, avluyu çevreleyen hücreler, büyük cami mekanları ve dershanelerden oluşan bu binalar, olağanüstü boyutları, eyvanlı taçkapıları ve bezemeleriyle çarpıcı yapılardır.
  • Maveraünnehir mimarisi, kemer ve kubbeye dayalı strüktürde geometrik oran sistemleri kullanan tasarımlara dayanır. Bu mimaride cami, medrese, han, kervansaray ve türbeleri de içine alan anıtsal mimarinin tutarlı tipolojileri ortaya çıkmıştır.
  • 15. yüzyılın ikinci yarısında Timurlu kültür merkezi Herat’tır. Bazı uzmanlar, Timurlu mimarisinin gerçek doruk noktasına Herat ve Meşhed külliyelerinde erişildiği kanısındadır.
  • Kervansaraylar için, sağlam duvarlar, korumalı bir giriş bölümü, gözetleme kuleleri, çevre galeriler ve odalarla çevrili geniş bir avlu karakteristik ögelerdir.
  • 16. yüzyılın mühendislik eserleri su bendleri ve köprülerdir. 1502 yılında Zerefşan Nehri’nin iki kola ayrılmasını sağlayan inşaatlar eşsiz çalışmalardır.
  • Bu dönemin önemli tesislerinden biri de hanaklardır. Bunlar ünlü din adamlarının defnedildiği yapılardır.
  • 16. ve 17. yüzyıllarda türbelerin ayrı bir bina olarak inşa edilmelerine ender rastlanır. Önemli şeyhlerin türbeleri çok işlevli yapıların içinde yer alır. Örneğin, medresenin kurucusu medresenin içindeki türbesine gömülür. Aynı dönemde çift medrese inşa etme eğilimi doğar. Bu çift yapılara koş denir. Buhara’da Medari Han Medresesi ile Abdullah Han Medresesi aynı alan üzerinde bir sokağın iki yanına inşa edilmiştir.
  • Diğer tipik düzen üç yapıdan oluşan sistemdir: cami, hanak ve medrese. Bu binalar arasında bir avlu bulunur. Üçlü sistem, cami, hamam ve medreseden de oluşabilir. Üçlü külliyelerin en muhteşem örneği Semerkand’da Registan Meydanı’nda uygulanmıştır.
  • 18. yüzyılda Orta Asya’da patlak veren sosyal ve ekonomik kriz, açlık ve veba sonucu bölgede inşaat faaliyetleri durmuştur. Bu durum, 18.yüzyılın sonunda sırasıyla Buhara, Hiva ve Hokand Hanlığı’nın kuruluşlarına kadar devam eder. Bundan sonraki dönem Orta Asya tarihinin tümüyle değişik nitelikli bir başka evresid

Emir’in Goru / Çelebi´nin Türbesi

Emir’in Goru / Çelebi´nin Türbesi 

Semerkand’da Timur’un muhteşem türbesi, “Gur-ı Mir” veya “Gur Emir” olarak adlandırılıyor. Türkçesi: Emir’in, yani Bey’in mezarı… Farsçadan geçen, “gur “veya “gor”, mezar, kabir demektir. (Emel Esin, Türkistan’da “kur” ve “kurgan”ın da aynı anlama geldiğini hatırlatıyor.) Hani türkçemizde hâlâ var olan, günlük hayatta sıkça kullanılan “elinin körü” deyimi bu “gor “ veya “gur”la ilgili. Daha doğrusu bu deyim “ölünün goru/ölünün mezarı” iken değişim geçirerek dilimizde kalmayı başarabilmiştir. Çünkü “gor” kelimesini biz çoktan unutmuşuz, Anadolu türkçesinde bu kelime yok. Ama batı türkçesinin Azerbaycan şivesinde hâlâ gor kullanılıyor. “Gor oğlu” da biliniyor, yani Köroğlu, Goroğlu olarak da tanınıyor. Biz gor’u unutunca, “ölünün goru” anlaşılması güç bir deyim olup çıkmış. Onu yapmışız “elinin körü” (yani, elinin tersi), eskiyen bir deyim böylece hayatiyet kazanmış!
