KARIŞIK

5 Temmuz 2018 Perşembe

KIRMIZI EBE TÜRBESİ..ANKARA..KIZILCAHAMAM





Taşlıca Köyü tarihi 1100’lü yıllara dayanan bir geçmişe sahiptir. Köyde bulunan iki türbeden biri olan Kırmızı Ebe Türbesinde medfun bulunan kişinin, Bacıyan-ı Rum erenlerinden olduğu ve Selçuklu Sultanı Alaadin Keykubat tarafından kendisine bu köyün yurtluk olarak verildiği tarih kayıtlarında mevcuttur.
Köyün adı önceden Taşlı Şeyhler iken daha sonra Taşlı Şıhlar’a dönüşmüş Cumhuriyet ile birlikte de Taşlıca şeklini almıştır.
Anadolu’nun Türk ülkesi haline gelmesinde büyük emeği geçen Horasan erenlerinden Oruç Gazi ve Kırmızı Ebe, Türk ordularından önce gelerek Diyar-ı Rum olarak bilinen bu topraklara yerleşmişler. Taşlıca Köyü’nde her yıl ziyaretçi akınına uğrayan Oruç Gazi ve Kırmızı Ebe türbelerinin yanı sıra Yalak Taşı ve Gelin Kayası bulunuyor. Köyün en önemli özelliklerinden biri ise, burada bulunan her kaya ve taşın bin yılları aşan bir hikâyesinin olması. Bu toprakları İslamlaştırmak ve Türkleştirmek için kendisinden önce başlatılan “gaza” seferlerini devam ettiren Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat (/h.617-634/m.1220-1237) sıcak bir yaz günü ordusuyla Yabanabad (Kızılcahamam) kazasına bağlı Taşlı Şeyhler Köyü’nde konaklar. Köy Horasan Erenleri veya Gaziyan-ı Rum’un merkezlerinden biridir. Ancak onlar gazaya çıktıklarından köyde Bacıyan-ı Rum (Rum Bacıları) temsilcilerinden “Kırmızı Ebe” (Kırgız Ebe diye de geçer) adında bir kadın eren vardır.
Koca Sultan’ın ordusunu ağırlamak, zaten uzun yıllardır Bizans Hıristiyanları ile savaştıklarından fakr-u zaruret içinde bulunan köylüler için kolay değildir. Onları “nasıl ağırlayacakları telaşı” almışken, sırtında yetim yavrusu Oruç sarılı olduğu halde Kırmızı Ebe elinde bir helke(bakraç) ayranla çıkagelir. Kocası gazalarda şehit olan bu cefakar nur yüzlü ananın içinden, “hem yetim yavrusuna babasının gaza arkadaşlarını göstermek hem de onların içlerini soğuk bir ayranla da olsa serinletmek” gibi karışık duygular geçmiştir.
“Çam sakızı çoban armağanı” kabilinden, meşelerin arasındaki konaklama yerinde bulunan küçük bir taş oluğa elindeki bakraç ayranı döker ve başına oturur. Ordunun bütün neferleri sırayla gelip hem içerler hem de mataralarını doldururlar. Fakat bir bakraç ayran koca orduya yeter de artar bile. Dedik ya bu ana sıradan birisi değildir. Bacıyan-ı Rum’dan gönül ehlinden, tasavvuf ehlindendir. Bu olayda, Allah ona, “keramet” dediğimiz olağanüstü durumu ihsan eder.
Askerler ayranı içerken ve mataralarını doldururken Kırmızı Ebe ile aralarında devamlı şu ikili konuşma geçer:
Doldurun Gazilerim,
-Doldur Ana,
-Doldurun yavrularım,
Ana, dolu,
İhtiyar ananın oluğunu daima dolu gören askerler “ANA DOLU” diyerek buz gibi ayranla Ağustos’un kavurucu sıcağında serinlerler.
Bu esnada askerlerin içini bir de şu duygu ve düşünce kaplamıştır: “Bu ülke, askerine sahip çıkacak, onu her yerde bir bakraç ayranıyla da olsa serinletecek ve Allah yolunda gazaya hazırlayacak “ANALARLA DOLU”.
Derler ki, işte o günden sonra bu topraklara “ANADOLU” dene gelmiştir.
Bütün bir orduya bir bakraç ayranın yetmesini otağından şaşkınlıkla seyreden Sultan Alaaddin bu kutlu anayı hürmetle huzuruna davet eder. Kadının yüzündeki nur, taşıdığı heybe ve vakar karşısındakini etkileyecek kadar muhteşemdir. Sultan sıradan bir durumla karşı karşıya olmadığının farkındadır. Kırmızı Ebe ile arasında şu konuşma geçer
-Dile benden ne dilersen Ebe!
-Sağlığını dilerim Sultanım, Allah sizi başımızdan eksik etmesin!
Bu asil cevap karşısında irkilen, iyice duygulanan Alaaddin Keykubat ısrarla teklifini tekrarlar. Bu ısrar karşısında Kırmızı Ebe şöyle der:

-Sultanım! Şu kucağımdaki yetim yavrum Oruç için biraz yiyecek ve büyüdüğünde babası gibi kafire karşı gaza yapması için ona hayır duanızı dilerim.
Bunun üzerine Sultan;
-Bu topraklar sana ve oğluna yurtluk ve ocaklık ola; buraya atlılar (vergi tahsildarları) uğramaya” diye ferman buyurup Kırmızı Ebe’ye bir ber-at verir.
Bu fermana uygun olarak Taşlı Şeyhler köyü Oruç Gazi’ye vakfedilmiş olur. Oruç Gazi de XIII.yüzyılda bölgenin İslamlaşması ve Türkleşmesi için 90 yaşına kadar gaza yapar ve sonunda şehit düşer. Vasiyeti üzerine cenazesi köye getirilip köyün alt başındaki mezarlığa defin edilir. Ana, Kırmızı Ebe’nin türbesi de köyün üst başındadır. Şimdi ebedi istirahatgahlarında yatan bu ana-oğul Anadolu erenleri sanki iki taraftan köylerinin korur gibidirler.
Taşlı Şeyhler, Oruç Gazi ve ahfadı tarafından yüzyıllarca yurtluk 
olarak iskan edilmemiştir. Köyün sosyo-ekonomik ve kültürel statüsü 
Osmanlı Devleti zamanında da değişmemiş görünüyor. 
Celali isyanlarının Anadolu’nun sosyo-ekonomik yapısını tehdit ettiği 17. ve 18. yüzyıllarda 
Taşlı Şeyhler Köyü’ne saldırmış ve çevreden toprak talebinde bulunmuştur. 
Bu durumu köylüler mahkeme huzurunda 15.c.Evvel 1141/Ekim 1729’da 
“Ecdadımız Oruç Gazi Sultan’a, Sultan Alaaddin Rahmetullah Hazretleri bir çiftlik yer vakf edip 
o zamandan beri tasarruf eylediğimiz topraklar” diye savunmuşlar dava lehlerine sonuçlanmıştır.
Taşlı Şeyhler Köyü’nden vergi alınmaması uygulamanın yüzyılımızın birinci çeyreğine kadar devam ettiği köyün yaşlılarınca belirtilmektedir. Ancak Cumhuriyetin siyasi, sosyal ve ekonomik düzenlemeleri çerçevesinde vergi muafiyeti kaldırılmıştır.
Eski adıyla Taşlı Şeyhler, yeni adıyla Taşlıca Köyü’nün Bahattin Özdemir’in müracaatı ile tarihi önemini göz önünde bulunduran Kültür Bakanlığı, Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 12.11.1991 gün ve 2059 sayılı kararıyla köyü tekrar koruma altına almıştır. Kararın metni şöyledir: Ankara ili Kızılcahamam Taşlıca Köyü’nde bulunan Oruç Gazi Sultan Türbesi, Kırmızı Ebe Türbesi, Ayrantaşı ve Gelin Kayası’nın 2863 ve 3386 sayılı yasalar kapsamına giren taşınmaz kültür varlığı özelliği gösterdiğinden tesciline karar verildi.”
Kaynak: Prof.Dr. Seyfettin Erşahin, Tarihte ve Günümüzde Kızılcahamam-Çamlıdere Yöresi Ankara 1997