Gur Emir - kubbe
Timur’un kabrinden bahsedecekken böyle konulara dalmak doğru mu? Osmanlı varisi ve Anadolulu ve bilhassa Ankaralı olarak Timur bahsinin bizi etkilememesi güç. Hele onun taşa, toprağa, çiniye bürünmüş mücessem temsili olan devasa türbesi karşısında karışık duygulara kapılmamamız imkânsız gibi. Ankara Savaşı’nın mağrur galibi, Osmanlı ifadesiyle “Koca Tatar” şimdi yaptırdığı külliyenin bir kısmında yatıyor.
 Belki de son “bozkır imparatoru” olan Timurlenk için neden basit bir “emir” (bey) sıfatı ile yetiniliyor? Bu onun mütevazılığından mı kaynaklanıyor? Belki ona da bir pay ayırabiliriz. Fakat bu mütevazılığı zorunlu kılan şartları dikkate almamız gerekir.
Gur Emir - kubbeTimur, 1336’da doğmuş. 1360 kadar olan hayatı fazla bilinmiyor. Bu tarihte, Moğol Hanı Tuğluk Timur’a bağlılık arz ederek memleketi olan Keş çevresine sahip olmuş. Babasının itibarlı bir boyun beyi olduğu söyleniyor. Sonradan tertib edilen şecerelere göre, atalarından biri beşinci göbekten Cengiz’in de ceddi imiş. Buna rağmen, han soyundan sayılmadığından, ancak han soyundan birine damat olarak otoritesini meşrulaştırabilmektedir. Onun sıfatlarından olan gürgan/küreken, moğolca “damat” demektir. Onun ilk damatlığı Çağatayların batı kolunun hanı Emir Kazagan’ın torunu Olcay Terken ile evliliğinden ötürüdür. Fakat asıl resmen “gürgân” sayılması, Kazan Halil Han’ın kızı Saray Melik Hatun’la evliliği üzerinedir.
Timur’un hayatı boyunca meşruiyet ilişkilerini ciddi biçimde gözettiği anlaşılıyor. Kendisi her şeyin sahibi olmasına rağmen, ülkesinde Cengiz soyundan bir Han her zaman şeklî olarak bulunmuştur. Buna “hanbazî” denirmiş, yani “han oynatma”! Diğer taraftan, kendisinden sonrası için veliahd düşündüğünde de, aynı dikkati göstermiştir. İlk olarak Anadolu’da vefat eden Cihangir’den torunu Muhammed Sultan’ı veliahd olarak görmüştür. Vefatı sırasında ise, yine Cihangir’in diğer oğlu Pir Muhammed’i halef olarak tayin etmiş ve yanında bulunlardan onu hükümdar tanımaları için yemin almıştır. Neden Timur onca oğluna rağmen bu iki torununu veliahd olarak görmüştür? Çünkü, sadece oğlu Cihanşah’ın annesi, cariye değildir!
Timur Saray Mülk hatunla evlendikten sonra, çocuğu olmayan bu hanımı hareminin baş kadını yapmış, han kızıyla evlendiği için “han güveyisi” unvanını taşımaya hak kazanmış, Semerkand’a gelmiş ve 1370 tarihinde tahta oturmuştur…
Bu tarih özetinin resmî bir zemini olduğu elbette hissedilmektedir. Timur nezdinde İspanyol elçisi olan Clavijo/Klaviyo’nun ülkesinden Türkistan’a gidiş gelişi ile ilgili seyahatnamede, belki biraz daha farklı bir bakış bulabiliriz. Klaviyo, Emir Timur’un hayatını onunla daha başlangıçta yola çıkan yaşlı arkadaşlarından da dinleyerek seyahatnamesinde yazmıştır:
Timur, gençliğinde etrafındaki dört beş atlı ile akıncılık/çapulculuk etmektedir. Zaman zaman topladığı ganimetlerle köyde ziyafetler verir. Yavaş yavaş arkadaşları çoğalır. Üç yüz atlıya ulaşır. Semerkant Sultanı onun yağmacılığını duyar ve tevkifini emreder. Fakat adamları arasında bazı soylular, Sultan’ı Timur’un kötü birisi olmadığına ikna ederler. Sultan onu affeder ve hizmetine alır. Bir süre sonra, her ne sebeptense Sultanın gözünden düşer, idamı emredilir. Timur kaçar, Sistan’a gider, orada yağmaya devam eder. Sistanlılar Timur ve arkadaşlarını tepelemek için harekete geçer. Timur bu kavgada sakatlanır. Sağ ayağı yaralanır, sağ elinin iki parmağını da kaybeder. Artık “aksak” Timur’dur, Timurlenk’tir… Hayatını güç bela kurtarır ve göçebelere sığınır. Yaraları iyileştikten sonra yine eski işine devam eder. Bu arada Semerkant Sultanı ahalinin gözünden düşmüştür. Bazıları Timur’u, Sultanı öldürüp yerine geçmesi için teşvik eder o da Semerkant yakınlarında kıstırır, Sultan öldükten sonra Timur Semerkant’ın idaresini ele alır...