Şeyh Ali Zülfikar



                       ..ADANA







Şeyh Ali Zülfikar Efendi’nin kabri şerifi ; Adana – Merkez’de Emniyet müdürlüğünün yanındaki Şıh Zülfü camii avlusunda

Şeyh Zülfo mescidinin banisi olan Şeyh Ali Zülfikar Efendi ; Tarikat-ı rifaiyye meşayıhındandır. Kabir taşındaki kitabe şöyledir ;
 Mürşidü’s Salikin Ve Gavsül Vasilin
Eş Şeyh ali Zülfü İbnuş Şeyh Es Seyyid
Müslim İbnu Muhammed Nam sahibul Hayrat Vel Hasenat
 ”
Şeyh Zülfo mescidi ile ilgili Adana Kültür Varlıkları envanterinde şu bilgiler vardır ;
”Kendi adıyla andan dergahın mescidi olan eser, küçük, fakat kunt ve sıcak bir mimarisiyle dikkati çekmektedir. Tamamen kesme taşlarla inşa edilen eser, üç adet sivri kemer gözünün her bir birer kubbeyle örtülü olan 2,80 genişliğindeki küçük bir son cemaat yeri ve içten içe 7,32 x 7,38 m. ölçüsündeki harimden meydana gelmektedir. Son cemaat yerinin kubbeleri iki yan tarafta “L” şeklindeki ayaklara, ortada ise Roma devri sütun başlıklarıyla dikkati çeken iki sütun üzerine oturmaktadır. Kubbeye geçiş için tromplardan istifade edilmiştir. Harimin kubbesinde de köşelerde tromplar kullanılmış, ve yine öncekiler gibi saç kaplama ile korunan bu kubbe de kirpi saçaklarla vurgulanmışür. Harimin bu büyükçe kubbesi ile, son cemaat yerinin kubbeleri arasında hafif bir boşluk bırakılmak suretiyle esere zarafet ve hareketli bir görünüş kazandırılmıştır. Mescit, kuzeyde ve güneyde iki, doğuda üç ve batıda bir pencere ile aydınlatılmaktadır. Doğu, batı ve güney duvarlarında ayrıca birer üst pencere ve yine batıda iki tane dolap nişi görülmektedir. Mihrap, kavsarasındaki mukarnaslarıyla dikkati çekmektedir.
Şeyh Zülfo veya Şeyh Zülfikar Mescidi’nde bezeme olarak dikkatimizi çeken en önemli unsur harimin kapısı ile üstteki kitabe arasına yerleştirilen Roma mimarisinden devşirilmiş bitkisel süslemeli bir levhadır.
Mescidin batısındaki minare yakın zamanda yenilenmiş olup, üzerindeki kitabe 24.6.1993 tarihini taşımaktadır.
Kitabe: Harimin kapısı üstüne yerleştirilmiş bir taş levha üzerine ikişerli dört satır halinde yazılı tamir kitabesi ne yazık ki yağlıboya ile berbat edilmiş olup şöyledir:
Huda Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesün ya hu
Vezirinden Ziya Paşa sebeb tamîre ey mehru
Bi-hamdillah tamam oldı ibddethane-i dil-cü
Bina-yı mesdd-i Yortan Veli Dergdh-ı Ali bu
Bildd-ı Rüha’dır şeyhin…..
Nesebde Muslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfü
Gafura hamd idüb Remzi, döküb cevher île incü
Didi ya Rab Şu hankahı, zülal nüra kıl memlü 1269 (1853)
Günümüz Türkçesiyle:
Allah, Abdülmecid Han’ı muzaffer eylesin
Vehimden Ziya Paşa tamire sebeb oldu
Allah’a şükürler olsun ki gönül açan dergah tamamlandı
Büyüce Yortan Veli Dergahı Mescidinin binası
Urfa Şehridir şeyhin….
Nesepçe Müslim oğlundan Rufai Şeyhi Şeyh Zülfi
Çalab’a hamd edip Remzi., inci ile cevher döküp
Dedi: Ya Rab Şu hanegahı pür nur île doltur
Şeyh Zülfikar Rufai Dergahı
Adana’da 5 Ocak Mahallesi 13. Sokakta, Askerlik Şubesi’nin kuzeyindeki aynı adla bilinen mescidin yanında olduğu anlaşılmaktadır. İlk yapılış tarihi belli olmayan Dergah’ın 1853 yılında tamir edildiğini ve eski adının Yortan Veli olduğunu, aynı adı taşıyan mescidin kitabesinden öğreniyoruz. Şeyh Ali Zülfikar için Adana Valisi Ziya Paşa’nın imar ettirdiği Dergah günümüze ulaşamamıştır. 1269 (1852) tarihli bir Şer’i Mahkeme sicilinden öğrenmekteyiz. Adana Şer’i Mahkeme Sicili’nin 67. Cilt, 141. sayfasına kayıtlı 1269 (1853) tarihli bir vakfiyesinin olduğu bilinmektedir.

Hasırpuş Dede – (Hatırhoş Dede)



                                           BURSA






Bursa Cumhuriyet Caddesi yakınında, Abdâl Caddesi, Tahıl Caddesi ve Gül Sokağı’nın kavşağındaki Abdal Mehmet Camisinin karşısındaki Abdal mehmet türbesinin hemen arkasında


Hasırpuş dede ermişlerden bir zat idi , dünya menfaatlerine itibar etmeyip fakr u fena yolunu seçmiştir. Omuzunda eski yıpranmış hasıra benzer hırka taşımakla halk arasında ” Hasırpuş” namıyla meşhur olmuştur. Gülizar-ı İrfan’da ; Abdal Mehmet türbesi yakınında bu dünyanın gösterişinden debdebesinde uzak kıt kanaat geçinirken mağmur belde cennete yol bulduğunda Deveciler mezarlığının batı tarafında Abdal Mehmed türbesinin kuzeyindeki Gül sokaktaki türbesine defnedilmiştir.

Hâki  Baba Hazretleri ..manisa




            Hâki baba o devrin alperenlerindendir. Manisa şehrinin saruhanoğulları’nın eline geçmesinde ve manisa’nın türkleşip müslümanlaşmasında önemli pâyesi olan zâttır. Yatırın yanında bulunan iki ağaç arasından geçenlerin günahlarının affolunduğu menkîbe olarak anlatılır. Kabrin hemen başında bulunan iki ağacın arasından geçenlerin günahlarının affolunacağı anlayışı islâmî akîdeye ters düşmektedir. Yatırın bulunduğu yerde hâki baba adına yapılmış hâki baba câmiî bulunmaktadır.

Hâlen hizmette bulunan câminin avlusunda 1871 tarihinde serseri dede adlı bir târikat ehli tarafından yaptırılan bir çeşme bulunmaktadır. Ancak çeşmenin orijinali sonradan yaptırılan ilavelerle ve fayans kaplamalarla bozulmuştur.

8 Mayıs 2018 Salı

Sultan İbrahim Edhemi  türbesi... Lazkiye -Ceble






ibrâhîm el- Edhem'in annesinin onun için Ceble'de yaptırdığı içerisinde sultan Edhemi'nin türbesi olan vakıf külliyenin günümüz fotoğrafları.. Takvasıyla ünlü Alevi Sultan İbrahim bin Edhem ... "Sen kimsin ve burada ne arıyorsun?" "Devemi kaybettim onu arıyorum." "Buranın saray olduğunu görmüyor musun?" "Görüyorum, burada arıyorum." "Be adam hiç burada yani sarayda deve aranır mı? Burada deve mi bulacağını sanıyorsun?" "Ya sen! Ya sen! Bu atlas yorganlar, kadife yataklarda Allah'ı bulacağını mı sanıyorsun!" ( İbrahim bin Edhem ) 1200'lü yıllarda O dönemin takvâ sâhibi büyüklerinden biri, babası Belh kenti (bugünkü Afganistan'ın en eski şehridir)hükümdârı olan ünlü zâhid Sultân İbrâhîm b. Edhem idi. Bu zâhid bir gün tek başına av kovalarken arkasından üç kez seslenildi: "Ey İbrâhîm! Rabbin seni bunun için mi yarattı?" Sonra uykusunda gördüğü bir rüyâ onu dünyâ terkine, zühd ve takvâda aşırılığa yöneltti.Saltanatı ve zengin yaşamı terk eden İbrâhîm el-Edhem geceleyin babasının emîrlik sarayını terkederek yola koyuldu. İbrâhîm o sırada hâmile olan karısına niyetini bildirmişti. Kadın onu kalmaya iknâ edemeyince, ondan hâmile olduğunu îlân etmesini istedi, o da etti ve ona küpe verip erkek çocuğu olursa kulağına takmasını vasiyet etti. İbrâhîm el- Edhem daha sonra takvâ ve ilimle ünlenmiş Alevîlere katılmak üzere Haleb'e, oradan Antakya'ya ve Suriye Alevi dağlarını dolaştı.Sultan edhemi saltanatı bıraktıktan sonra kendisini derviş gibi gezmeye adar. Bir gün köle olarak zengin bir yahudi'nin eline düşer. Yahudi ona ne iş yaparsın diye sorunca Edhemi odun keserim der. Sonrasında yahudi adam Edhemi'yi dağda odun toplamaya yollar. Dağda ormanda odun keserken namaz kılan Edhemi'nin eşeğini bir dağ aslanı parçalar. İbrahim Edhemi dağ aslanına kızarak şöyle der; Madem eşeğimi parçaladın bu yükü sen sırtlayacaksın. Odunları sırtına yüklediği aslanla şehire inen Edhemi'yi görenler şaşkına döner ve panikleyip sağa sola kaçarlar. Daha sonra köle olarak satıldığı yahudi zenginin evine sırtında odunları taşıttığı aslanla gelen Edhemi'ye yahudi şunu sorar; Sen nasıl birisin vahşi bir aslana yük hayvanı eşek gibi hükmedip ona odunlarını taşıttın?ver elini der kölesi Edhemi'nin elini öper ,ayaklarına kapanır ve etkilendiği bu olay karşısında yahudiliği bırakıp müslüman olur. İbrahim Edhemi Uzun süre, halkının çoğu Alevî olan Tarsus'ta kaldı. Alevîlerin arasında on yıl kaldıktan sonra Allâh'ın evine komşuluk etmek üzere Mekke'ye gitti. Ayrılışından sonra karısı İbrâhîm'e erkek çocuk doğurdu, adını Mahmûd koydu ve babasının verdiği küpeyi kulağına taktı. Çocuk büyüyüp annesinden, babasının öyküsünü öğrenince içinde babasına katılma isteği doğdu. İstediği de oldu. Babayla oğul Hicâz'da karşılaştı. İbrâhîm benzerliğinden ve kulağındaki küpeden çocuğunu tanıdı, ona kanı kaynadı. Orada ayrıldılar, fakat İbrâhîm'in kalbi oğlunun sevgisiyle o denli doldu ki, bu hâl onu ibâdetten ve takvâdan alıkoydu. Bunun üzerine İbrâhîm kalbini bu durumdan kurtarması için rabbine duâ etti. Ve sonra oğlu öldü. Onu kendi elleriyle gömdü. Ardından Şam'a, oradan Antakya ve Lazkıye'ye oradan da Ceble'ye gitti. Bu sırada, babası Belh kentinde ölmüştü. İbrâhîm babasının velîahtı olduğundan annesi vezîriâzam ve maiyetiyle onu bulmak için yola düştü. Antakya üzerinden oğlunun izini süren annesi Esmer tenli ne kısa ne uzun boylu ,Yuvarlak yüzlü,yüzünde sürekli hafif bir gülümseme olan oğlunu heryerde arar.Annesi onun mutlaka Alevî illerinde olduğunu biliyordu. Antakya'da izini buldu. En sonunda onu Lazkiye /Ceble'de bir mağarada üstü başı yırtık ,sefil halde buldu. Ve annesi Edhemi'ye seslenir; Saltanatı bu sefil hayatı yaşamak için mi terk ettin ? Sultan iken ipekten giysiler giyerdin.Şimdi ise üzerinde paçavralar var. Bunun üzerine Edhem'i annesine der ki; Bir kalpte iki sevgi olmaz. Ben Allah yolunu seçtim sen askerlerini al ve saltanatına dön. Annesi oğlunun Saltanat giysisini giymesi için ısâr ettiyse de kabûl ettiremedi. O alıştığı yoksulluk ve takvâ giysisi içinde kaldı. İbrâhîm kendini dünyadan kurtarması için rabbine duâ etti ve ebedî âleme göçtü. Isrâr ettiği için pişman olan annesi onun için ağıt yaktı.. Sonrasında İbrâhîm el- Edhem'in annesi onun için Ceble'de bir vakıf külliye kurdu..Bu vakıf yoksulara asırlarca aş dağıtarak görev gördü..Vakıf aynı zamanda İlk Arap Alevi vakfıdır..Edheminin türbesinin içerisinde olduğu vakıf külliye bugün Suriye'de Alevilerin kutsal yerlerinden biridir.. İbrahim Edheminin hayatı ile ilgili anlatılan bir hikayede şudur ; Bir gün İbrahim bin Ethem Hazretleri tenha bir yerde deniz kıyısında oturmuş iğneye ipliği takarak hırkasını dikiyordu. Yanına bir emir geldi. Emir, İbrahim bin Ethem Hazretlerinin padişahlığı dönemindeki adamlarındandı. İbrahim bin Ethem Hazretlerinin böylesine kendi kendine hırkasını diktiğini görünce şaşırdı. “Öylesine yüce bir sultanlığı bırak da gel böyle fakirane bir hayata razı ol. Bu nasıl bir iş,” diye düşündü. Emir'in bu düşüncesini anlayan İbrahim bin Ethem Hazretleri elindeki iğneyi, denize fırlatıp attı. Biraz sonra ağızlarında altından iğnelerle yüzlerce balık deniz kıyısına yığıldı. Her biri: “Ya şeyh iğneni al lütfen!” diye sesleniyordu. Bunun üzerine İbrahim bin Ethem Hazretleri Emir'e dönerek: “Ey Emir! Daimi olan gönül sultanlığı mı daha iyi, yoksa öylesine bayağı bir sultanlık mı?” diye sordu. Emir düşüncesinden dolayı mahçup oldu.”
ŞEYH İBRAHİM ESİR  TÜRBESİ..KAZANLI..MERSİN