Klaviyo seyahatnamesinde Timur’la ilgili olarak sadece bu bilgileri vermez, onun Semerkant hayatından da kesitler aktarır. Bunlardan en dikkate değerleri, onun inşacılığı ile ilgilidir. Ankara Harbi’nden sonra Timur’un büyük oğlu Cihangir’in oğlu Muhammet Sultan Karahisar’da vefat etmiştir. Timur çok sevdiği, veliahdi olarak gördüğü torununa bir cami yapılmasını, cesedinin de buraya gömülmesini emretmiştir. Klaviyo “cami”den söz ediyor. Belki de bu kadar büyük mezar olamayacağını düşündüğü için böyle sanıyor. Esasında, Muhammed Sultan, daha önce bir külliye veya medrese yaptırmıştır. Bu külliye içine sonradan bu türbenin yaptırıldığı anlaşılmaktadır.
Klaviyo, şöyle anlatıyor:
“Timur, o gün camie yakın sarayına inmiş, torununun bu camiye defni dolayısıyla yapılacak merasime iştirak etmek istemişti. Timur’un torunu Prens Mehmed, Türkiye’de öldükten sonra cesedi Semerkand’a naklolunmuş, caminin içinde defni için türbe yapılmıştı. Timur, karargâhtan dönüşü üzerine, inşa olunan türbeyi beğenmemiş, çok alçak yapıldığını söyleyerek duvarlarının yıkılmasını emretmiş, türbenin on günde yeniden yapılmasını istemişti. İnşaata yeniden başlanılarak gece gündüz çalışılmış, Timur, iki üç defa gelerek inşaatı teftiş etmişti. Timur, yorgunluk ve ihtiyarlık yüzünden ata binemediği için, sedye içinde geliyor ve vaziyeti görüyordu. Türbe muayyen müddet içinde inşa olundu. Bu kadar büyük bir binanın bu kadar kısa bir zamanda ikmali, hayrete değer bir şeydi.”
Sözü edilen türbe, sonradan Timur’un defnedileceği binadır… Belki de yaşlı Timur, kendisi için bir anıt mezar yaptırmak yerine, torunu için yaptırdığı bu mezara gömülmeyi o sıralar zihninden geçirmiştir. Ölümü muhtemelen kendisinden uzak görmektedir. Asıl hedefi olan Çin seferine çıkacaktır. Bu seferi mutlaka yapmak arzusundadır. Belki de bunun sebebi, devletinin Çin’e bir şekilde tâbi olma durumudur… Nitekim, Klaviyo’nun anlattığına göre, Çin elçisi Semerkand’a gelmiş, Timur’un huzuruna çıkmış ve Çin imparatorunun yedi yıllık vergi talebini bildirmiştir. Timurlenk, bu talebi hoş karşılamamıştır elbette. Hatta elçileri öldürtmeyi bile düşünmüştür.
Yedi yıldır tahsil edilmeyen vergiler, neden şimdi istenmektedir? Çünkü Çin bu yedi yıl boyunca bazı karışıklıklar içindedir. Şimdi toparlanmış ve alacağını tahsil için tahsildarlarını göndermiştir! Bu yedi yıl boyunca Timur ise, “yedi yıllık sefer” olarak bilinen batı seferindedir. Bu sefer Ankara savaşını da içine almaktadır. Batıda, Timur’un sahiplenmesi mümkün olmayan bir coğrafyada, biz gaza devleti olan Osmanlı’ya vurulan darbe, bu yedi yılın nirengi noktasıdır. Belki de Timur, bu seferden önce Çin’e sefer etmeliydi…Bunun bir vicdan azabına dönüştüğünü bile düşünebiliriz. Çünkü, çok yaşlı ve hasta olmasına rağmen bu sefere mutlaka çıkmak istemiştir!
Bu ertelenmiş sefer, Timur’un dilinden şöyle duyurulur elçilere: “İmparatorunuz yedi yıllık vergi taleb ediyorlar. Bu az buz bir şey değil. Sizin bunu götürmeniz mümkün olmaz. Bu vergiyi biz bizzat gelip vereceğiz!” Timur, ahir ömründe, Çin seferi için yola düşer ve 69 yaşındayken, Otrar’da ölür (1405).
Timur’un ölümünden sonra cesedi sağlığında küçük bulduğu, yeniden inşa ettirdiği bu türbeye gömülür; artık o Muhammed Sultan’ın türbesi değildir, “Emir’in guru”dur...Esasında bu türbe bir aile kabristanı sayılabilir, Timur dışında oğlu Miranşah, Şahruh, torunu Uluğ Beğ ve Muhammed Sultan burada yatarlar…
“Timurî mimarisi” Timur zamanında yapılan ve oğulları, torunları devrinde inşa edilen yapılarla belirgin bir tarz olarak Anadolu’dan Orta Asya içlerine kadar kendini belli ediyor. Timur’un ihtişamlı “gor”unu (anıt-kabrini) seyrederken Yıldırım’ın Bursa’da caminin gölgesinde, külliyesinin küçük bir parçası olan sade türbesi değil ama, Osmanlı Devleti’nin Ankara savaşından sonra ikinci kurucusu addedilen Çelebi Mehmed’in türbesi gözlerimizin önüne geliyor. Yeşil Türbe Timur’un goruyla kıyaslanırsa, çok mütevazı, bayağı küçük bir yapı. Bu küçük fakat her bakımdan güzel, eğimli araziye uyumlu yapıda yine de Timurlu mimarisini hatırlatan epeyce unsur varmış gibi geliyor bize. Gur-ı Emir’in taç kapısı ile Çelebi Mehmed’in türbe kapısının üstündeki dilimler ne kadar benzerlik taşıyor? Yeşil türbeye adını veren muhteşem çiniler de bizi Türkistan’a götürmüyor mu?
Bunlar bertaraf, kubbesi de birazcık sivri değil mi Yeşil Türbe’nin? Her ne kadar, Emir’in Goru’nun kubbesi ile kıyaslanamasa da, klasik Osmanlı kubbesinden biraz farklıdır hani…Mukayeseye devam etmektense, onun şiirimizdeki aksini hatırlamak daha doğru olur, elbetteAhmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da zaman şiirinde geçtiği haliyle:
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir mûsıkî gibi zamandan
Çiniler sinmiş Kur’an sesini
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde.. Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk
Bir ilah uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyası büyük cedlerin
Beyaz bahçesinde su seslerinin.
Bursa ile Semerkand arasında bir irtibat kurulmak istenirse, her halde, iki şehrin de zamanlarında devletlerinin başkenti olmaları ilk akla gelir. Timur Anadolu’yu istila ettiğinde başkent Bursa idi. Muhtemelen Bursa’dan da bazı ilim adamları ve sanatkârlar Semerkand’a götürüldü. Onların eserlerini, izlerini Timur’un taht şehrinde nerede bulabiliriz? Mesela Gur Emir’de olabir mi? Gur emir, ihtişamı sadece taç kapıda değil, kubbede de arayan bir mimarî eser. Kubbe olağandan yüksek, içeriden neredeyse 23 metre yükseklikte. Dışarıdan daha da yüksek, iç yüksekliğe bir on metre daha ilave etmeniz gerekiyor. Dışarıdan kavuna benzetilen dilimli kubbe, kasnaktan taşarak yükselir ve tamamen çinilerle kaplıdır. Timur’un timsali olan bu kubbe, onun beşşehrinde yüzyıllarca otuz beş metre yüksekliği ile şehre uzaktan gelenleri kaç kilometre öteden parıl parıl parlayan çinileriyle etkilemiş olmalıdır.