Şeyh İbrahim Esir'in Mersin Sahil Arap Alevi beldesi Kazanlı'daki türbesi..
Akdeniz’in dünyanın kavşağı durumuna geldiği 17. yüzyılda korsanlık devlet teşviklerine dayalı bir sistemdi.
Korsanlar devletten aldıkları destekle gemilere saldırıyor, saldırdıkları gemilerin mürettebatını köleleştiriyor, yüklerini yağmalıyor, dahası dünyayı haraca kesiyordu.
Korsanlık Akdeniz'de özellikle 16, 17 ve 18. yüzyılda etkin konuma gelmiş bu etkisini 19. yüzyılda yitirmiştir. Osmanlılı korsanların odak noktasında olduğu bu zamanlarda korsan gemilerinin sayısı öylesine muazzam rakamlara ulaşmıştır ki, sefere çıkan Osmanlı donanmasına 300 parçalık korsan donanmasının eşlik ettiği olmuştur
Şeyh İbrahim ,17. yy'da Suriye'den(Lazkiye) ufak bi yelkenliyle fakirlik içindeki ailesine erzak getirmek için Tarsus'taki varlıklı akrabalarının yanına giderken yolda Frenk korsanları tarafından kaçırılır.
Şeyh İbrahim Esir k.a.s kaçırıldıktan sonra korsan gemisi Kıbrıs açıklarında gece demirler. Şeyh tüm gece Allah'a yakarır ve sabah gemi kendisini Antakya sahilinde bulur. Gemi tekrar kıbrıs açıklarında demirler ama yine sabah kendisini antakya açıklarında bulur..
3 defa bu olay gerçekleşince gemi kaptanı şeyhin elini öper..Ve onu serbest bırakır ama gemideki bazı korsanlar buna itiraz eder gemi kaptanıda itiraz edenleri gemi direğine bağlatır.Şeyh o kadar mütevazidir ki kaptanın bu iyiliğine karşı çarşamba günü osmanlı donanmasının Kazanlı sahilinde olacağını o gün kendisinin iyiliği için bırakmamalarını söyler aksi takdirde kaptanın Osmanlı donanması tarafından yakalanacağını söyler ve daha sonra Şeyh kaptan tarafından serbest bırakılır .Şeyh İbrahim Esir k.a.s Kazanlı'ya yerleşir ve oranın ilk şeyhi olur..Hikaye kısaca böyle..
Şeyhin yakarışlarını anlatan kasideleri ve yaşadıklarını yazdıkları kitabı günümüzde mevcuttur..

25 Nisan 2018 Çarşamba

SUNULLAH GAYBİ TÜRBESİ...kütahya




Kütahya Meydan Mahallesinde Musalla Mezarlığı’nda bulunan Sunullah Garbi Türbesi 17.yüzyılın ikinci yarısında yapılmıştır. Sunullah Garbi 17. Yüzyıl mutasavvıflarındandır. İstanbul’da Halveti-Melami olarak yetişmiş, Kütahya’da yaşamış, Kütahya uleması tarafından zındıklıkla suçlanmış, bu nedenle de “Huda Rabbim” ile başlayan ünlü şiirini söylemiştir.
Türbe kesme taş kaplamalı, bir tarafı dışarıya açık küçük bir türbedir. Türbe 1975 yılında onarılmış ve kısmen de olsa özelliğini yitirmiştir. Türbenin üzeri kiremit örtülü çatı ile örtülmüştür. Orijinal konumunda türbenin doğuya basit bir kapı açıldığı ve kare planlı olduğu anlaşılmaktadır. Güney yönündeki kademeli yuvarlak kemerli açıklık sonradan örülmüş ve bir nevi hacet penceresi durumuna getirilmiştir. Kapısına da “ Sunullah Gayibi 1076 h. (1665)” yazılı bir levha konulmuştur.
Türbenin 1980 yılında yapılan onarımında duvarları yenilenmiş, güneydeki yuvarlak kemerli açıklığa demir şebekeler konulmuştur. Çimento kaplı damı karo seramikli desenlerle kaplanmış ve buraya bir de kubbe konulmuştur.
DEDEBALİ TÜRBESİ..kütahya