Gur Emir’de Bursalı veya Anadolulu ustalar çalıştırılmış mıdır, bunu bilemiyoruz. Semerkand’ın hangi abidevî yapısında Rumlu ustaların izleri var, ondan da haberdar değiliz. Fakat onlardan sağ salim dönenler olmuş mudur? Olduysa eğer, Yeşil Türbe’nin yapımında emeği geçenler var mıdır? Türbedeki Türkistanî çinileri yapanlar, Türkistanlı ustalar mıydı, yoksa Semerkand’a giden ve orada bu fenni öğrenip Bursa’ya avdet edebilen Anadolulu hüner sahipleri mi?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın meşhur şiirinde ifadesini bulan Bursa’da zaman, bir anlamda Türkistan zamanı olabilir mi? Semarkand’da Gur-ı Mir’in zamanı ile, Yeşil Türbe’nin zamanı Türkiye ile Türkistan arasında en azından şekil yönünden bir sabitleme yapmamıza imkân sağlar mı? Yoksa bu Türkiye ile Türkistan arasında son sabitleme midir?
Çelebi Mehmed’in devrinin mimarisinden sonra Türkistan zamanını başka bir mimarî eserimizde hissedebilir miyiz? Bu sanırım erken verilmiş bir hüküm olur. Türkiye Türkistan ilişkileri, Çelebi Mehmet’ten sonra da sürer. Fatih devrinden bir örneğini hatırlayabiliriz mesela. İstanbul’daki Çinili Köşk hemen aklımıza geliverir. Belki 2. Bayazıd devrinde de görülür benzerlikler. O zaman da sürer alışveriş. Ya sonra? Yavuz’dan sonra bu tesiri görmek belki de imkânsızlaşır. Ve zaten görülmez…Çünkü araya Şah İsmail’in önce kızılbaş, sonra şii İran’ı girer. İran’ın katı şiî bir coğrafyaya dönüştürülmesi, Türkiye Türkistan ilişkilerini ciddi şekilde etkiler. Türkistan’dan esen rüzgârlar, İran’ı atlayıp Türkiye’ye ulaşamaz. Türkiye’den Türkistan’a doğru da rüzgârlar esmez…Türkistan doğuda şiî İran’a karşı hayli katı sününî bir kale oluşturur, farsçanın Orta Asya’da devam eden tesirine rağmen, İran’la ilişkiler zayıflar. Türkiye batıda aynı şeyi yapar. İran ise bir şiilik kalesi olarak, sanat itibarıyla timurlu tesirlerini sürdürür. Bu tesirler belki Hind’e gider ama, artık Türkiye’ye, Osmanlı’ya gelmez.
Emir’in Gur’undan çıkıyoruz. Bazı arkadaşlar, türbenin altında asıl mezarlığı, kabirleri merak ediyorlar. Türkiye’den gelmemizin hatırına, türbenin altındaki mezarlık kısmını açıyorlar. Biz daha fazlasında yokuz. Zaten, Timur’un kemiklerinin tamamı bile burada muhafaza edilememiş. Sovyet idaresi, bazı kemiklerini merkeze aldırmış. Galiba bundan Timur’un eşkalini çıkarmışlar.
Arkadaşlarımız Timur’un na tamam kemiklerinin bulunduğu bölmeye inerken biz Timur’un Gur’una nazır bir dükkânda dondurma yiyor ve meşrubat içiyoruz. Yanında muhtemelen küçük erkek kardeşi olan bir oğlan çocuğu ile ergenliğe geçiş çağında küçük bir kızcağızın yüzü ve bilhassa kaşları dikkatimizi çekiyor. Bu Osmanlı minyatürlerinde de çok sık gördüğümüz cinsten bir yüz ve çatık kaş. Küçük kızcağız eski nakış resimlerden çıkıp karşımıza gelmiş gibi âdeta. Muhtemelen Osmanlı nakkaşları geleneğe uyarak sonuna kadar bu yüzü, bu kaşı resmetmeye devam ettiler. Bu Türkistan güzelleri, belki de şimdilerde “Tacik” denilen ve ayrı bir devlet kimliği kazandırılan kavme mensup güzeller miydi?