‘’Hace’ül-Haram’’ ve ‘’Mülayim Dede’’ adlarıyla bilinen Dedebali, Anadolu Türk Birliğinin sağlanmasında önemli görevler almış, sevilen ve yardımseverliği ile bilinen bir halk bilgesidir. 1394 yılında vefat etmiştir. Tavşanlı merkezindeki Mülayim Tepe adıyla bilinen ve günümüzde mesire yeri olarak kullanılan tepeye defnedilmiş ve üzerine türbe yaptırılmıştır. Türbenin etrafı havuz ile çevrilidir. Tavşanlı ilçe merkezindedir.

Helvai Yakub Baba türbesi ...istanbul





Halk arasında Helvacı Baba (1510 – 1589) diye anılan Şeyh Yakub Efendi ; 1510 yılında Silifke’de doğmuştur. Melami Şeyhi Pir Ali Aksarayi hazretlerinin halifelerindedir.
Pir Ali Aksarayi hazretlerine intisabı ”Lemazat-ı Hulviyye”’de şöyle alatılır. ” Bir tarihte Pir Ali Sultan ‘ın (k.s.) yetişkin dervişlerinden bir kaç dervişle yoldaş olup Aksaray’a doğru yola çıktı. Gece vakti şeyhin hanesine celal ile geldiler. Şeyh Pir Ali Sultan ; kapı çalındığında hizmetçisine ;
– Bak bakalım , kapıya haramiler gelmişler. Bizi yağmalamak istiyorlar kapıyı aç girsinler dedi.Yakub Efendi ; Pir Ali Sultan bu sözünü duyunca sabah ziyaret etmeyi teklif etti. Fakat diğerleri onu dinlemedi ve içeri girdiler. Yakub Efendi başka bir yerde geceledi. Şeyh Pir Ali Sultan hemen eline bir mum alıp geldi ve haramilerin yüzlerine dikkatle baktı. Her birine hitaben ” Sen falanca mısın” diye sorarak isim namlarıyla onları bildirdi. Sonra;
– Bre münafıklar, ben pirimden bu esrarı döverek mi aldım? siz benim üzerime niçin gelirsiniz? hele ahirette sizinle görüşürüz. Siz acıklı azabı tatmadan akıllanmayanlardansınız, diyerek onları payladı. Sonra bunların herbirini bir semte yolladı. Sabahleyin erkenden Helvai dede gelip önünde elpençe divan durdu. Pir hazretleri,
-Bizim yolumuz bizden bizedir. Sihir ise şeytan iledir. Bizden bize olan rahmani yolu Yakub’ vermek isteriz, dedi. Yakub Efendi’ye kuşak kuşatıp ilim ve çerağ vererek kendisine hayır dua eyledi. Sonra onu İstanbul’a gönderdi. Diğerleri ise sır davasına ve merakına düşüp her biri bir vilayeti teshir etmek üzere gittiler.
Helvai Yakub Efendi 60 yıl boyunca bıkmadan yorulmadan Bayrami – Melami yolunu halka anlatmıştır. Abid zahid ve daima murakabe halinde gönlü uyanık bir melamet eriydi. Cezbe ve aşkla konuşan şeyhine ( ve diğer Melami büyüklerine)nazaran çok daha temkinli ve tedbirli idi. Bu bakımdan ulema tarafından fazlaca aleyhinde bulunulmamıştır.Ömrü boyunca, mensub olduğu Bayrami yolunun geniş halk kitlelerine sevdirmiş, özellikle İstanbul’da yayılmasına büyük çabalar sarfetmiş ve büyük bir itibar kazanmıştır.
İsmail Maşuki hazretleri şehit edildiği zaman Helvacı Baba’da Pir Ahmed Edirnevi hazretleri ile birlikte hapsedilmişti. Acem seferindeki muvaffakiyetsizlik üzerine padişah bu iki zatı serbest bıraktırıp dualarını rica etmiş ve daha sonra zafer kazanılınca Yakub baba ‘ya İstanbul’daki ilk Bayrami Tekkesini, Şehzadebaşı civarında, Bozdoğan kemeri bitişiğinde inşa ettirmiştir. Padişah bir gün bu tekkeyi ziyaret etmiş ve şeyhten burhan talebinde bulunmuş, derhal helva pişirilip padişaha takdim edilince padişah gönlünden helva geçirmiş olması sebebiyle memnun olmuştu. Şeyhin lakabı olan ” Helvai” buradan kalmıştır.
Helavi Yakub Baba 1589 yılında vefat ettiğinde binlerce öğrencisi ve seveni vardı. Vefatından sonra Bozdoğan kemeri altındaki tekkesinde sırlanmıştır.
Kaynak ;
Mahmud Cemaleddin El- Hulvi – Lemazat-ı Huviyye – Semerkand yayınları
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Osmanzade Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya – 2. cilt , Kitabevi yay.

ŞEYH MERZÜBÂN-I VELÎ..zara ..tödürge köyü



On üçüncü yüzyılda yaşamış velîlerden. Asıl adı Mahmud'dur. Merzübân lakabı sınır muhâfızı, hâkim, pâdişâh anlamındadır. Peygamber efendimizin torunlarından olup seyyiddir. Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması döneminde şeyhi, Tac'ül-Arifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin mânevî işaretleriyle on ikinci asır sonlarına doğru Buhara'dan Anadolu'ya gelmiştir. Sivas ili Zara ilçesi yakınlarındaki Tekke köyüne yerleşerek halkı irşâda başlamıştır. Pekçok kerâmetleri görülmüştür. Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, doğuda bir sefere giderken, yolu üzerindeki Zara'ya uğramış ve Şeyh hazretleriyle görüşüp kerâmetine mazhar olmuştur. Zara ilçesinin bugünkü yerinde "Zaro" isimli bir Ermeninin çifliği vardır. Ağa, sultanı akşam yemeği yedirmek için çifliğine dâvet eder. Yemekten sonra, 3-4 km uzakta bir ışığın yandığını farkeden Sultan, Zaro Ağaya ışık yanan yerde köy olup olmadığını sorar. Ağa da; "Köy yok efendim, fakat orada bir sarhoş adam var, civar köylerden avane toplayıp âlem yapıyorlar. Bu yüzden zaman zaman bizi de rahatsız ediyorlar." der. Zekî bir insan olan Alâeddin Keykubad, Ağa'nın bu sözlerinden şüphelenip; "Ağa, öyleyse o sarhoşa içki göndermek gerek." der. Sabahleyin bir katır yükü içki yükletip askerleriyle Şeyhe gönderir. Katır, Şeyhin Dergâhına yaklaşınca, daha ileri gitmez. Bunun üzerine içkiyi götüren asker, Şeyhe gidip; "Sultanın kendisine içki gönderdiğini, fakat katır yorulduğu için getiremediğini, içkileri gelip kendisinin almasını söyler." Şeyh hazretleri askere;"Sultanına selam söyle, gönderdiği içkiler yağ bal olsun, askerine yedirsin." der. Asker geri döner, durumu Sultan'a anlatır. Katırdaki yükler indirilir, gerçekten de içkilerin yağ, bal olduğu görülür. Alâeddin Keykubad bu zâtın büyük bir velî olduğunu anlar, gidip elini öpüp hayır duasını ister. Kendisine istediği kadar arazi vakfeder. Şeyh de bu arazilerin gelirleriyle medrese kurdurup yüzlerce insan yetiştirir.
Kendisinden sonra, torunları da bu işe devam etmiş Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına kadar hizmeti sürdürmüşlerdir. Bugün bu mübarek zâtın türbesi sıkıntıya düşen, derdi olan pekçok kişi tarafından ziyâret edilir, himmet beklenir.

KAYNAKLAR

1) Baki Ay ve Ömer Hocaoğlu şahsi arşivinden
2) Zara Folkloru
3) Dünden bugüne Zara
4) Yakup Bozalioğlu şahsi fotoğraf albümünden
5) Faruk Aburşu'nun şahsî arşivindeki "Şeyh Merzübân Vakfiyesi" örneğinden

20 Nisan 2018 Cuma

KAVACIK SULTAN YATIRI ..MİSİ KÖYÜ..BURSA




Kavacık Sultan Yatırı Müslümanlar için önem arz etmektedir. Misi Köyü’nde yaşamış olan Kavacık Sultan’ın kabrinin, köydeki dağda bir kayanın içinde olduğu rivayet edilmektedir. Bugün bölgede bulunan çeşmeden akan suyun Kavacık Sultan’ın gözyaşları olduğuna inanılır ve ziyaretçiler tarafından dilenen dileklerin gerçek olduğu söylenir.
MADRAN BABA YATIRI ..BOZDOĞAN..AYDIN




Bozdoğan ilçesindeki Madran Baba Dağı ismini, zirvesinde bulunan Madran Baba yatırından alır. Dağ çok yüksek bir rakıma sahip olduğundan buraya ulaşım stabilize orman yollarıyla sağlanır.
Madran Baba’nın kim olduğu, nereden geldiği ve hangi dönemde yaşadığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak, Türklerin Anadolu’ya geldiği devirlerde bölgeye yerleşmiş bir veli, bir gazi derviş olduğu hakkında yaygın bir kanaat varır. Madran Baba’yı, Evliya Çelebi ziyaret etmiştir. Seyahatname’sinde önemli dini ziyaret mekanları içinde sayar.
Mardan Baba, Aydın ve çevre illerde yaşayanlar için oldukça popüler bir ziyaret yeridir. Bilhassa yaz aylarında on binlerce birey buraya gelir. Özellikle o civardaki Alamut köyü Alevilerinin dini yaşamında Madran Baba’nın ayrı bir yeri vardır. Küçük büyük hemen her Alamutlu yılda en az bir kere Madran Baba’yı ziyaret eder, ona dua eder. Orada kurbanlar kesilir. Madran Baba sadece Alevilerin değil, bütün Müslüman kesimlerin ortaklaşa ziyaret ettikleri ve saygı duydukları bir yatırdır.
Bozdoğan’da herkes imkan buldukça Madran Dağı (1792 m.) zirvesindeki Madran Baba’yı ziyaret eder. Ziyaret edenlerin arasında çoğunluğu Alamut Mahallesi’nde yaşayan vatandaşlar oluşturur.
Gene bir rivayete göre; Madran dağı bağrından akarak gelen kaynak sularıyla karpuz ve düşman çatlatırmış. Madran Baba bu dağda yaşayan yüce bir bilgeymiş. Gün boyu ufuklara bakar,doğayı dinler,düşünürmüş.
Düşündüklerini yoğurup bırakırmış mayalanmaya.Doruktaki bulutlar önce onun saçlarını yalazlar,Deniz yeli onun sakalında eleklenir,tomurcuklar ona içini açar,dallar ona secde edermiş.
O,börtü böcekle konuşur,çiçeklerden şifa sağar,olmayanları oldururmuş.Ufuklarca mavi gözleri,bulutlarca aklanmış saçları,çatlamış bakır rengi yüzüyle derin bir adammış.Bu kişi serin bir kişiymiş.Elindeki kar erimezmiş…
HAYDAR BABA TÜRBESİ..HAYDARPAŞA ..KADIKÖY 


RÜYAYA GİREN HAYDAR BABA!
Haydarpaşa Tren İstasyonu’nda rayların arasında saklı kalmış pek de bilinmeyen gizemli bir türbe de son hikâyemizin odak noktası.  Tren istasyonuna ismini verdiği söylenen Haydar Baba Türbesi ile ilgili de şu rivayet anlatılıyor: Yaklaşık 100 yıl evvel Haydarpaşa tren istasyonunun hareket amiri türbenin olduğu yerden tren rayı geçmesini istemiş ve bunun üzerine çalışmalar başlatılmış. Ancak çalışmalara başlandığı gece hareket amirinin rüyasına Haydar Baba girmiş ve “Beni rahatsız etmeyin” demiş. Görülen bu rüyaya rağmen mühendisler çalışmalarına devam etmiş. Ertesi gece Haydar Baba yine hareket amirinin rüyasına girmiş ve bu kez “Beni rahatsız etme” diyerek amirin boğazını sıkmış. Bu rüyalar sonrasında tedirgin olan hareket amiri tüm çalışmaları durdurmuş. Ve üstelik de oraya “Haydar Baba Türbesi” yapılmasını sağlamış.

‘BİZİ SELAMETLE HAYDAR BABA’
Kadıköylü mimar Arif Atılgan ise “Haydarpaşa” adlı kitabında bu türbe ile ilgili şunları yazar; Haydarpaşa Garı alanında demiryolcuların Haydar Baba adıyla andıkları bir yatır türbesi vardır. Aslında mezarın üzerindeki yazıda Lahuti Abdullah Baba yazmaktadır. Tüm makinistler ve ateşçiler trenleri ile yola çıkmadan önce bu mezarı ziyaret eder ve dua ederlermiş. Ayrıca yola çıkarken de ‘Bizi Selametle Haydar Baba’ anlamında trenlerinin düdüğünü çalarak onu selamlarlarmış. Trenciler, burada yatan zat ile olan bu ilişkileri sebebiyle kendisine Haydar Baba adını koymuşlar. 1950’li yıllarda İşletme Müdürü Rüştü Sarp zamanında ilk olarak onarılmış olan bu türbe, Haydarpaşa Garı’nın önemli bir parçası olmuştur.

7 Nisan 2018 Cumartesi

 BALGAZ DEDE - YUKARI KIRIKLAR KÖYÜ - BERGAMA












Bergama’ya 13 km. mesafedeki Yukarı Kırıklar köyünde bulunan Balgaz Dede ulu bir Çitlembik ağacının dibinde yer almaktadır. Köyün dışındaki bu yatırla ilgili hiçbir bilgi bulunmamaktadır. Mezar taşlarla çevrilmiş viran bir görünümde, hiçbir kitabe ve yatırla ilgili herhangi bir ibare bulunmamaktadır. Kimdir neyin nesidir bilinmiyor. Köylüler tarafından yatır olarak kabul edilmiş ve etrafı tel örgülerle çevrilerek girişine “Balgaz Mezarlığı” diye bir levha asılmış. Bunun dışında herhangi bir ibare yok. Ama orada bulunan çobanın dediğine ve ağaçlara bakıldığında en az 300 yıllık olduğu sanılmaktadır.

    KUM BABA. UZUNKÖPRÜ



 Uzunköprü yöresinin alınması sırasında şehit olan Serdengeçti Türk akıncısı. 1357. Kırk Erenler, serden geçti akıncılar, Rumeli’ne geçtiklerinde, atının heybesine kum doldurup, yakın savaşlarda düşmanaskerinin gözlerine hışımla kum atarak, onları iş görmez hale getirerek saf dışı eden bir yiğit varmış.  KUM BABA diye anılır.
      Bir gün arkadaşlarına demiş ki “ Din-i mübini İslâm'a bu yolda hizmet ettim, Heybedeki kumlarım nerede tükenirse bizimde vazifemiz orada bitecek” der. Son avuç kumunu da, Uzunköprü’nün bulunduğu yörede Kafirlerle yaptığı savaşta serptiğinde vade sona erip şehitlik şerbetini içer ve onu arkadaşları hemen oraya defnederler. Uzunköprü’de KUM BABA diye halen ziyaret edilir.
     Kum Baba ile ilgili Uzunköprü’de günümüze kadar halk arasında söylene gelen bir (söylence) rivayet de vardır. Rumeli’ye geçen ilk kırk kişilik sal, karşıya geçmek üzere sahilden ayrılır.  Sala binmeye yetişemeyen Kumbaba atından iner. Heybesini omzuna alır.  Heybesinden tarlasına buğday eker gibi denizin üzerine kum serpmeye başlar.  Denizde bir yol olur. Böylece Kum baba bu yol üzerinde yürüyerek, salla Rumeli’ye geçen arkadaşlarına yetişir. Kırk erenler arasında yeri olan serdengeçti, savaşçı, kolonizatör Türk Dervişi Kum baba Rumeli’nin fethinde Uzunköprü yöresinin alınışına kadar tüm savaşlara katılmıştır.

HAMZA BABA TÜRBESİ..İZMİR..KEMALPAŞA









İzmir – Kemalpaşa ilçesine 30 km. uzaklıktaki Hamzababa köyünde bulunmaktadır
              Hamza Baba türbesi, ilçeye 30 km. uzaklıktaki Hamzababa köyünde bulunmaktadır. Köye girildiğinde ilk göze çarpan, birçok evin duvarında dini motiflerin işlendiği duvar resimleridir. Türbenin bakımını Hamzababa soyundan geldiği söylenilen, bu konuda elinde hilafet fermanı bulunan postnişin yürütür. Semavi Eyice makalesinde Hamza Baba’nın Nif’teki (Kemalpaşa) kabri üzerine II. Murad tarafından bir türbe yaptırılıp yakınında bir de Bektaşî tekkesi kurulmuş olduğunu kaydeder. Saruhan Evkaf Defteri’ndeki 1521-22 tarihli kayıtta, “Nâhiye-i Nif’te Gereme nâm karye kurbünde Kapukaya demekle mâruf mevzii Hamza Baba nâm derviş kendi dest-i renciyle açıp ihya edip ve su getirip bir zaviye bina ve hasbeten lillâh bağ dikip ihya etmiş; zikrolan bağın ve mevziin öşrünü Sultan Bayezid Han ihsan edip ref buyurup ellerine hükm-i hümâyun inayet olunmuştur“, denilmektedir. Buna göre, zaviye II. Bayezid döneminde kurulmuş ve Hamza Baba da aynı yıllarda yaşamış olmalıdır. Hilal Ortaç’ın yayımladığı Hamza Baba Tekkesi’nin tarihçesiyle ilgili altı belgeden sonuncusu 6 Teşrinievvel 1308 (18 Ekim 1892) tarihli olup Şeyh Halil Efendi’nin ölümü ile zâviyedarlığın oğlu Derviş Ali Efendi’ye tevcih edildiğine dairdir. Aradan geçen 100 yıl içinde, tekke bütünüyle ortadan kalkmış, yalnız türbe ayakta kalabilmiştir. Bir mezarlığın içinde yer alan Hamza Baba Türbesi kesme taştan yapılmış se- kizgen planlı bir yapı olup içinde tek sanduka vardır.
          Çevre halkının anlattıklarına ve Postnişin Ali İhsan Özer’in elindeki ferman ve diğer vesikalardan anlaşıldığına göre, Hamzababa 1530 yıllarında 90.000. askeri ile Horasan’ın Balkayıp bölgesinden Anadolu’ya gelir. Onun Ahmet Yesevi dervişlerinden olduğu rivayet edilmektedir. Bugün türbenin bulunduğu yerleri fetheder ve yerleşir. O yıllarda Sultan Murat Manisa’da şehzadedir. Şehzade Murat, Hamza Baba’yı birkaç kere Manisa’ya davet eder. Sonunda Hamza Baba Manisa’ya gitmeye karar verir ve yola çıkar. Bu arada dağlara dönerek “yürün dağlar, ben Manisa’ya gidiyom, siz de gelin” der. Dağlar da Hamza Babanın peşine takılarak gitmeye başlar. Bu arada II.Murat bir haber daha yollayarak “yalnız gel” der. Bunun üzerine Hamza Baba köyün 1,5 km. aşağısında durarak bir kayaya yaslanır ve “durun dağlar” der. Dağlar durur, Hamza Baba yoluna devam eder.
             Hamza Baba ile Şehzade Murat arasındaki ilişki bir süre sonra dostluğa dönüşür. Bu dostluk ve muhabbetin ikisinin de Hacı Bektaş Veli’ye olan sevgi ve saygılarından kaynaklandığı söylenir. Hamza Baba, Manisa’ya yaptığı ziyaretlerden birisinde ölür. Manisalılar Hamza Baba’ya sahip çıkarak onu Manisa’da yapılacak bir türbeye gömmeyi isterler. Hamza Baba’nın erleri ise onu Hamzababa köyüne götürmek isterler. Menkıbeye göre cenaze paylaşılamaz. Sonuçta bulunan çözüme göre, cenazenin bulunduğu odaya iki tabut koyularak kapı kilitlenir. Sabaha kadar beklenir. Cenaze kimin tabutuna girerse onun olacaktır. Sabah olur, herkes kendi tabutunu alarak içine bakmadan gömüleceği yere kadar götürecektir. Hamza Baba’nın erleri kendi tabutlarını Manisa’dan kendi köylerinin girişine kadar bir günde getirirler. Köye bir km. kala tabutun içerisinde Hamza Baba’nın olup olmadığı konusunda içlerine bir şüphe düşer ve tabutu açarlar. Hamza Baba tabutun içindedir ve hala terlemektedir. Bu şüpheden dolayı cenaze o kadar ağırlaşır ki, geri kalan bir km. lik yolu ancak kırk günde alabilirler.
Hamzababa zaviyesinin yerleşkesi karye-i barza yakınlarında Kapukaya mahalli olarak anılır.
Yatır, sekizgen formdadır. Kubbeli taş bina, eski ve daha yeni mezarların yer aldığı bir alanın ortasına kurulmuştur. Köy, özellikle çevre il ve ilçelerden gelen alevi vatandaşlar tarafından ziyaret edilmektedir. Yatırda, çeşitli amaçlar için dilekte bulunulmakta ve bu uygulamalar için dört ayrı dilek noktası bulunmaktadır. Kişilerin kendi başlarına yaptıkları dilekte bulunuşun dışında, postnişin tarafından yardım alınarak da dilekte bulunulabilmektedir. Yatırın içerisine giren ziyaretçi, niyaz etmek amacıyla yatırın ayak, orta ve baş ucundan öpmekte, daha sonra diğer tarafa geçerek aynı işlemi burada da yapmaktadır. Yatırın çevresinde yer alan mezarlıkta da dilekte bulunmak için bir dizi işlemler yapıldığının izleri görülmüştür. Ağaçların dallarına kumaş parçaları bağlanarak dileklerde bulunulmuştur. Bunların içinde en ilginci, bir gazete parçasının her iki ucuna bez bağlanmış, bir ucu ağaca tutturulmuş, diğer ucu serbest bırakılmıştır. Hamzababa türbesi çevresinde yeralan bu inançlar, dileklerin yerine gelmesi sonucunda Hamzababa için adakta bulunulması ile son bulmaktadır.
Bursalı Mehmet Tahir eserinde Hamza Baba’nın II. Murad devrinin şeyhlerinden olup Sultanın defalarca onunla görüşmüş, vefatında ikamet etmiş olduğu köyde mükemmel bir türbe yaptırmış ve vakfiye tahsis etmiş olduğundan söz eder87. Daha sonraları Fatih Sultan Mehmet de babasının bu vakfiyesini artırır. Yazarın bilahare ziyaret ettiği türbesinde on sekiz bölümden oluşan mensur Makamat-ı Evliya isminde tasavvufa dair bir eser ile Kitabü’l Usul isminde bir diğer eserini görmüş olduğunu aktarır. Yazar bu eserlerin incelemesinden Hamza baba’nın Bursa’ya sekiz saat mesafede bulunan İnegöl kazası civarında nam-ı alilerine mensup köyde mazanna-i kiramdan Baba Sultan’dan hilafet almış olduğunu nakleder. Hamza Baba’nın bilinen eserleri Makâmât-ı Evliyâ, Tasavvuf Risâlesi, adı belirtilmemiş küçük bir tasavvuf eseri ve Divan’ıdır88. Genel olarak nasihatname türündeki mensur bu üç eser, örnek hikâyeler üzerinden dinî ve tasavvufî öğretileri içerir. Dîvân ise sade bir Türkçe ile Hamza mahlasını kullanan Hamza Baba’nın hece ile yazılmış tasavvuf temalı şiirlerinden oluşur.
Manisa, Kemalpaşa, Balıkesir, İzmir, Çanakkale, Akhisar, Demirci, Menemen, Turgutlu, Aydın, Dikili, Bergama, Edremit gibi şehirlerde ve Ege Bölgesinde 100 ‘ün üzerinde köy ve kasabada Hamza Baba Ocağı talipleri vardır89. Bunlar daha çok Dergâh’a bağımlı muhiban Türkmen zümrelerdir.
Hamza Baba Yesevi ekolü mensubu bir Türkmen dedesidir. Saruhan Beyin kardeşi Ali Paşa’nın Nif Emirliği döneminde gelerek yöreyi dervişleriyle irşatabaşladığı anlatılmaktadır. Onun bu çalışmalarını gören Saruhan Bey, onun tekkesine vakıf arazileri tahsis eder.
Cumhuriyetin ilk yıllarında İzmir Valisi Kazım Dirik (1881-1941), Hamza Baba türbesini kapatmak ister. Halkın bu duruma karşı çıkması üzerine köye gelir ve türbedar Rıza Özer’in evinde bir gece kalır. Hamza Baba’nın menkıbelerini dinler. Hamza Baba’nın türbesinin kapatılmasına engel olur. Türbedardan Hamza Baba’ya ilgili çok sayıda el yazma eseri incelemek üzere alarak İzmir’e götürür. Kazım Dirik bir süre sonra Edirne’ye atanır. Belgelerden de bir haber alınmaz. Vilayetnâme’nin ise, Kazım Dirik’in oğlu tarafından İngiliz Elçisine hediye edildiği ve halen Londra’da kütüphane de bulunduğu anlatılır.
Her yıl Hamzababa köyünde Ağustosun son haftasında geleneksel Hamza Baba Anma törenleri yapılmaktadır.
Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun