KARIŞIK

26 Ağustos 2016 Cuma

KA’BE’NİN ŞERİFİ MİHRABIN ŞEHİDİ İMAM ALİ’DİR 



Biz Aleviler arasında Hz. Ali’nin İbn-i Mülcem Muradi tarafından Kufe Mescid’inde salat ederken secdede başından yaralanmış olduğu şüphe götürmeyen konulardan birisidir. Bizler atalarımızdan da böyle duymuş ve bunu dile getirmektende sakınmamışızdır. Bundan bir kaç yıl öncesine kadar “Siz aleviler neden camiye gitmiyorsunuz?” sorusuna “Hz. Ali camide öldürüldüğü ve Muaviye zamanında camilerde Hz. Ali’ye hakaret edildiği için gitmiyoruz” diye cevap verirdik. Bu söylediklerimi yirmi beş yaş ve üzeri çok iyi bilirler.

Ancak son zamanlarda bu yönde çok fazla eleştiri gelmesi, Alevi olmadığı halde kendisine Alevi süsü vererek içimize sızan bazı kimselerin tarihi belgeleri saptırmak veya tarihi bir senedi olmayan uydurma rivayetleri aktarmak suretiyle konuyu farklı mecralara çekmeleri ve olayı bilimsel olarak değerlendirme kudretine sahip olmayan canlarımızın bu süslü sözleri gelen eleştirilere karşı bir sığınak olarak görmeleri gibi sebeplerle farklı sesler yükselmeye başladı.

Öyleki yüzyıllardır Müminlerin Emiri Ali’nin mescidde yaralanması ve şehadetinden sonra Muaviye tarafından mescidlerde Hz. Ali’ye hakaret ve lanetin bir zorunluluk haline getirilmesi sebebiyle mescidlere gitmediğini beyan eden biz Aleviler arasında, Hz. Ali asla mescide gitmemiştir, hatta ibadet etmemiştir diyenler oldu. Şimdi bu makalede konuyla ilgili bazı tahribat ve çarpıtmalara açıklık getirmeye çalışacağız. Bu sebeple canlardan sabırla okumalarını umuyoruz.

Öncelikle konuyu değerlendirirken bugünün şartlarında değil, İmam Ali’nin şehit olduğu zamanın şartlarında değerlendirmemizin gerekliliğini bilmeliyiz. Yani o günkü mescid ile bugünkü mescid, cami, Hanegah veya cem evlerini karşılaştırarak yada bugünkü ibadethanelerin şekline ve içeriğine bakarak o günü değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu yöntem, konuyu karmaşaya sürüklemek isteyenlerin çokça başvurdukları bir yoldur. Cemevi ve Cami gibi kavramlar o dönemde olmadığı gibi, şekil itibariylede ilk dönem mescidler çok farklıdır. Dolayısıyla bugüne bakıp değerlendirme yapmak ve Alevilere “Hz. Ali camide namazda öldürüldü. Siz neden camiye gelip namaz kılmıyorsunuz?” demek temelsiz bir eleştiridir. Çünkü biz Aleviler cem evlerinde ibadet ediyoruz. Şekil ve içerik olarak bugünkü cem evleri, Peygamberimizin ve İmam Ali’nin dönemindeki mescidlere camiden çok daha fazla benzemektedir.

Herkesinde bildiği gibi İslam tarihinde kurulan ilk ibadethane Peygamberimizin hicreti sırasında konakladığı Kuba’da yaptırdığı Kuba Mescidi’dir. İkincisi ise Mescid-u Nebevi’dir (Peygamberin Mescidi) ve Hz. Peygamber’in onu Medine’ye hicretinden hemen sonra yaptırdığı yine herkesçe bilinmektedir. Şekil olarak özetle tek katlı, minaresiz, kubbesiz ve toprak zemindir. İçerik olaraksa; toplu ve bireysel ibadetlerin yapıldığı, Ku’ran’ın okunduğu, savaş, barış veya önemli devlet kararlarının alındığı, fakirlerin doyurulup giydirildiği, toplumsal sorunların çözüme kavuşturulduğu, Hz. Peygamberin halka hitap ve nasihat ettiği, ilim öğrettiği ve evsiz Peygamber aşıklarının sığındığı bir mekandır. Ulu ve yüce Allah’ın indirdiği, inancımızın temelini oluşturan Kur’an ayetlerinde ve kitabın açıklaması olan Peygamberimizin ve Ehli Beyt’in sözlerinde ibadet hanenin adı “Mescid”dir. Öncelikle mescid kelimesinin geçtiği ilgili ayetlere kısaca bakalım;

“Deki; Rabbim adaleti emretti. Her mescidde yüzlerinizi (O’na) doğrultun...”(1)

“Ey Adem oğulları! Her mescidde süslerinizi (üzerinize) alın...”(2)

“Kim, Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasına engel olandan ve onları yıkmak için çaba gösterenden daha zalimdir?...”(3)

“Şüphesiz mescidler Allah’ındır. Öyleyse Allah ile birlikte kimseyi çağırmayın.”(4)

Kur’an’ı Kerim’de İbadet hane olarak mescid ismi çok yerde geçmektedir ve ibadet hane için başka bir isim zikredilmemektedir.(5) Örnek olması açısından bu kadarı bize yeterlidir. Mescid kelimesi Arapça “Secede” kelimesinden türemiştir. İsm-u zaman ve ism-u mekandır. Yani secde edilen yer ve secde edilen zamanı anlatır. Peygamberimizin uygulamasında ise Mescid’in özelliklerini kısaca yukarıda açıklamıştık.

Bu kısa açıklamanın ardından Türkiye’de Hz. Ali’nin mescidde değilde evinin önünde başından yaralandığını iddia eden bir kaç kişinin makalelerine ve dayandıkları kaynaklara bakalım;

1 - A Mesut Gülşen adına www.islamdergisi.com web adresinde “Hazreti Ali’nin Şehadeti” başlığı altında yayımlayan yazıda şöyle diyor;

“İbn Mülcem.......Hz. Ali (ra) sabah namazı için evinden çıktığında, zehirli kılıcı ile Hz. Ali (ra)’in başının ön tarafına vurur.”

Makale sahibi yazmış olduğu bu cümleye kaynak göstermemiştir. Dolayısıyla kaynaksız ve senetsiz sunulan bu iddianın bilimsel hiç bir değeri yoktur.(6)

2 – Sabri Gültekin adına www.milatgazetesi.com web adresinde “Allah’ın Arslanı’nın Şehadeti” başlığı altında yayımlayan yazıda şöyle diyor;

“İbnü Mülcem, Hazret-i Ali’yi Kûfe sokaklarında kollamaya başladı. Bir gün sabah namazından önce Halifenin geçeceği yola pusuya yattı. Hz. Ali’nin geldiğini görünce İbni Mülcem aniden arkadan üzerine atılarak zehirli hançerini indirdi.”(7)

Bu yazının sahibide bu cümlelerine kaynak göstermemiştir. Böylece kaynaksız ve senetsiz olan bu iddiada bilimsel açıdan hiçbir değere sahip değildir.

Burada dikkatinizi çekmek istediğimiz bir noktada şudur ki anılan her iki yazarda farklı bir iddiada bulunmuştur. Birine göre Hz. Ali evinin önünde, diğerine göre ise evinin önünde değil geçeceği yolda yaralanmıştır. Artık kaynaksız verilen bu bilgilerin ne boyutta çarpıtılmaya müsait olduklarını siz değerli canlar rahatlıkla görebilirsiniz.

3 – Mustafa Cemil Kılıç adına internette farklı sitelerde “HZ. ALİ CAMİDE NAMAZ KILARKEN Mİ ÖLDÜRÜLDÜ” başlıklı bir yazı yayımlanmaktadır. Şöyle diyor;

“Hazreti Ali, Hicretin 40. yılı Ramazan ayının 19. gününün sabahı evinden çıkıp 8 adım atmışken(8) Abdurrahman İbn Mülcem adındaki bir Haricinin zehirli kılıcı ile yaptığı saldırı sonucu yaralanmış, 3 gün boyunca yaralı olarak yatağında yatmış, bu sırada zehir vücuduna yayılmış ve 3. gün yani Ramazanın 21. günü(9) “Kâbe’nin rabbi olan Allah’a hamdolsun ki kurtuldum!”(10) diyerek Hakk’a yürümüştür.”

Bu yazının sahibide diğer ikisi gibi kaynak göstermemiştir. Dolayısıyla kaynaksız ve senedsiz olan bu iddianında bilimsel anlamda bir değeri yoktur. Önceki iki yazar Hz. Ali’nin namaz için çıktığını söylerken, M. Cemil Kılıç diğer iki yazardan farklı olarak Hz. Ali’nin namaz kılmadığını iddia etmiştir. Bu konu şuan makalemizin konusu dışındadır. Ama görülüyor ki kaynaksız ve senetsiz olan bu aktarımları dilyen dilediği gibi istismar edebilmektedir.

Bu üç makale sahibi dışında Hz. Ali’nin mescidde secdede yaralanmadığını iddia edenlerden biriside Ziya Şakir’dir. Kerbela Vakası ve Kerbela’nın İntikamı adlı kitabında şöyle aktarıyor;

“Tellal elindeki değneği yere çarparak “Namaz vakti, ey müslümanlar!” diye bağırdı.

Yürümeye başladı. Onu takip eden Ali de kapıdan henüz beş, altı adım kadar uzaklaşmamıştı. O anda, karanlıklar içinde üç gölge fırladı ve bu üç gölge, Ali’nin üzerine saldırdı. Ali, hiç beklemediği bu saldırı karşısında bir an şaşırarak elindeki asayı ileri uzattı. Fakat asa, şiddetle inen kılıç darbesi altında parçalandı. Ali, derhal kılıcına davrandı. Lakin elini kılıcının kabzasına koymaya vakit bulamadan şiddetli bir darbe başına indi.”

Ziya Şakir’de yukarıdaki üç makalenin sahibi gibi Hz. Ali’nin mescid dışında evinin önünde yaralandığını iddia etmiştir ve bu iddiasına herhangi bir kaynak göstermemiştir. Ziya Şakir diğerlerinden farklı olarak dip notta şöyle bir de açıklama yapmıştır; ‘Bazı kitaplar; Bu olay camide oldu ve Ali secdeye vardığı zaman, İbn-i Mülcem kılıçla başına bir darbe indirdi’ diye yazmaktadırlar.”(11)

Ziya şakir’in kitabındaki bu dip nota iki adet kaynak gösterildiği göze çarpıyor. Birincisi (Tarihi) Taberi’dir ve diğeri ise ilerde değineceğimiz Fuzuli’nin Hadikatu’s Sueda (Saadete Ermişlerin Bahçesi) kitabıdır. Ne hikmetse Ziya Şakir hiç bir kaynağa dayandırmadığı “Ali evinin önünde yaralandı” iddiasını kabul etmiş ve kendisinin kaynak göstermiş olduğu “secdede yaralandı rivayetine” ise sadece dip notta işaret etmiştir. Diğerlerine nazaran insaflı gibi gözüksede aslında bu mesnetsiz iddiayı ilk olarak ortaya atan, biz Aleviler arasında yayılmasını sağlayan ve diğerlerinin yolunu açan odur. Ziya Şakir’in kitaplarında Alevi inanç ve tarihine yönelik çok daha fazla çarpıtmalar vardır ki bunlar konumuzun dışında olduğu için sadece işaret ediyoruz.
Şimdi bu üç yazarın bir ortak özelliği göze çarpmaktadır. Her üçüde sünni mezhebindendir. İlahiyatçı olan Mustafa Cemil Kılıç her ne kadar doğma Alevi değilim, ama sonradan Alevi oldum desede gördüğünüz gibi savunduğu bu düşünce aslında sünni inanca sahip bazı kimselerin düşüncesidir. 
Peki Alevi kaynaklarının Hz. Ali’nin şehadeti konusundaki aktarımları nedir? İlk olarak öyle bir kaynak zikredeceğiz ki aslında onu duyan bir Alevinin ikinci bir kaynağa ihtiyaç duymaması gerekir. Çünkü o Alevi inancında otorite olan yedi ulu ozanlardan, yedi alevi bilgininden biridir. O değerli Ehli Beyt aşığı, yolumuzun alimi ve şairimiz Fuzuli’dir. İmam Ali için yazdığı mersiyesinde şöyle diyor; 

“Ey Sipihri bivefa biyhude devran eyledin,
Kasd-ı din ettin binay-ı şer’i viran eyledin, 
Sernegun kıldın ibadet minber ü mihrabını,
Mabed-i İslam’ı toprak ile yeksan eyledin, 
Leşker-i İslam’ı koydun server ü serdarsız,
Noldun ey zalim ki kasd-ı Şah-ı merdan eyledin.”(12)

Açıklaması;

Ey vefasız gökyüzü, boşa devran eyledin,
Dine kastettin, şeriat binasını viran eyledin,
İbadetin minber ve mihrabını devirdin,
İslamın mabedini toprak ile yeksan eyledin,
İslam ordusunu koydun başsız ve serdarsız,
Ne oldun ki ey zalim (ne geçti ki eline ki) Şah-ı Merdan’a kast eyledin.

Fuzuli bu şiirinde çok açık bir şekilde Hz. Ali’nin mescidde mihraptayken yaralandığını beyan etmektedir. 

Hz. Ali’nin şehadetini anlatan kaynaklarda olay detaylı anlatılmaktadır. Ancak bir konumuzla ilintili olan kısmı özet olarak yazımıza alıp bir kaç kaynaktan aktaracağız. Olay şöyledir;

Haricilerden bir grup Mekke’de toplanıp emirler (yönecitiler) hakkında konuştular. Onları ve kendilerine karşı davranışlarını kınadılar. Nehrevan ehlini anıp onlara rahmet okudular. Ardından birbirlerine şöyle dediler; 

“Allah için canlarımızı feda edelim. Sapıklık imamlarına gidip “dikkatsiz oldukları anı kollayarak,” kulları ve şehirleri onların elinden kurtaralım ve Nehrevan’da şehit olan kardeşlerimizin intikamını alalım.” 

Haccın bitiminde bu sözler üzerinde sözleştiler. Mülcem oğlu Abdurrahman; “Ben Ali’yi (öldürmeyi) size garanti ediyorum” dedi. Abdullah oğlu El-Burek Temimi; “Ben de Muaviye’yi (öldürmeyi) size garanti ediyorum” dedi ve Bekr oğlu Amr Temimi ise; “Ben de size As oğlu Amr’ı (öldürmeyi) garanti ediyorum” dedi. Ardından bu sözler ve bu sözleri tutmak üzerine anlaşıp sözleştiler. (Suikasti yapacakları zaman olarak) Ramazan Ayı’nın on dokuzuncu gecesi için karar alıp dağıldılar. 

İbn-i Mülcem Kufe’ye geldi. Orada babası, kardeşi ve akrabaları Nehrevan’da Hz. Ali tarafından öldürülen Kutam adında bir kadınla karşılaşıp aşık oldu.(13) Onunla evlenmek isteyince Kutam, mihriye olarak ondan “Üç bin dirhem, bir köle, bir hizmetçi ve Müminlerin Emiri Ali’yi öldürmesini” istedi. İbn-i Mülcem kabul edince Kutam ona yardım etmesi için Mucalid oğlu Verdan’a haber gönderdi ve olayı anlattı. Verdan da Kutam için bu yükü üstlendi. O sırada İbn-i Mülcem de Becere oğlu Şebib’e sırrını açarak kendisine yardım etmesini istedi. İkisi İmam Ali’yi öldürmek üzere anlaştılar ve o sırada Mescid’de itikaf için çadır kurmuş olan Kutam’ın yanına gittiler.(14) Kutam’a, İmam Ali’yi öldürmek üzere anlaştıklarını bildirdiler. Kutam; “Madem anlaştınız, işi yapacağınız zaman yanıma geldin” dedi. Sonra ikisi Kutam’ın yanında ayrıldılar. Daha öncesinde planlarını Eş’as oğlu Kays’a anlatmışlardı. O gece Eş’as’da onlara yardım için geldi. İmam Ali’nin yakın dostlarından Adiy oğlu Hucr’da mescidde ibadet ediyordu. Eş’as’ın İbn-i Mülcem’e; “Çabuk ol! İstediğin şeyi yapmak için çabuk ol! Sabah ettin” dediğini işitti. Bunun üzerine Hucr, Eş’as’ın ne istediğini hissetti ve Eş’as’a; “O’nu öldürebileceğini mi sandın?” deyip Müminlerin Emiri’ni uzaklaştırmak ve duyduklarını haber verip bu grup hususunda O’nu uyarmak için aceleyle yola koyuldu. Ancak Müminlerin Emiri başka bir yoldan gelip Mescid’e girdi ve İbn-i Mülcem erken davranıp O’nu kılıçla vurdu. O sırada Hucr geri döndü. Halk “Müminlerin Emiri öldürüldü! Müminlerin Emiri öldürüldü” diyorlardı.(15)

Allame Meclisi Biharu’l Envar kitabında yukarıdaki rivayeti aynı kaynaklardan aktarmış ve İmam Ali’nin şehadetiyle ilgili rivayetleri oldukça detaylı olarak kaydetmiştir. İbn-i Mülcem’in İmam Ali’yi yaraladığı kısmı şöyledir; 

“(O gece) İbn-i Mülcem Mescid’de sabahladı. Becere oğlu Şebib ve Mucalid oğlu Verdan’da onunla birliktelerdi. Ali’yi öldürmek konusunda ona yardım ediyorlardı. (İmam Ali) ezanı okuyunca damdan indi. Allah’ı tesbih ediyor, O’nu kutsuyor, ululuyor ve çokça Peygambere salat ediyordu. Mescidde uyuyanları gözden geçirmek onun güzel ahlakındandı. Uyuyanlara Salat! Allah sana merhamet etsin! Salat! Üzerine yazılmış olan salata kalk!” diyor sonra “Şüphesiz salat çirkin ve kötü şeylerden alı koyar”(16) ayetini okuyordu. 

Sürekli olarak mescidde uyuyanlara karşı sergilediği bu adeti üzere (yine) böyle yaptı. O melunun yanına gelince yüz üstü uyuduğunu görüp ona şöyle dedi; “Uykundan uyan. Bu Allah’ın sevmediği uykudur. O Şeytan’ın ve ateş ehlinin uykusudur. Tam tersi sağ yanına yatıp uyu! O bilginlerin uykusudur. Yada sol yanına yat! O hekimlerin uykusudur. Ama sırt üstü yatma. O peygamberlerin uykusudur.”

İbn-i Mülcem hareketlendi. Sanki kalkmak istiyordu. Ama yerinden ayrılamıyordu. Müminlerin Emiri ona şöyle dedi; “Öyle bir şeye gayretlenmişsin ki onun yüzünden neredeyse gökler parçalanacak, yeryüzü yarılacak ve dağlar devrilecek. Eğer istersen elbisenin altında ne olduğunu (sakladığın kılıcı) sana haber veririm.”

Sonra onu bıraktı ve yanından ayrılıp mihrabına yöneldi. Kıyama durup salat etti. Farzlarda ve nafilelerde adeti olduğu üzere kalp huzuruyla rukuları ve secdeleri uzatıyordu. Melun (İbn-i Mülcem) bunu farkettiğinde hızlıca kalktı ve öne doğru yürüyüp imamın yanında salat ettiği direğin önünde durdu. Birinci rekatı salat edene kadar oyalandı. İmam ruku yaptı. Birinci secdeye gitti ve başını kaldırdı. O anda (İbn-i Mülcem) kılıcını kapıp salladı. Kılıcı İmam’ın keremli ve şerif başına indirdi. Darbe (Hendek savaşında) Abduved oğlu Amr Amiri’nin vurduğu darbenin üzerine geldi.(17)

İmam Ali’nin nasıl şehit olduğuyla ilgili rivayetlerin konumuzla ilgili olan kısmı özetle böyledir. Örnek olması açısından bir kaç kaynak zikrettik. 

Yukarıda kısaca yaptığımız açıklamalar dışında İmam Ali’nin secdede şehit edildiğine dair akli bir kaç delil getirererek evinin önünde veya sokakta öldürüldüğü iddialarını çürütebiliriz. İşin aslı zaten bu iddianın sahipleri herhangi bir kaynak sunmayarak kendi kendilerini çürütmüş olmaktalar. Şöyle ki;

1 - İbn-i Mülcem ve arkadaşları suikasti yöneticilerin dikkatsiz bir anında yapmayı planlamışlardı. Bunun içinde en uygun zamanın salat olduğu düşüncesinde birleşerek Ramazan ayının 19. Gecesinin sabahında salatta saldırma kararı almışlardı. Nitekim Muaviye ve Amr As’a suikast düzenleyenlerde sabah salatında saldırmışlardır. Buda İbn-i Mülcemin Hz. Ali’yi salatta secdeden kalkarken yaraladığı aktarımını doğrulamaktadır. 

2 - Hz. Ali mescide yalnız gitmiyordu. Evden çıktığında etrafı kalabalıktı. Dolayısıyla kalabalık bir grup içinde İmam’ı yaralayabilmesi, yaralayabilcek olsa bile darbenin başına isabet etmesi çok olası değildir. 

3 – İmam Ali’nin savaşçı kişiliği, girdiği hiç bir savaşta yenilmediği, karşısına çıkmaya cesaret edilemediği, karşısına çıkan olsa bile onları büyük bir yenilgiye uğrattığı, yiğitliği, savaştaki ustalığı ve dahi bir komutan olduğu herkesin malumudur. Hayber kalesinin kapısını tek eliyle söküp önce kalkan, sonrada askerlere köprü yapacak manevi güç ve kudrete sahip olan böyle yüce birine sokakta saldırılabileceğini veya en azından İbn-i Mülcem gibi onu çok iyi tanıyan ve yiğitliğinden haberdar olan birinin bunu göze alacağını kabul etmek hiç olası değildir. Ayrıca tarihi belgelerde İbn-i Mülcem’in Kutam ile yaptığı konuşmalarda “Ali gibi birini nasıl öldüreyim? Kimse onun karşısına çıkamaz.” Deyince kutamın “O’nun dikkatsiz bir anını kolla. Salattayken öldür.” Dediği aktarılmıştır. Buda bizim sözümüzü doğrulayan diğer bir belgedir. 

Konuyu burada sonlandırırken İmam Ali’nin şehadetini bütün detaylarıyla kaleme almak için bir çalışma yapmayı düşündüğümüzüde belirtmek isteriz. Bugün bazı insanların belgesiz ve senetsiz inancımızı çarpıtmak ve yolundan çıkarmak için yazdıkları olur olmadık makaleler, kitaplar ve yaptıkları konuşmalara kısa bir cevap olması için, İmam Ali’nin şehit olduğu bu mahzun günlerde, belki Şah’ın şehadetinden dolayı duyduğumuz azcımıza bir nebze teselli olur diye bu yazıyı kaleme aldık. Çünkü Şah’ı Merdan’ın yolunu bozmak isteyenlerin burnunu yere sürmek, O’nun acılarıyla acılanmak kadar değerlidir. Tüm Ehli Beyt sevenlerine faydalı olacağını ve ard niyetli kimselerin öfkesini kazanacağımızı biliyoruz. Allah’tan ve Ehli Beyt’ten inayet umuyoruz. 

Ya Ali Meded
Araştırmacı/Yazar/Çevirmen
Kemal KÜNTAŞ

Dip Notlar;
12- Hadikatu’ Sueda (Saadete Ermişlerin Bahçesi), Fuzuli Kerbela Şehitleri, S. 222.
13- İbn-i Mülcem’in diğer arkadaşlarıyla anlaşma yapmadan önce Kutam ile görüşüp aşık olduğu da aktarılmıştır. 
14- Burada detaya girmedik ama; Kutam, ibadet bahanesiyle İbn-i Mülcem ve arkadaşlarının silahlarını Mescid’de saklamak ve onlara yardım etmek için itikaf çadırı kurmuştur. 
15- Bakınız; İ’lamu’l Vera, s. 199-200-201.; İrşad c. 1 s. 17’den 23’e kadar.
16- Ankebut Suresi, 45. Ayet. 
17- Biharu’l Envar, c. 42, s. 282-281.; Montehal A’mal, İmam Ali’nin Şehadet Sebebinin Beyanı Bölümü.
Dip Notlar;

1-Araf Suresi, 29. Ayet.
2- Araf Suresi, 31. Ayet.
3- Bakara Suresi, 144. Ayet.
4- Cin Suresi, 18. Ayet.
5- Bizler için kutsal ibadet mekanları olan Mescidu’l Haram (Ka’be) ve Mescidu’l Aksa da Kur’an’ın bir çok yerinde zikredilmiştir.
6- http://www.islamdergisi.com/genel/hazreti-alinin-sehadeti/
7 -http://www.milatgazetesi.com/allahin-arslaninin-sehadeti/52122/
8- Doğrusu kaynaksız verilen bu bilgide adım sayısı verilmesine söylenecek söz bulamıyoruz.
9- Hesap edilirse 3 değil 2 tam gün olduğu görülür. Buda bariz bir hatadır.
10- Sözü yanlış aktarmıştır. Doğrusu “Andolsun Ka’be’nin rabbine ki kurtuldum” dur.
11 - Kerbela Vakası ve Kerbela’nın İntikamı, s. 19. Cevahir, Demos Yayınları.


İMAM ALİ NEREDE ŞEHİT OLDU?


"İmam Ali'nin nerede ve ne şekilde şehit edildiği tarihsel bir olgudur. Ben bu konuda akademik bir çalışma yapmadım fakat bu konuda tamamıyla bilgisiz de sayılmam. İmam Ali Mescid'de şehit edildi diyen tarihçiler ve hadis yazarları da bilinmekte, İmam Ali evinin önünde ya da Mescidin kapısında şehit edildi diyen de bellidir. Şimdi Ehl-i Beyt âşıklarına düşmanlık yapmak isteyenler Ehl-i Beyt'in ismini kullanarak saldırıyorlar. Bu Abbasî siyasetidir. Hakkını vermek gerekirse de Abbasî siyasetini Abbasîler kadar iyi kullanmaktadırlar. Her zaman Hakkın taraftarı azdır. İnsanlar genelde batıla yol almaktadır. O yüzden yazdıklarım bazılarının hoşuna gitmeyecek biliyorum. Bazı kişiler diyor ki İmam Ali evinin kapısında öldürüldü? Cevap vermeden önce sormak lazım neden? Neden sorusundan da önce sormak lazım tarihsel bir olguyu ispatlamak için tarihsel aktarımları kaynak göstermek lazım hangi kaynağa dayanarak ya da kime dayanarak böyle bir iddia da bulunuyorsun? Kaynaksız tarih yazanların sadece saraylardan ve padişahlardan beslendiklerini iyi biliyoruz.

Biz “Kalender”iz, padişahların keselerinden yiyenlere karşı, Ebu Zer gibi ayaklanırız. Zalimin zulmünü başına yıkmak için yeri gelir İmam Hasan gibi barışırız, İmam Hüseyin gibi savaşmak için. İmam Zeynelabidin gibi susup dua ederiz, bilginin kapılarını açacak aslanlar doğması için. Bazen bilginin sınırlarından taşarız İmam Muhammed Bakır yolunda, Kurtuluş kapısının açılması için.

Zamanında Fethullah Gülen’le komşu olmalarının (Fethullah Gülen’in Cami & Cem evi Projesinin) engellenmesine kızanların bugün İmam Ali’nin secdesine laf etmesinin, son zamanlara kadar adını bile duymadıkları ritüelleri asırlardır yaşamış inançları gibi göstermek istemelerini anlamak lazım. Şimdiye kadar Ehl-i Sünnet inancını Alevi inancı gibi gösterip bir anda kendileri dışında herkese düşman olup aşağılayıp hakaret edenlerin, Fethullah Gülen’le namaz kılma şansını yitirdikleri için kahırlarından İmam Ali’yi sokakta İbn Mülcem gibi savaştan anlamayan bir dangalağın öldürdüğüne inandırmaya çalışabilirler. Dedim ya “Hakkın taraftarı ve Hakkı duyar duymaz kabul eden azdır” bu sözün kanıtı bahsettiğimiz Fethullah âşığı kendisine Alevi diyenlerin yaptıklarıdır. Gerçi bunlar Fethullah âşığı mı yoksa Fethullah’ın paralarının mı âşığı bilinmez.

İmam Ali en tehlikeli grubu şöyle tarif etmiştir:

“İnsanların en tehlikelisi hakkı ve batılı karıştırıp insanlara sunanlardır.”

Gerçek Hak Âşıklarının ortaya çıkması için böyle para sevdalılarının olması lazım. Sonuçta İmam Ali’nin söylediği gibi;
“13 grup beni sevdiğini söyleyecek ama bunlardan sadece birisi gerçekten hak olacaktır.”

Savaşların yenilgisiz Kerrar’ı altmış yaşında şöyle söylüyordu:

“Bana savaştan anlamaz diyorlar. Altmış yaşına geldim istesem bütün Arapları öldürebilirim.”

Bunları söyleyebilen Allah’ın Aslanı’nı sokakta İbn Mülcem gibi birinin öldürebileceğine hangi akıl ve mantık kabullenebilir ki? Eğer İmam Ali’nin sokakta öldürüldüğünü iddia edenler varsa bunlar o dönem Şamlıların, İmam Ali’ye dediği “savaştan anlamıyor” iddiasını dile getirmiş olurlar ki İmam Ali, savaşçılığını az önce aktardığımız sözünde anlatmaktadır. Bu kadar iddialı bir savaşçı her zaman tetikte olup her türlü suikasta karşı koyabilecek kadar yeteneklidir. Kaldı ki biz İmam Ali’den bahsediyoruz. Haydar-ı Kerrar, yani; döne-döne savaşan ve asla geri dönmeyen aslan, söz konusu.

Kaldı ki İbn Mülcem’in sokakta şehit edildiğini iddia eden, İmam Ali’nin nurunun o sokağı baştanbaşa aydınlattığını göremiyor mu? Kalbinde aşk nuru olan, irfan sahibi her rahmanî Arif, İmam Ali’nin bulunduğu mekânı eşsiz nuruyla aydınlattığını çok iyi bilir.

İmam Ali’nin secdede öldürüldüğüne delil şudur. İmam Ali, daima tetikte ve her türlü tehlikeye karşı hazırlıklıydı. Bu yüzden Ona karşı yapılan yüzlerce hatta daha fazla suikast geri tepmiş ve suikast hayaliyle yanıp tutuşanlar başarısız olacaklarının farkına varmışlardı. İmam Ali’nin en zayıf anını düşünenler Onun, Allah’a ibadet hâlindeyken asla başka bir şeye yönelmeyeceğini biliyorlardı. Böylece İbn Mülcem, İmam Ali’yi iyi tanıyan Kays oğlu Eş’as ve Verdan (veya Şebib) adlı iki Kûfeliyle İmam Ali secde hâlindeyken suikast yapmaya karar verdi. Onlar çok iyi biliyorlardı ki Allah’ın Aslanı’nı ibadet hâlinden başka bir hâlde asla rakibine fırsat tanımazdı. İmam Ali, Sıffin Savaşı sırasında yaklaşık bir buçuk yıl savaş meydanlarında altmış bir yaşındaki bir aslan olarak kükredi. Tarihçiler anlatıyor ki o yaşında savaş meydanında genç ve kuvvetli Muaviye askerlerinden iki tanesini kemerinden tutarak yere öyle kuvvetli bir şekilde çarpmış ki o iki genç orada ölmüş. Sıffin Savaşında İmam Ali’nin sürekli savaşa girmesinden korkan, İmam Ali’nin dostları, İmam’a yalvarıp vazgeçirmeye çalışmışlar fakat yine de İmam Ali’yi savaş meydanından çekilmeye ikna edememişlerdi. Altmış yaşında bu cesur ve kuvvetli bir savaşçının sokakta öldürülebileceğini iddia eden zavallılara acıyamıyorum bile. Tabi yazdıklarımı bazıları anlayamayacak sonuçta bu asırda helal ve haram kavramıyla uğraşanların oranı genelin % 5-10’u kadarıdır. Eğer herkes buna dikkat etseydi burada yazdığım mantıksal ve fikirsel kanıtları rahatça görüp hakka teslim olurlardı. Fakat haramla doldurulmuş karınlar hakkı inkârdan başka yol bulamazlar.

Alevilerin yedi ulu ozanından birisi olan Fuzulî, Kerbela Şehitlerini anlattığı Hadikatu’s-Sueda (Ermişlerin Bahçesi) kitabında İmam Ali’nin ibadet hâlinde birinci secdeden başını kaldırdığında İbn Mülcem tarafından başına zehirli kılıçla vurulup yaralandığını iki gün sonra Ramazan’ın yirmi birinde şehit olduğunu aktarıyor. (Hadikatu’s-Sueda [Ermişlerin Bahçesi], Fuzulî, s. 221, Huzur Yayınları, 2003 İstanbul. Eğer kitabın aslında olan bu kısım değiştirilmemişse diğer basımlardaki nüshalarda da bu kısım mevcuttur)
İbadet hâlinde Rabbinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, Rabbine yönelmiş bir hâlde secdeden başını kaldıran İmam Ali, Ramazan ayının on dokuzuncu gecesinin sabaha dönen saatlerinde Kufe Mescidinde İbn Mülcem Muradî tarafından zehirli kılıçla başından vurularak yaralandı ve iki gün sonra Ramazan’ın yirmi birinde şehit oldu.

Burada yazacağım son sözler Allah’ın şu ayetidir:

“Secde et ve yaklaş.” (Alak Suresi 19. Ayet)

İmam Ali, yaralandığında Allah’ın bu kelamına cevap olarak secde ediyordu. Şehit olurken de Allah’ı anıyordu. İbret almak isteyenlere…

Ya Muhammed Ya Ali…

Araştırmacı-Tarihçi Yazar: Muharrem UÇAN

alıntıdır..
http://www.imamrizadergahi.com/

25 Ağustos 2016 Perşembe

HZ.SUBE TÜRBESI

AYVANSARAY .istanbul


Hz.Şu’be Hazretleri Türbesi;  İstanbul Suriçi Ayvansaray Şişhane Caddesi üzerinde bulunan açık bir türbedir. İstanbul sahabelerinden daha birisinin türbesi İstanbul Belediyesi tarafından restore edilmiş. Belediyenin koyduğu kitabede Hz.Şabe olarak yazılmış. Türbenin üstü açık. Türbenin ortasında bulunan bir ağaç maalesef konmuş mezar taşını kırmış. Hazreti Şube’nin kimliği ile ilgili pek bir bilgi bulunmuyor. Sadece kitabede bir dörtlük bulunuyor.
Yolun sarpmış sarpa,sa’be,
Bi-hakkın Zemzem-i Kabe.
Aman ya Hazret-iŞu’be
Seaate ir gör bizi.
Bu mezarlar arasında Fatih Sultan Mehmet’in Avcıbaşısı Mehmet Efendi’nin de mezarı bulunuyor. Bundan dolayı bu mahalenin ismi Avcıbey olarak geçiyor.

EBU EYYÜP EL ENSARI TÜRBESI

                                            istanbul.eyüp

Ebu Eyyüp el Ensari Türbesi; İstanbul Surdışı Eyüp semtinde, Eyüp Sultan Camii avlusu, 47. ada, 13. parselde yer almaktadır. Eyyüp Sultan’nın, asıl adı Halit bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari’dir. Medine’nin yerlilerine ensar denilmesi nedeniyle “Ensari” adını almıştır. Sahabe-i Kiram’dan büyük bir zattır. Hazrec kabilesinin Neccaroğulları kolundandır. Hz. Peygamber Efendimize, dedesi Abdülmuttalib Efendi’nin annesi tarafından akrabadır. Hicret’ten iki sene kadar evvel hanımı Ümmü Eyyub ile birlikte müslüman oldu ve Ensardan İslamiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622). Hz. Peygamber Efendimiz ile birlikte bütün savaşlara katıldı. Kendisi Hicret’ten sonra Hz. Peygamber Efendimiz’i  evinde yedi ay misafir ettiği için “Mihmandar-ı Nebî” ünvanıyla da anılır. Ebu Eyyub el-Ensari’nin evini karargah edinen Hz. Peygamber ilk İslam Devleti’ni burada kurdu. Resul-i Ekrem Efendimiz’in yanından hiç ayrılmaz, O’nun muhafızlığını yapardı. Bu sayede “Alemdar-ı Resul” payesini kazanmıştır. Mutlaka her müslümanın Allah yolunda cihad etmesi gerektiğini işaret ederek “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara, 2/195) ayetini doğru anlayarak buradaki tehlikenin cihat etmek değil müslümanların sadece kendi dünyalıkları ile meşgul olması olarak açıklardı. Cihat şuuruyla dopdolu bu kıymetli sahabe, İslam Ordusu’yla birlikte, doksan küsur yaşındaki hasta bedenine aldırmadan, binlerce kilometre zorlu yolculuktan sonra İstanbul surlarının dibine kadar gelerek İslâmiyet’i yaymak için savaşmıştır. 669 senesinde vefat etmiştir. Vasiyeti üzerine, yaşlı bedeni genç ve yüksek maneviyatıyla birlikte sanki o kutlu komutanı (Fatih Sultan Mehmet) beklercesine surlara yakın bir yere defnedilmiştir. Ebu Eyyüp el-Ensari haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadığı halde son derece titiz olması ve ömrünün cihat meydanlarında geçmesinden dolayı ancak yüz elli hadis rivayet etmiştir.
1453 senesinde Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u feth etmesinden sonra, Akşemsettin Hazretleri’ne, Eyyüp Sultan Hazretleri’nin kabrini bulmasını istemiştir. Akşemsettin Hazretleri de keşf ve kerametiyle, gece bir ışık topunun indiği alanı, kabrin yeri olarak göstermiştir. Gösterilen yer kazılmış ve “Ebu Eyyüp’un kabri burası” yazan mezartaşı bulunmuştur. 1458 yılında, kabrinin üzerine bir türbe inşa edilmiştir. Cami ile türbe arasında kalan iç avludaki tarihi çınar ağacını Fatih Sultan Mehmet Han, Eyyüp Sultan’ın cenazesinin gasl edildiği yerin üzerine kendi eliyle dikmiştir. Eyyüp Camii ise daha sonra (1459) inşa edilmiştir. Manevi değeri yüksek olan bu yer bütün insanların ilgi odağı olmuştur. Özellikle Osmanlı Padişahları tahta ilk çıktıklarında bu türbenin içinde kılıç kuşanarak vazifelerine başlarlardı. Burada yapılan duaların çevrilmediğine inanan insanlar burasını sıkça ziyaret ederek manevî hazza ulaşmaya çalışmaktadırlar. Pek çok müslüman öldükten sonra da buraya gömülmek ve buraya inen nurdan faydalanmak arzusundadır.
Türbe, Sultan I. Ahmet devrinde, Sultan III. Selim devrinde 1798 yılında ve Sultan II. Mahmut döneminde 1819 senesinde onarım görmüştür. Lale Devri’nde de esaslı bir onarımdan geçirilmiş ve günümüzdeki halini almıştır. Türbe, sekizgen planlı, kubbeli bir yapıdır. Kesme küfeki taşından inşa edilmiştir. Kubbe sağır ve kasnaksızdır. Üst duvarlar ve kubbe Geç devirde, Sultan III. Selim devrindeki onarımda yapılmıştır. Türbeye Hacet penceresi yanından girilir ve sol taraftan çıkılır. Giriş kapısında, Sultan III. Ahmet devrinde konulmuş, mermer bir kitabe vardır. Asıl türbe kısmı, Sultan I. Ahmet’in inşa ettirdiği ziyaret bölümünün içinde yer alır. Sultan I. Ahmet, ziyaret bölümünün yanına, bir sebil yaptırmıştır. Daha sonra bu sebile Darüssaade Ağası Mustafa Ağa gömülmüştür. Türbenin her cephesinde altlı üstlü birer pencere vardır. Türbe süsleme bakımından zengindir. İçi ve dışı 16-17. yüzyılın en güzel çinilerinden oluşmuş panolarla süslenmiştir. Türbenin ziyaret salonunda Peygamber Efendimiz’in ayak izinin bulunduğu pano yer almaktadır. Bu panoyu Sultan III. Osman hediye etmiştir. Eyyüp Sultan Hazretleri’nin yattığı kısmın duvarları, çinilerle kaplıdır. Bir ayet kuşağı türbeyi dolanır. Sandukayı çeviren gümüş şebekenin uzun kenarında, ortada yer alan parçada, iç içe iki yuvarlak madalyon, Sülüs hatlı“Besmele” ve “Fatiha Suresi” yazılıdır. Sandukanın ayakucu tarafında bir kuyu yer almaktadır. Bu kuyuya“Kısmet Kuyusu” denilmektedir. Sandukanın üstünde Sülüs hat ile yazılıp, simle işlenmiş puşide yer alır. Puşidenin üstündeki yazıların büyük kısmı devrin ünlü hattatı Mustafa Rakım Efendi’ye, bir kısmı da Sultan II. Mahmut’a aittir.
Türbeki gümüş şebeke Sultan III. Selim’in hediyesidir. Dua edilen salonda yer alan ve Kutsal Emanetler’den olan Hz. Peygamber Efendimiz’in ayak izini Sultan III. Osman koydurmuştur. Hacet penceresi ve sebil kısım Sultan I. Ahmet’in hediyesidir. Sedef parmaklığı Sultan I. Abdülhamit bizzat kendi boş vakitlerinde imal edip türbeye hediye etmiştir. Sandukanın üzerindeki puşide Sultan II. Mahmut’un hediyesidir. Ayrıca türbeye pek çok tanınmış kişi çok kıymetli eserler hediye etmiştir. Bu eserlerin bir kısmı Topkapı Sarayı ve Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ndedir. Türbede, Eyyüp Sultan Hazretleri tek başına yatmaktadır. Ayrıca, cami iç avlusundan, dua salonuna girerken hemen sağda Nişancı Ahmet Paşa’nın mezarı bulunur. Fatih Sultan Mehmet Han ve Sultan II. Beyazıt Veli devrinde Baş Deftardarlık ve Lalalık görevi yapmıştır. 1500 yılında vefat etmiştir. Türbe ziyarete açıktır. Bugün bakımlı ve iyi durumda olup, sadece çini onarımı gerekmektedir. İstanbul’un en fazla ziyaret edilen türbesidir.
MERKEZ EFENDİ TÜRBESİ..istanbul .topkapı

Merkez Efendi Türbesi; İstanbul, Zeytinburnu'nun Topkapı semti, Merkez Efendi mahallesinde, Merkez Efendi Camii bahçesinde yer alır. Türbe günümüzde İstanbul Türbeler Müdürlüğü’nün yönetiminde olup, ziyarete açıktır. Merkez Efendi, 1463 yılında Denizli’de doğmuştur. Asıl adı Musa Muslihittin olan Merkez Efendi, ilköğrenimini Manisa'da tamamlamış, daha sonra İstanbul’a gelerek Hızır Velüyittin Efendi ve Mevlana Ahmet Paşa’dan dersler almıştır. Müderrislik için Bursa, Karaman ve Amasya’ya gitmiştir ve bu dönemde “Halveti Tarikati” icazetini almıştır. Sonrasında İstanbul’a döndüğünde Etyemez Tekkesine devam eden Merkez Efendi, “Sümbül Efendi” lakaplı Şeyh Yusuf Sinanettin Efendi’nin öğrencisi olmuş, döneminin ileri gelen sufilerinden ve hekimlerinden olmuştur. Mesir macunu Merkez Efendi'nin icadıdır.
1514 yılında Merkez Efendi, mensubu olduğu Halvetilik tarikatın halvet geleneğine uygun olarak bir tekke kurmak için Merkezefendi Mahalllesine Mevlanakapı surları dışındaki bu tenha yere yerleşmiştir. Yavuz Sultan Selim’in kızı “Şah Sultan”, Merkez Efendi'nin 1551 yılında ölümünden sonra tarikat külliyesi niteliğindeki bu yere 1552-1572 tarihleri arasında cami ve tevhithane ilave ettirmiştir. Türbe 1837’de Sultan II. Mahmut tarafından yeniden inşa edilmiştir. Merkez Efendi Türbesi, cami, türbe, çilehane, şadırvan, mutfak, derviş hücreleri, hünkâr köşkü ve hamamdan oluşan bir külliye içinde yer almaktayken, bu yapıların bazıları günümüze kadar gelememiştir. Günümüzde türbenin yakınında Abdülbaki Paşa Kütüphanesi, hamam, Merkez Efendi Camii ve Merkezefendi Mezarlığı bulunmaktadır.
Türbenin giriş bölümündeki ahşap tavanlı bölümdeki parmaklıkla çevrili tarafta Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ahmet Mesut, Mustafa Efendi, Nurullah Efendi, Hatice Hanım, Sıdıka Hanım, Fatma Hatun, Şeyh Mehmet Nurettin yatmaktadır. Bağdadi kubbeli bölmede ise Merkez Efendi'nin sandukası bulunmaktadır. Önünde Hattat Aziz Efendi'nin bir levhası vardır. Türbe dış duvarında ve içerdeki duvarda bulunan Türkçe kitabelerde, Merkez Efendi'nin Kanuni Sultan Süleyman ile harbe gitmiş gazi, hekim, din ve tasavvuf alimi olduğu yazmaktadır. Bugünkü türbe Sultan II. Mahmut'un yenilediği halindedir. Türbenin ilk yapıldığı durumu hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Sultan II. Mahmut’un yaptırdığı türbe iki dikdörtgen bölüm halindedir. Bunlardan birinde Sultan II. Mahmut’un sandukası, diğerinde de dergâh şeyhlerinin ve ailelerinin sandukaları bulunmaktadır. Sonraki yıllarda asıl türbe kısmının kuzeydeki duvarı yıkılmış ve her iki bölüm birleştirilmiştir. Türbeleri birleştiren duvar yıkıldıktan sonra buraya iki sütunun taşıdığı üç kemerli bir ara bölüm eklenmiştir.
Türbe moloz taş ve tuğladan yapılmış olup, ampir özellikler göstermektedir. Kare planlı 7.50 x7.50 m. ölçüsündedir. Türbenin batı cephesi mermer kaplıdır. Asıl türbenin üzeri ise içten bağdadi sıvalı, dıştan da kurşunlu bir kubbe ile örtülüdür. 1836 yılında ilave edilen ek bölüm kırma çatılıdır. Türbenin batı cephesinde çıkıntılı kilit taşları olan yuvarlak üç pencere bulunmaktadır. Merkez Efendi’ye ait olan türbenin duvarları kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinileri ile kaplanmıştır. Kubbe içerisinde ise yıldızlı bir bezeme görülmektedir. Kubbe içerisindeki yazı “Hattat M.Şevket Vahteti”’nin eseridir. Merkez Efendi’nin sandukası ahşap parmaklıklar içerisine alınmış olup XVIII. yüzyıl üslubunda sedef ve bağa kakmalıdır. Sandukanın önünde de Hattat Aziz Efendi’nin yazdığı Osmanlıca bir levha bulunmaktadır.

24 Ağustos 2016 Çarşamba

Peyk Dede Tekkesi

Peyk Dede Tekkesi’nin yeri

Peyk Dede Tekkesi, Fâtih’in Veled-i Karabaş Mahallesi’nde, Karagöz Câmii yakınlarında, eski adı ‘Karabaşçeşmesi’ olan Peyk Dede Sokağı’nda idi. Kurucusu, Gülşenî şeyhi Hasan Sezâî (r. 17 Ramazan 1151/29 Aralık 1738) Hazretleri’nin halîfelerinden olan ve ‘Peyk Dede’ diye tanınan Ahmed Remzi Efendi’dir. Tekkede Gülşeniyye’den, Kādiriyye’den ve Sünbüliyye’den şeyhler, irşad postuna oturmuşlardır. Tekke bir dönem Resmiyye’ye bağlı olmuştur.

Peyk Dede Tekkesi şeyhleri

Peyk Dede

Tekke’nin bânisi Ahmed Remzi Efendi (Peyk Dede), Edirne’de Hasan Sezâî Hazretleri’ne intisâb etmiş, onun tarafından halvete konmuş, kemâle erince İstanbul’a gönderilmiş ve Silivrikapı yakınlarındaki tekkesini kurmuştur. Ahmed Remzi Dede’nin Etvâr-ı Seb‘ası vardır. Süleymâniye Câmii vâizi Âşık İsmâîl Efendi, onun halîfesidir. Bir diğer halîfesi de oğlu Mustafa Efendi’dir.

Şeyh Mustafa Efendi

Ahmed Remzi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Peykzâde Şeyh Mustafa Yeksân Efendi geçti.

Hilâci Şeyh İbrâhim Efendi

Şeyh Mustafa Efendi’den sonra şeyhlik, Kādiriyye’den Şeyh İbrâhim Efendi’ye verildi. Bu zât-ı şerîf 1238/1822-23 te göçtü.

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi

Bu zât-ı şerîf de Kādiriyye’dendir. 1254/1838 te göçtü. Kitâbesi şöyledir:
Yâ Hazret-i Sultan Abdülkādir Geylânî

Tarîk-i Kādiriyyeden
bu makamda
seccâdenişîn eş-Şeyh
es-Seyyid Mehmed Saîd
Efendi’nin birâderi
merhûm eş-Şeyh es-Seyyid
Ahmed Sırrî Efendi’nin
rûhiyçün el-fâtiha
sene 1254 h
fî 29 Safer[?]

Mehmed Saîd Aşkî

Şeyh Ahmed Sırrî Efendi’den sonra posta, onun kardeşi Tiryâkî Şeyh Saîd Aşkî Efendi oturdu. Şeyh Saîd Efendi, Kabakulak postnişîni Süleyman Sâfî Efendi’nin halîfelerindendir. Onunla birlikte tekke Resmiyye’ye geçmiş oldu.
Şeyh Saîd Aşkî Efendi hoşsohbet bir zât imiş. Hekimoğlu Ali Paşa (Abdal Yâkub) şeyhi Mehmed Nasreddin Efendi’den de hilâfeti vardır; ayrıca 1245/1829-30 yılında Seyyid Baba Tekkesi şeyhi Hâfız Ali Efendi’den Nakşibendiyye icâzetnâmesi almıştır. Hekimoğlu Ali Paşa Tekkesi ile Kādirîhâne şeyhi Mehmed Emin Efendi’nin meclislerinden ayrılmazmış.
Mehmed Saîd Efendi Hazretleri 10 Rebîülevvel 1271/1 Aralık 1854 târihinde göçmüş, tekkesinin hazîresine sırlanmışdır. Şâhidesinde şunlar yazılıdır:
Yâ Hû
Tarîk-i Âliyye-i Kādiriyye’den
bu dergâh-ı şerîfde seccâde
nişîn olan merhûm ve mağfûr
eş-Şeyh es-Seyyid Saîd
Efendi’nin rûhçün
el-Fâtiha
sene 1271
fî 10 Ra
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin mezar taşı

Şeyh Saîd Aşkî Efendi Hazretleri’nin halîfeleri

Mehmed İzzet Efendi
Zâkirbaşı Mehmed İzzet Efendi, mükemmel bir zâkirdi. Kendisi de, oğlu Hayri Efendi de, torunu İbrâhim Halil Efendi de, Merkez Efendi Tekkesi’nde ve diğer kıyâmî devrân tekkelerinde zâkirbaşılık etmişler ve meşhur olmuşlardır.
Mehmed İzzet Efendi’nin bir tekkede postnişîn değildir. Tâc ve gül işlerdi. Bunları Kabakulak Âsitânesi şeyhi İsmâil Hakkı Efendi’ye de öğretmişti.
Hazret 25 Muharrem 1290/25 Mart 1873 Pazartesi günü irtihâl etdi. Kocamustafapaşa’da, Ağaçkakan Bedevî Tekkesi hazîresinde gömülüdür. Mezar taşı yoktur.
Şeyh Attar İbrâhim Efendi
Attar İbrâhim Efendi, Eyüp’te bulunan Molla Çelebi Tekkesi şeyhi idi.
Şeyh Ahmed Sıdkî Efendi
Şeyh Abdülhalîm Zikrî Efendi
Mehmed Saîd Aşkî Efendi’nin halîfelerinden biri de Bülbülcüzâde Tekkesi şeyhi Hacı Abdülhalîm Zikrî Efendi’dir. Bülbülcüzâde Tekkesi’ni Resmiyye’ye geçiren bu şeyh 3 Zilhicce 1320/3 Mart 1903’de göçdü, tekkesinde sırlandı.

Şeyh Abdülkādir Efendi

Tiryâkî Şeyh Saîd Efendi’den sonra posta onun oğlu ve Kādirîhâne şeyhi Mehmed Şerâfeddin Efendi’nin halîfesi olan Şeyh Abdülkādir Efendi geçti (doğumu 1262/1845-46, rıhleti 28 Ramazan 1298/24 Ağustos 1881). Çocuğu yoktur. Tekkenin hazîresinde yatıyor.

Şeyh Hacı Hasan Efendi el-Kādirî

Tekkenin bir sonraki şeyhi, iç bostan dellallarından Şeyh Hacı Hasan el-Kādirî Efendi olup, bu zât-ı şerîfin zamânında tekke yenilenmiştir. Bu yüzden Şeyh Hasan Efendi, tekkenin üçüncü bânisi sayılır. Tertemiz kalpli bir insan olan Hacı Hasan Efendi, 6 Zilkāde 1307/23 Haziran 1890 Pazartesi günü fânî âlemi terk etti. Mezar taşında şöyle yazılıdır:
Yâ Hû

Bu dâr-ı mihneti zannetme câ-yı istirâhatdır
Cihân içre saâdet âkil isen terk-i râhatdır
Deni dünyânın âhir mülkü fânî hükmü zâildir
Sürûru gam, san‘atı bâis-i renc ü meşakkatdir
Bu hânkâh-ı şerîfde postnişîn
iken irtihâl-i dâr-ı bekā eyleyen Tarîkat-i
Âliyye-i Kādiriyyeden bânî-i sâlis
eş-Şeyh Hacı Hasan Efendi’nin rûh-i
şerîfine el-fâtiha
1307 sene
fî 6 Zilkāde yevm-i isneyn

Şeyh Mehmed Gâlib Efendi

Şeyh Hacı Hasan Efendi’den sonra irşad görevini onun üvey oğlu ve halîfesi, gümrük ketebesinden Şeyh Mehmed Gâlib Efendi aldı. Aksaray’da Kara Mehmed Paşa Câmi-i şerîfinin imamı olan bu zât da 1327 Zilkādesi’nde/1909 Kasım-Aralığı’nda göçtü.

Şeyh Abdünnebi Efendi

Gâlib Efendi’den sonra Merkez Efendi tekkesi şeyhi Ahmed Mesud Efendi’nin (r. 6 Rebîülevvel 1332/2 Şubat 1914) küçük kardeşi Abdünnebi Efendi posta geçdi. ‘Nebi Efendi’ diye de anılan bu zât-ı şerîf 8 Receb 1330/23 Haziran 1912 günü rıhlet etti. Merkez Efendi hazîresinde yatmaktadır.

Şeyh Mesud Efendi

Abdünnebi Efendi’nin irtihâlinden sonra posta onun oğlu Mesud Efendi geldi. Tekkelerin sırlanmasına kadar irşad görevinde bulundu. Mesud Efendi de 1930 yılında göçdü.

ALINTI..
http://mustafaresmiahi.net/mustafaahi/tekkeler/peykdede.html

GİRİT – KANDİYA’DA BEKTAŞİ DERGAHI


181757_10150111037062937_601657936_6239927_606099_nÖZET
Daha çocuk yaşta Bektaşiliğe gönül verip Hacı Bektaş-ı Veli Dergahına gelen ve zor olanı yani mücerretliği seçen Sadık Bektaş Baba’nın hayat öyküsünde Girit-Kandiya’daki Bektaşi dergahını ve devrelerini anlatmaya çalışacağız. Ağır koşullardan geçip evlenmemek üzere Balım Sultan Türbesi eşiğinde yemin ederek sağ kulağına mengüş (küpe) takarak Bektaşiliği ve Türklüğü insanlara anlatmak üzere Hacı Bektaş-ı Veli Dergahından yola çıkar. Davasını Türklerin zor günler yaşadığı Girit-Kandiya’da sürdürür. Girit’teki mücadelesini 1924 yılına kadar sürdürmüştür.
Anahtar Kelimeler: Girit, Bektaşi Dergahı, Sadık Bektaş Baba, Mücerret.
GİRİŞ Mücerret Sadık Bektaş Baba 1875 yılında Sivas İlinde (şimdiki Tokat –Zile) Hüseyin ve Fatma’dan dünyaya gelir. 14 yaşlarında Hacı Bektaş kasabasına gelir. Çocuk yaşta bu dergahtan nasibini alan Mücerret Sadık Bektaş Baba “muhiplik”, “dervişlik”, “babalık” ve “halife babalık” gibi tüm aşamalardan geçer. Dergahta “postnişinlik” ve “mütevellilik” (en yaşlı, bilgili, saygın) eski deyimiyle, “erşed” ve “eslah” makamına da uygun görülmüş olsa gerekir ki ilerideki zamanlarda, Girit Kandiya’da, Horasani-zade Derviş Ali Dede Dergahı Şerifi son postnişini mütevellisi Halife Cafer Sadık Bektaş Baba diye anılmıştır[1].
Sadık Baba’nın manevi torunu Sevim Gül (Resim 2) ile yaptığımız söyleşide, kendisinin Sadık Baba’dan “Dedem” diyerek söz etmesini fırsat bilerek, “Dedeniz, anneanneniz ile ne zaman evlenmiş” diye sordum. Sevim Gül Hanımefendi de “Sadık Bektaş Baba benim manevi dedemdir. Anneannem onun eşi değil menevi evladıdır. Zaten o mücerretti.” Mücerretlerin evlenmediğini bilmekteyiz.[2] Bedri Noyan’ın Yeni Gazete’de “Bektaşilik Alevilik Nedir” adlı yazı dizisinde bildirdiğine göre dedebabalar, Anadolu dışındaki dergah postnişinlerinin tayinini yaparlar, Babalık icazetnamelerini verirler. Uzak bölgelerde halife babaların tayini ile bunların hilafetnamelerini yazarlar. Babağan kolunda müteehlil (evli) mücerret (bekar) ikrarı verenler iki kol idiler. Mücerretlerin sağ kulağı, Balım Sultan Türbesi’nin eşiğinde delinir ve mengüş (küpe) takılır. Bu anlatılanları, Sadık Baba’nın küpeli resmi doğrulamaktadır. Sadık Babanın mücerret ve Babağan Kolu’ndan olduğu anlaşılmaktadır.
Usta-zade Giritli Yunus Bey’in Kandiya’da aldığı notları, ileriki yıllarda Orhan F. Köprülü tarafından “Bektaşiliğin Girit’e İntişarı” adıyla yayımlandı. Oradan sunuyorum:
“Bektaşi tarikatını Girit’e getiren, Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede’dir. (“Mevlana” bu kişinin adı olup Mevlevilik ile hiçbir ilgisi yoktur.). Bu zat, Ankara Vilayeti Kırşehir Müftüsü’dür ve Horasan’ın Türkmen aşiretlerinden Horasanlı Mehmed Hüdabende’nin büyük oğludur. Tahsilini bitirdikten sonra İstanbul’a geldi. İmtihan vererek Süleymaniye Darülhadisi’ne (hadis ağırlıklı İslami ilimler öğretilen medrese/okul) girdi. Orayı bitirdi ve icazet aldı. Sonra memleketine, babasının yanına gitti. Maneviyata merakı sebebiyle babasının tarikatına girdi. Kırşehir sancağı Hacı Bektaş nahiyesinde, Suluca Karahöyük mevkiinde (Şimdi Nevşehir’e bağlıdır.) tarikatın piri Hacı Bektaş-ı Veli hazretlerinin “Pir Evi” adıyla bilinen büyük tekkesine gitti. Her şeyi terk ederek tarikata katıldı ve derviş oldu. Sırayla tüm aşamalardan geçti. Osmanlının Kalyon Vakası sonrası (1664) Girit’i fethetmek için harekete geçmesiyle büyük bir hareketlilik başladı.
Pir Evi, Osmanlı ordusunun Hazreti Pir’in hamisi olduğunu bilir ve itikat ederdi. Bu nedenle Pir Evi postunda bulunan Dimetokalı Vahd Dede bu eski gelenek üzerine Girit seferi için kafileyi teşkil etti, ehliyeti herkesçe bilinen Horasani-zade’yi hilafet payesiyle halife yaptı, kafileye de kafile başı olarak atadı. Horasani-zade kafilesiyle Girit’e (25 Rebiülahir 1645) gitti. Orada dergâhın kurulması ise 1650’dir. Doğum tarihi belli olmasa da hakka yürümesi (vefatı) 1671-1672’dir. Naaşı, Kandiye yakınlarında ismine izafe olunan Horasanlı Dergahı’nın cennet misali bahçesinde bir türbe içindedir[3].”
Baki Öz ise “Balkanlarda Alevi-Bektaşilik” yazısında, Girit’e Bektaşiliğin, Horasan Türkmenleri soyundan Kırşehirli Horasanlı Mevlana Derviş Ali Dede’nin soktuğunu bildirir. Ali Dede, 1664’de Girit’in alınması sırasında orduya “Bektaşi Yoksulları Kafilesi”nin başı olarak katılmıştır. Derviş Ali Girit’te Bektaşiliği örgütler, kurumlarını (dergâhlarını/ tekkelerini) açar, oralara “Baba”lar atar. Böylece Girit’te, Horasanlı Dergâhı Bektaşiliği halka benimseten bir merkez olur. Girit Bektaşilerinin özellikle Kandiye, Resmo ve Hanya kentlerinde yoğunlukta oldukları görülür.
Dergâhta Birinci Devre: Bu dönem, Horasani-zade Derviş Ali Dede devresidir (1650–1710). Devire ismini veren zatı muhterem “Fukara-yı Bektaşiye Kafilesinin” başında gördüğümüz Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede’nin kendisidir. Dergâhta ilk serilen posta oturmuş ve yirmi iki sene kadar mürşitlik sürdürmüştür. 1671–1672 de kardeşi Hasan Dede’yi yerine tayin ederek inzivaya çekilmiş ve aynı yıl hakka yürümüştür. Hasan Dede, posta geçmesiyle birlikte can-ı gönülden çalışarak kendini tarikata adamıştır.
Dergâhta İkinci Devre: Bu döneme Horasani-zade Şeyh Mehmed Devresi denir (1711–1810). Şeyh Mehmed, fakirler ve misafirler için yaptırdığı zaviyesinde zaviyedar olan ve birinci devrede görülen Hasan Dede’nin oğlu Mehmed’dir. İkinci devrenin beyan olunan son on senesi, muhipler arasında “Süleyman Baba’nın türbedarlığı” diye de bilinmektedir.
Dergâhta Üçüncü Devre: Horasani Derviş Ali Baba Devresi denen bu dönem(1811–1923), Bektaşiliğin Girit’te en fazla geliştiği zaman dilimidir. Mübadeleye kadar sürmüştür ve post Girit’ten kaldırılıp götürülmüştür. Dergahtaki gelişmeler bir ve ikinci devreden çok daha fazladır. Horasani Derviş Ali Baba, ikinci devrenin sonunda türbedar olan Türkmen Süleyman Baba’nın oğludur. 1773’de Horasan’ın Meşhed şehrinde doğmuştur. Babasıyla birlikte Hazreti Pir’in tekkesine giderek orada ikamet etmiştir. Aldığı icazetname ile Pir Evi’nden doğru Kandiya’ya gelmiştir. Eşraftan Patar oğlu İbrahim Bey’in misafiri olmuştur. Dergahta bir çok yenilik ve çalışma yaptı bu sırada kimseden para kabul etmedi. 25 Aralık 1811’de akşam post serildi ve ayin yapıldı. Horasani Derviş Ali Baba Türkçeden başka Arapça, Farsça, Arnavutça ve Rumca’yı da bilirdi. Bir müddet sonra Baba iki eser daha meydana getirdi. Bunlar çeşme ve camii idi.
Her ne kadar Bektaşilikte camii geleneği yok denilse de bir dönemle ilgili camii geleneği oluştuğunu görüyoruz. F. Won Margaret Hasluck’un, “Bektaşiliğin Coğrafi Dağılımı (Christianity And Islam Undar The Sultans) adlı eserinde Hacı Bektaş’taki caminin 2. Mahmud zamanında, Hacı Bektaş’ı Sünni ve Nakşibendi şeyhi olarak göstermek için yapıldığını sunmaktadır. Bu tespiti ben, Mustafa Enhas Dede’den[4] de dinlemiştim. Ancak Anadolu’da kendisini Hanefi Alevi olarak da tanımlayan Alevilerin camiye gittiklerini, cuma namazlarına katıldıklarını bilmekteyiz. O dönemlerde Türklerin Sünnileştirilişine tanıklık eden tarih elbetteki hızla camii yapımı ve benzeri gelişmelere de tanıklık edecektir. 2. Mahmud dönemi yapılan Bektaşi katliamı esnasında Nakşibendî kökenli Bektaşi babalarının postnişinlik yapmaları nedeniyle o yıllar az hasarlı atlatılmıştır. Bektaşilik; bünyesinde kısmi olarak Sünniliği ve Sünnilikten gelenleri de barındıran bir oluşumdur.
Bektaşiliğin toplumdaki gizli yerini koruyabildiğini ve şeriat – tarikat farkının ayırt edilmesini sağlamak üzere Bektaşi babalar, evlatlarını Bektaşi tarikatına girmemeleri halinde sıradan Müslüman’ın bilmesi gereken asgari bilgileri öğretmişlerdir. Halife Nurettin Ölmez Baba’nın bir söyleşisinde “Biz çocukluğumuzdan beri bu yolu gördük. Babamız bizi daha evvel camiye gönderirdi. ‘Oğlum cuma namazlarına, teravihe gidin, oruç tutun’ derdi ve biz bunu sonra anlamaya başladık. Nasip aldıktan sonra, yani şeriatla tarikatı ayırabilmemiz için, o şekilde bizi mukayese yapmamız için göndermişti. Yani şeriatı öğrendik, ondan sonra tarikata daha iyi sarılalım diye. Onun söylediklerine de uyduk, camilere gittik geldik. İşte birkaç dualar öğrendik, sonra da geldik tarikata mensup olduk.”
Horasanlı Dergahı Camii’nin üzerindeki hat (Resim 3), kendi el yazısıyladır. Bu hat bizlere, Baba’nın iyi bir hattat olduğunu göstermektedir. Horasanlı Ali Baba, otuz üç sene mürşitlik etmiştir, 1843 yılında hakka yürümüştür. Camii üzerindeki kitabenin Türkçe’ye çevrisi: Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et. Hicr Suresi 99. ayettir. Dergâhın ilk kurucusu Horasani-zade Mevlana Ali Dede’nin, Horasani Derviş Ali Baba’nın şahsında olduğunu düşünenler de olmuştur. Bu devrede sekiz ya da dokuz mürşit gelip geçmiştir. Manastırlı Hacı İslam Baba ve Manastırlı İbrahim Baba ve daha niceleri. Bunlardan sonuncusu, yani Sadık Bektaş Baba’dan önce Abidin Mehdi Baba (Resim 4) dergahın mürşidi idi. Abidin Mehdi Baba’nın doğum tarihi bilinmemektedir. Ancak 1916’da hakka yürüdüğü kesindir.
Horasanlı Dergâhı’na 1,5 km. uzaklıkta, İbrahim isimli bir zat dergâh kurar fakat bir gece Rumların saldırısı sırasında başı kesilerek şehit edilir. (Resim 5. İbrahim Baba)Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede Dergâhı’nın kapısındaki yazı:Okunuşu:Ulum-i zahirede bir imam (humam) ve funun-ı batınede bir mürşid-i al-i makam Kırşehirli Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede Hazretleri’nin inzivagah-ı mukaddesleridir. Hakka Yürümeleri Dergahı tesisleri Girid’e teşrifleri
Günümüz Türkçesiyle:Zahiri ilimlerde bir imam-ı himam (hümam) ve batıni mesleklerde yüksek mevkide bir mürşid Kırşehirli Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede Hazretleri’nin kutsal inziva yeridir.Hakka Yürümeleri Dergahı kurmaları Girid’e gelişleri
Girit Adası’nda Kandiya’da bulunan Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede Dergâhı’nın kurucusu, Horasani-zade Mevlana Derviş Ali Dede’dir. Horasanlı Derviş Ali Baba ise dergahta ikinci devrenin sonu ve üçüncü devrenin başlarında türbedarlığı görülen postnişinlerinden biridir. Bu kişilerin isimleri zaman zaman birbirleriyle karıştırılır. Horasanlı Derviş Ali Baba’nın kemikleri 1924 yılında Sadık Bektaş Baba tarafından bir sandık içerisinde Mersin’e getirilir. Mersin’de, bir müddet sandıkla birlikte Halk Evi’nde kalır. Ancak Mersin’e değil Tarsus’a defnedilir. Tarsus’taki mezarı günümüzde halen ziyaret edilir. Reşadiye Mahallesi 3041 sokaktadır. Şimdilerde Ali ve Kameriye’den 1931 yılında Mersin’in Hebilli Köyünde dünyaya gelen Zehra Tersiz adlı bayan, mezarını ziyaret edenlere Horasani Derviş Ali Baba’nın kapısını açmaktadır. Her akşam ezanıyla, kandili ve ziyaretçilerin bıraktığı mumları yakmaktadır.
Aynı zamanda türbenin tüm temizliğini ve bakımını da yapmaktadır. Giritliler arasında Horasani Derviş Ali Baba’ya “Horasanlı Ali Baba” / “Horasali” denilmektedir. Bu söyleyişler, ağız farklılığındandır. Kanımca, Sadık Bektaş Baba, Horasanlı Ali Baba’nın naşını Mersin’e değil de peygamberler şehri Tarsus’a defnetmesinin nedeni nebi ve evliyalara komşu etmek istemesindendir. (Resim 6. Horasanlı Ali Baba Türbesi
Halife Nurettin Ölmez Baba’nın Sadık Baba’yı anlattığı uzun söyleşisinde, Mersin’de yaşamını sürdürmüş olan Sadık Baba ve Tarsus’a defnettiği Horasanlı Ali Baba konusu ara sıra geçmektedir. Nurettin Ölmez Baba makalesinde, “Mesela bahsettiğim Mersin’de Sadık Bektaş Baba, o bayağı değerli bir babadır, mücerretti, vefat etti. Girit’ten gelirken Horasanlı Ali Baba diye bir mürşidi varmış, oradan onu da getiriyor. Hatta Tarsus’ta Ali Baba Türbesi vardır ve oraya ziyaretine gidiyoruz.” der.
Bir başka bölümde ise, “Onun dervişi oldu, Bedri Noyan Dedebaba ondan himaye gördü, yetişti. Yani Mersin’de Sadık Bektaş Baba vardı, mücerret babaydı, kabri halen Mersin Mezarlığı’ndadır. O, Bedri Noyan Dedebaba’mız ve Yunus Ölmez baba, bir de Ali Naci Baykal, hepsi birden Ankara’da üçünü halife yaptılar. Sadık Baba, Bedri Baba, Yunus Baba halife oldu, Ali Naci Baykal Baba da Dedebaba vekiliydi zaten. Arnavutluk’taki Salih Niyazi Dedebaba, Arnavutluk’a giderken emanetleri Ali Naci Baykal Dedebaba’ya bırakmıştı; onun için o Dedebaba’ydı, diğerleri de halife oldular. Sonra Ali Naci Baykal Baba göçmek üzereyken, Bedri Noyan Babaya, Dedebabalık unvanı verdi ve o şekilde oldu yani…” demektedir (Ayhan Aydın ile Halifebaba Nurettin Ölmez’in Söyleşisi). Burada sözü edilen Halife Baba, Nurettin Ölmez’in Babası, meşhur babalardan olup Yunus Ölmez Baba’dır.
Sadık Bektaş Baba’dan nasip alan, Süleyman Baba’nın Adana’da ikamet ettiği yere 25/10/2003 tarihinde giderek Sadık Baba ile ilgili bir çalışma yaptığımı anlattım. Bana, Bektaşiliğe intisabını şöyle anlattı: “18.8.1951 de babam göçtü (Öldü yerine, hakka yürüdü veya göçtü denir.). Babamın lokması yenirken ben Sadık Baba’dan nasip almak istedim. Baba kabul etmedi. Bir yıl sonra, 1952 de, yine görüştük. Benim üzüm bağım vardı ve orada lokma düzenledim. Ve nasip aldım. Lokma demek “yemek” demektir. Yani canlara yemek verdim. Sadık Baba’ya mürid oldum ve Bektaşiliğe intisap e
“1976 yılında İzmir Tire’de Hasan Balım Halife Babadan Babalık icazeti aldım. Adana’da bir tek ben fakir varım. Güneyde başka babalar da vardı, hepsi hakka yürüdü. Sadık Baba mücerretti, onun aslı Sivaslıdır (Şimdiki Sivas değil, Osmanlı dönemindeki Sivas ili olup, Tokat-Zile yöresini de kapsamaktadır.). Pir Evi’ne gelişi ve mücerret yetişmesi dayısının sayesinde olmuş. Kendisi böyle anlattı bana, Sadık Baba 16 yıl hizmet etmiş. Süleyman Baba’dan, iki çeşit mücerretlik olduğunu da dinledik. Naklediyorum, “Birisi hiç evlenmez, diğeri eşi göçünce tekrar evlenmez ve tekkeden hiç çıkmaz.” Mücerretlik bir anlayış ve yaşam şeklidir.
Sadık Baba dünyanın birçok yerini gezmiştir, Arabistan, Necef (Necef gezisi Hazreti Ali ve Ehlibeyti ziyaret içindir.), Şam, Arnavutluk (Arnavutlukta bir müddet kalır ancak Arnavutçayı bilmesi Arnavut olmasından değildir.) bunlardan bazılarıdır. Londra’dan dönüşünde ise Girit’e uğramış, Abidin Baba’nın yerine Pir Evi’nden hicazetname getirtilmek suretiyle posta oturmuştur. O zaman Abidin Baba henüz sağ imiş. Kendi rızasıyla postnişinlik görevinden istifa etmiş. Bektaşilikte makam ve mevkii hırsı yoktur, benzeri bir feragat, Mersin’de Sadık Babanın hakkı olan dedebabalıkta da yaşanmıştı. Çok değerli babalardan Yunus Ölmez Baba ve Bedri Noyan Baba Mersin’e gelirler. Sadık Baba yaşı itibariyle bu görevden feragat eder. Bedri Noyan Baba, “Dedebaba” olur. Sohbetimizden yaklaşık bir yıl sonra, 19.11.2004’te, Süleyman Baba hakka yürüdü Adana Asri Mezarlığı’nda metfundur. Günümüzde Akdeniz Bölgesi’nde, yani Çukurova’da bu görevi ifa eden kimse kalmamıştır. (Resim 7. Süleyman İyiöz Baba)
Sadık Babanın eğitimini bilmiyoruz, ancak manevi torunu Sevim Gül’den Ana dili Türkçe dışında Arapça, Arnavutça, Rumca bildiğini öğreniyoruz.Sadık Bektaş Baba, Hüseyin Gülbaba ve Âşık Veysel Tarsus-Yenice’de Gülbaba’nın evinde belli zamanlarda buluşur muhabbet ederlermiş.Sadık Bektaş Baba, torununa üç kere hacca gittiğini anlatmış. Bir keresinde kervanla, bir keresinde vapurla üçüncüsü bilinmiyor. Kervanla hacca gidişi, muhtemelen Hacı Bektaş’tan olmalı. Böylece ilk hacılığı genç yaşlarındadır. Vapurla gidişi ise, Girit Adası’ndan olsa gerek. Dört kapı kırk makam öğretisinde Hacı Bektaş-ı Veli, “Şeriat kapısında 3. makamda hacca varmak” diyerek hacca gidileceğini anlatmaktadır. Ancak bu hacca gitme geleneği, şimdilerde Bektaşi ve Aleviler arasında yaygın değildir.
Şapka devriminde Sadık Bektaş Baba önce bir fotoğrafçıya gider. Son bir hatıra fotoğrafı çektirir. Sonra bir berbere gider ve tıraş olur. (Resim 8. Sadık Bektaş Baba ve Fazıl Nazmi Bey Sakallı son fotoğrafı)Sadık Babanın “Önce Türküm, sonra Müslüman’ım sonra Bektaşi’yim” sözü Bektaşiliğin ruhuna uygun bir tespittir. Bektaşilikte ibadet dili Türkçe olup Arnavut kökenli bir Bektaşi Baba da Türkçe bilmek zorundadır. Türk kökenli olmayanların da intisap ettikten sonra Türkleşmesi ve Türkçeyi ana dili gibi benimsemesi “önce Türk’üm” tespitini doğrulamaktadır. 1998 yılında, Cem Dergisi’nde Bedri Noyan Dedebaba’nın, Aydın Lisesi’nde Atatürk Abidesi’ni yaptırdığını, merdiven başlarına da Namık Kemal ve Ziya Gökalp’in büstlerini diktirdiğini anlatmaktadır. Burada onun, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Türk aydınlanma dönemi öncülerinden Namık Kemal’in ve Türkçülüğün babası Ziya Gökalp’in manevi şahsiyetine gösterdiği saygıyı görmekteyiz.
Türk tarikatı olan Bektaşilik, önce Türk olmak şartını getirmesine rağmen hiç kimseyi tarikata girmeye zorlamamıştır. Sadık Baba, “Mevlevilik olmasa klasik musikimiz, Alevilik olmasa Türk kültürü ve halk edebiyatı olmazdı.”[5] dermiş.İntisap, liyakat ve gönüllülük esastır. Sonra Müslüman, sonra Bektaşi’yim ifadeleri ise tarikatın dini dayanağını ve izlenen yolu anlatmakta. Dini dayanağı İslam dinidir. Yol ise Hacı Bektaş’ın belirlediği “Kâmil İnsan” olma yoludur.“Gerek Ayn-ülcem, gerek diğer hizmet ve erkân törenlerinde söylenen, çoğu manzum ve yarı manzum olarak düzenlenmiş kısa dualara “tercüman” denir.
Bunların uzunca olanlarına ve çoğunlukla mürşit tarafından okunanlarına “gülbank” denir. Tercüman ve gülbank’lardaki Arapça metin, ayet ve hadisleri tamamen Türkçe’ye çevirerek söylemek daha da iyi ve doğru olur. Daha da makbul olur. Bunları tamamen Türkçeleştirip erkâna açık Türkçe ile bastırılmalıdır. Herkes böyle öğrensin. Üstelik en ufak örtülü bir noktadan kendilerince ahkâm çıkarıp aleyhe söz etme fırsatı gözleyen yobaza da sır diye bir kötülük olmadığını göstermek bakımından bunun faydası vardır. Bu fikrimi kendisine açtığım Halife Mücerret Cafer Sadık Bektaş Baba da fakirlerine cevaben içtenlik ve coşkunlukla: “Çok doğru ve ileri düşünüyorsunuz. Hepsini yazınız, hepsini bastırınız. Günahı varsa hepsi benim üzerime olsun.” demişlerdir.[6]
Bedri Noyan Dedebaba’nın Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik 7. Cilt adlı kitapta 56- 98- 113- 243- 333- 359- 409- 435- 474- 554- 555- 567. sayfalarda Sadık Bektaş Baba’dan söz edilirken 1-1239 H. Tarihli yazmadan, 2- Erkan adlı yazmadan ve 3- Büyük Sığırdili Cönk’ten söz etmekte.
1942 ile 1960 yılları arasında 18 yıl dedebaba görevini yürütmüş olan Ali Naci Baykal Dedebaba’nın, Sadık Bektaş Baba’yı ziyaret ettiği bilgiler arasındadır. Sadık Baba mücerret (Kutsal Bekar) olması sıfatıyla hem Ali Naci Baykal Dedebaba, hem de Bedri Noyan Baba’yı (O tarihte Dedebaba değildir.) misafir etmiştir. Bu iki kişinin Sadık Bektaş Baba’yı ziyaret etmesi Sadık Bektaş Baba’nın halifebaba ve mücerret oluşu, bu ziyaretlere anlam kazandırıyordu. Ali Naci Baykal Dedebaba 13 Temmuz 1960 tarihinde hakka yürüdü. Sıra yeni Dedebaba’nın seçimine gelmişti.
13 Temmuz 1960 tarihinde Ali Naci Baykal Dedebaba’nın hakka yürümesiyle yeni bir dedebaba seçimi yapılacaktır. 13 Temmuz 1960 ile 26 Ağustos 1960 günleri arası Sadık Bektaş Baba, dedebaba’dır. Sadık Bektaş Baba yaşı ve sağlık durumunu göz önünde bulundurarak 26 Ağustos 1960 tarihinde, Mersin’de Bedri Noyan Baba’ya dedebabalığın daha uygun olacağını söyleyerek feragat eder. Mersin’de, 26 Ağustos 1960’daki Bektaşilerin buluşması, sıradan bir buluşma değildir. Bu buluşma dedebabalık seçimini sonlandırmak içindi. Bu buluşmanın tanıkları bir de hatıra fotoğrafı çektirirler. Mersin’den dedebaba olarak ayrılan Bedri Noyan Dedebaba kitapları, eski belgeleri ve mühürleri bir sandık ile götürür. Aydın’dan bir fotoğraf gönderir. Her ne kadar seçim Ankara’da yapıldı şeklinde birçok kaynak var ise de seçimi Sadık Bektaş Baba’nın feragati sonuçlandırır.
Ali Naci Baykal Dedebaba’nın 13 Temmuz 1960 tarihinde hakka yürümesiyle yeni bir dedebaba seçilmesi için halifebabalar arasında yazışmalar başlar. 26 Ağustos 1960’da, Mersin’de Sadık Baba’nın evinde toplanırlar. Bedri Noyan, bu toplantıda Mücerret Sadık Bektaş Baba’nın feragat etmesi ve dedebabalığı kabul etmemesi ile dedebaba olur. Oysa “Bektaşilik Alevilik Nedir” adlı kitap (İstanbul 1995), dedebabaların listesini sunarken 16 Temmuz 1960 tarihi, dedebabalığa geçiş olarak görünüyor.13 Temmuz ile 16 Temmuz arasında bu yazışmalar ve görüşmeler tamamlanamaz. Hatırladığım kadarıyla 1974 yılında şehirlerarası telefon görüşmeleri yazdırılarak saatler sonra yapılabiliyordu. 1960 da ise üç günde her hangi bir şey yapılması mümkün değildir.
Bir fotoğrafın (Resim 9) arka yüzü (Resim 10) bize bu işin aslını veriyor. Bu fotoğrafın arka yüzü 26 Ağustos 1960 tarihindeki toplantının belgesidir ve o belgede Bedri Noyan, “baba” olarak geçmektedir.Mersin’den gittikten sonra dedebaba kıyafetiyle bir resim gönderir. Dedebabalığa geçişi 16 Temmuz 1960 değil, 26 Ağustos 1960’dır. Mersin ziyareti, Nurettin Ölmez Baba’nın anlattıkları, gerekse de Süleyman Baba’dan dinlediklerimiz ve Sevim Gül’ün anlattığı bilgiler birbiri ile örtüşür. Aynı bilgi Bedri Noyan Dedebaba tarafından da doğrulanmaktadır[7].
Bedri Noyan Dedebaba, 1964 yılında yayınladığı “Hacı Bektaş’ta Pirevi” adlı kitabını şu ifadelerle imzalar ve Sadık Bektaş Baba’ya; gönderir: “Pek muhterem Sadık Bektaş Baba erenlerin Huzur ve Hilafet Penahilerine Hürmetlerimle Aydın: 11.08.1964 imza” (Resim 11. Bedri Noyan’ın Sadık Baba’ya gönderdiği kitabındaki yazısı ve imzası). Evet, aynen böyle yazıyor Sadık Bektaş Baba’ya gönderilen kitapta.
Bu sözleri biraz daha anlaşılır hale getirelim: “Çok saygı değer Sadık Bektaş Baba erenlerin eminlik derecesinde ve Hünkâr’ın vekili sığınılacak makam. Çok saydığım Aydın: 11.08.1964 imza.”
25 Ocak 1966 Salı günü, Ramazan Bayramı’nın 3. Günü, 3.30’da, sabaha karşı hakka yürümesiyle, ebedi istirahat yerinin Hacı Bektaş kasabası olmasını önerenler olmasına rağmen ailesi tarafından Mersin Mezarlığı’na defnedilmesi istenmiştir. Mezar taşı Arçaylar (Giritli) olarak bilinen aile tarafından Hacı Bektaş’tan getirilmiştir. Mezar taşı yazısı, Yunus Ölmez Baba tarafından yazılmış olup, taşın üst kısmını Hüseyni olarak bilinen on iki dilimli taç süslemektedir (Resim 12. Sadık Baba’nın Mezarı). Ruhu şad olsun. Mezar no: 35394 Mezar taşında yazılı metin: HÜ DOST CAKERİ ALİ BABA MÜCERRET SADIK BABA DERVİŞİ BİLLÂH İDİ CAN FEDAİ RAH İDİ HERKİM DANENİM TUTDU HAK RESULUNE YETTİ DÜNYA VARLIĞI HEBA UMMADI ONDAN VEFA HAYYOLUB BULDU BAKA RUHU OLSUN PÜRSAFA OKU BUNDA FATİHA DİLEK KABUL MUTLAKA Doğumu: 1875 – Ölümü: 1966
SONUÇ
Sonuç olarak yetiştiği Hacı Bektaş-ı Veli Dergahından aldığı yetki ile Girit-Kandiya ve Mersin bölgelerinde görev yapmıştır. Ve bu bölgedeki son Mücerret Bektaşi Baba’sıdır. Sadık Bektaş Baba’nın “Önce Türküm, sonra Müslüman’ım sonra Bektaşi’yim” sözü Bektaşiliğin ruhuna uygun bir tespittir. Bektaşilikte ibadet dili Türkçe olup örneğin Arnavut kökenli bir Bektaşi Baba da Türkçe bilmek zorundadır. Türk kökenli olmayanların da intisap ettikten sonra Türkleşmesi ve Türkçe’yi ana dili gibi benimsemeleri Sadık Bektaş Baba’nın söylediği “Önce Türk’üm” tespitini doğrulamaktadır. Türk tarikatı olan Bektaşilik, önce Türk olmak şartını getirmesine rağmen hiç kimseyi tarikata girmeye zorlamamıştır. Dini dayanağı İslam dinidir. Bektaşilik yani tarikat yolu ise Hacı Bektaş-ı Veli’nin belirlediği “Kâmil İnsan” olma yoludur.
Manevi torunu Sevim Gül’den edinilen bilgilere göre Girit’teki diğer Bektaşi Dergahlarının postnişinleri Sadık Bektaş Baba’ya öyle bir bağlılık göstermişler ki bu durum Mevlevileri, Nakşibendileri, Kadirileri, Rufaileri de yavaş yavaş bir bünye altında toplamaya başlamış, ancak adanın siyasi gelişimi buna izin vermemiştir. 1924 Mübadelesi ile Girit’teki Türkler, Türkiye’nin değişik illerine gelmişlerdir. Girit Türk’ü halen Giritli diye anılmaya devam ediliyor.
KAYNAKLAR
a)Yazılı Kaynaklar: 1. UĞURLU, Ali Rıza. (Alevi İslam Din Hiz. Baş.) Makale 05.08.2006. 2. NOYAN, Bedri. Bektaşilik Alevilik Nedir?. İstanbul 1995. 3. NOYAN, Bedri. Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik 6. Cilt. 4. NOYAN, Bedri. Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik 7. Cilt. 5. NOYAN, Bedri. Hacı Bektaşta Pirevi. İzmir Tic. Matbaası, İzmir 1964. 6. NOYAN, Bedri. Tasavvufta İnsan. Cem Dergisi, Ağustos 1996. 7. NOYAN, Bedri. Yeni Gazete, 20 Haziran 1966’dan itibaren 48. sayıda yayınlanan makalelerin hepsi. 8. TEMREN,Belkıs. Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu. Ankara 1995. 9. Cem Dergisi.Cem Vakfı Yayınları, 1973-1993. 10. KÖPRÜLÜ, Orhan F. Giritli Usta-zade Yunus Bey’in Meçhul Kalmış Bir Makalesi-Bektaşiliğin Girit’e İntişarı.
b) Sözlü Kaynaklar:1. GÜL, Sevim. 1932 Mersin doğumlu, Sadık Bektaş Baba’nın manevi torunu.2. İYİÖZ, Süleyman. 1917 Girit doğumlu, Okur yazar, Adanada yaşayan Bektaşi Babası.[1] Bedri Noyan, Hacı Bektaş’ta Pirevi ve Diğer Ziyaret Yerleri adlı kitabında (s.23) “Kendisinden dinledim” diyerek aşevini anlatırken Sadık Baba’dan yukarıda verdiğimiz nitelikleri ile söz etmektedir.
[2] Bedri Noyan, 22.06.1966 tarihli Yeni Gazete’de “Bektaşilik Alevilik Nedir” adlı yazı dizisinde şu bilgileri vermektedir: Babağan Kolu’nda müteehlil (evli) mücerret (bekar) ikrarı verenler iki kol idiler. Mücerretlerin sağ kulağı Balım Sultan türbesinin eşiğinde delinir. Mengüş (küpe) takılır. Mersin’de yüz yaşını aşkın olarak (25 Ocak 1966, 3 Şevval 1385 Salı günü sabahı) Hakka yürüyen Mücerred Halife Cafer Sadık Bektaş Baba’nın bir madeni, bir de balım taşından yapılma mengûşu vardı. Selman Cemâlî Baba’nın da kırmızı taştan bir mengûş’u vardı. Bu zatın bir nefesinde de “Kapunda kulak delinir / Pir Balım Sultan Efendi’m…” diye, bu kulak delme olayı dile getirilmiştir.
Bektaşilikte mücerredlik: Mücerred Cafer Sadık Bektaş Baba’nın ifadesi ile, “Aile bağı düşüncelerinden azade, kendisini tamamen dergah hizmetine verebilmek ve Türklüğü yayabilmek için tutulan” bir meslekti. Dervişin istenilen her yere gitmesini kolayca sağlanmıştır. Yoksa evlenmemek bir meziyet olmadığı gibi, bir noksanlık da değildir. Mücerredlik, hayatı boyunca dergaha hizmet ve amaca hizmet için söz veriştir.Kaşık sapı veya şimşir şişler ile delinen kulağın deliği ufalmasın diye zamanda içine “yıldız taşı” denilen silindir şeklinde bir taş konurdu, iyi olunca kalaydan ve balım taşından yapılma küpeler takılırdı. Bu küpeler uzunca armudi şeklinde olup halka şeklinde olanı hiç kullanılmazdı.
Mücerred erkânı, Pir Evi’nde üç yıl hizmet edene gösterilirdi. Sonraki üç yıl da Kerbelâ’da hizmet edenlerin sol kulağı da delinirdi. Böyle, iki kulağı delik dervişler gömıüş idim.Küpelerin (mengûş) armûdî, bir kaşığın ağzına giren şeklinde olanlarından başka, on iki terkli olanları da vardır. Necef taşından, gümüş ve altından da olur. İsteyen takar, isteyen mengûş takmazdı.Hiç takmayanı da vardı. Örneğin, Ekmek Evi Babası Salih Baba çoğunlukla mengûşunu takmazdı. Babaların bazılan, taç üzerine sardıkları sarık bakımından da aynı şekilde davranırlardı; kimisi sarar, kimisi sarmadan, derviş imiş gibi, sadece taç olarak giyerlerdi. Bazıları arakiyye ile bile sokağa çıkarlardı.
Mengûş hakkında yazmalardaki kayda göre bu, yine Hz. Ali’ye bağlanmaktadır: (“Eğer sorsalar ki Mengûş nedir?-: Hazret-i Ali’nin Düldülü’nün na’lidir.” 1239 H. de yazılmış bir risaleden, Sadık Baba hediyesi büyük sığır dili çönk’ten, Y: 59/1.den.).Mücerred dervişlere saygı gösterilirdi. Fakat mücerred ikrarı verdikten sonra bu ikrârından dönüp evlenenlere çok fena bir gözle bakılırdı. Yukarıda arz ettiğim gibi, Bektaşilikte mücerredlik bir meziyyet veya evlenmek bir eksiklik değildir. Fakat bir defa mücerred olmaya karar verip, kendi isteğiyle, bu erkanı görenler ikrarını bozarsa pek büyük ayıp sayılırdı. Buna rağmen sonradan evlenmiş, (müceredliği kırmış) kimseler de görülmüştür.
[3] Metindeki eski takvim bilgileri yenisi ile değiştirilmiştir M.R.A.[4] Mustafa Enhas Dede Kahraman Maraş’ın Çınarlı (Terolar) Köyünde ikamet etmekte iken.Hakka yürüdü. Bölgenin sevilen sayılan bilge bir şahsiyeti idi. Oğlu Mehmet Ali Taki Enhas bu görevi devam ettirmektedir.[5] Cem Vakfı bünyesinden Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanı Ali Rıza Uğurlu 05.08.2006 tarihli makalesinde Sadık Bektaş Baba’dan şöyle söz eder: “Bir tasavvuf erbabı şöyle der, ‘Mevlevilik olmasa klasik musikimiz, Alevilik olmasa Türk kültürü ve halk edebiyatı olmazdı’ (Söz konusu tasavvuf erbabı, Cafer Sadık Bektaş Baba’dır.)”.
[6] Bedri Noyan Dedebaba’nın, “Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik” adlı kitabının c. 7, s. 359’dan alınmıştır.[7] Bedri Noyan Dedebaba’nın, Bütün Yönleriyle Bektaşilik ve Alevilik (6. Cilt) adlı kitabın 79. sayfasında Ca’fer Sadık Bektaş Baba (Mücerred Halife) başlığıyla verir: “Mücerred babaların sonuncularındandır. Girit – Kandiye Horasanlı Ali Baba Dergâhı son post-nişîni idi. Mersin’de yerleşmişti. Açık fikirli, ileri görüşlü bir insandı. Kendisini 1960 yılı Ağustos ayının son günlerinde Ölmez Baba (Yûnus) ve Hüseyin Peker kardeşimizle birlikte ziyâret ettiğimizde yüz yaşlarında idiler. Yine de bizi istasyona karşılamaya gelmiş, beraber bir hatıra fotoğrafı aldırmak üzere fotoğrafçıya kadar da yürümüştü. Fakîr’e birçok yazma risâle ve cönk hediye buyurmuşlardır. Bektâşîliği, gereksiz ayrıntı (teferru’at) ve merâsimden temizlemek düşüncemi sonuna değin desteklemişlerdir.”
“Anâdili gibi Arapça, Rûmca ve Arnavutça konuşurdu. Bu sebeple onu Giritli (Rum) ve Arnavut sananlar da olmuştur. Aslen Zileli olup, Hüseyin Ağa adında bir zatın oğludur. Dedekargın Boyu’ndandır. On iki yaşında iken yetîm kalmış ve Hazret-i Pîr Dergâhı’na gelmiştir. Yaşının çok küçük olması nedeniyle, Dergâhtaki Dervîşân biraz da onunla alay ederek kovalamak istemişler. Fakat o ayak diremiş ve orada yıllarca hizmet etmiştir.”
“Kendi defterinde elyazılarıyla mücerred ikrârı tarihi şerhi şöyle yazılıdır: Bin üçyüz onaltı senesi (1898 M) Zilka’desi’nin ondördüncü ve 1315 sene-i mâliyesi nisânının 14. Çarşamba günü meydân-ı tecerrüd küşâd ve hân-ı bî imtinân-ı erkân-ı tecrîdden (mücerredlik erkânının yedirdiğini başa kakmayan sofrasından) ahz-i nasîb ile bermurâd (nasîb alarak muradımıza kavuştuğumuz) olduğumuz işbu mahalle şerh verildi. Sene-i Rûmî 14 Nisan 1315 Ca’fe rSâdık” Ca’fer Sadık Bektâş Baba’nın âyn-ül-cem’inde rehberliğini Halîfe Aşçı Hasan Baba, Çerâğcılığı’nı da: Halîfe Ekmekçi Sâlih Baba yapmışlardır. Aydınlatıcıları (mürşîdleri): Halîfe Hacı Feyzullâh Dedebaba’dır. Bu hususları bizzât kendisinden not aldım.
Ca’fer Sâdık Baba, Hacı Feyzullâh Dedebaba’dan önceki Hacı Mehmet Baba’nın dedebabalığı zamanında çok hizmet etmiş ise de küçük olmasını ileri sürerek nasîb verilmemiştir. Bu nedenle, Feyzullâh Dedebaba zamanında ondan el almışlardır.”“Mersin’de kendileriyle görüşmemizde, dedebaba olmalarını kendilerine önermiş idik. Cevâben: – Otuz yıl önce, Ali Nâcî Baykal Dedebaba “ ‘Fakîr’in (benim) yerime nazarım (sen) dedebaba ol’ dedi. Fakîr yaşlılığını ileri sürerek bu öneriyi geri çevirdi. Çünkü Nâcî Baba daha bilgili ve lâyık idiler. Şimdi otuz yıl daha yaşlandım” dediler. Fakîr, “Çok gencim, Yol’da hızlı ilerledim, Yol yaşım küçük” dedi. O zaman şöyle buyurdular: – Bizim Yolumuzda kibir yoktur. Fakîr siz doğmadan önce baba oldum. Sâlih Niyâzî Dedebaba merhûm da Fakîr baba iken henüz muhibb idi. Sonradan dedebaba oldu.
Yolumuzda o gençtir, bu yenidir diye bir söz söylenemez. İlim ve fazl esastır. Sizi, merhûm Nâcî Bey Dedebabalığa lâyık görmüştür, Fakîr de lâyık gördüm. Fakîr’den daha lâyıksınız. Kim ne derse desin kat’iyyen üzülmeyiniz. Bizim yolumuzda yaş ve kıdem değil bilim esastır. Sakalla bıyıkla makam dağıtılmaz sakal bıyık nihâyet kıldır. Kılda kerâmet olsaydı köpeğin bilmem neresinde kıl bitmezdi. Tekrar ediyorum kim ne derse desin kesinlikle üzülmeyiniz, demişlerdi. Bu kez de, “Dedebabaların mücerred zevâttan olduğu” hakkında bir düşünce bulunduğunu söyleyerek tekrar ısrar ettik: – Otuz sene önce, daha da şimdikinden genç iken, Ali Nâcî Baykal Dedebaba’nın bu görevi almasını Fakîr istedim.
Dedebabalıkta mücerred bir kimse olması gerektigine ilişkin bir zorunluluk yoktur. Nerede böyle bir kayıt varmış, göstersinler. Buna siz lâyıksınız, kim ne derse desin, üzülmeyiniz. Çalışmanıza bakınız diyerek Fakîr üzerinde isrâr etmişlerdi. Ayrıca Hacı Bektâş Velî’den sonraki post-nişîn zevâtın mücerred olmadıkların da eklemişlerdir.”“Açık, doğru ve tok sözlü idiler. Disiplinli babalardan olduğunu yol evlâtları söylerler. Mektuplarına pul şeklinde ve büyüklüğünde hazırlattıkları fotoğraflarını ekleyerek dostlarını sevindirirlerdi.”
“Bazıları onun konukseverliğini kötüye kullanırlarmış. Hepsine katlandığını söylerdi. Yalnız bir gün şöyle olmuş: Kapısına birisi gelmiş, çokri yâkârâne bir edâ ile: – Babaerenler, düşümde (rü’yamda), Hazret-i Pîr Efendi’miz size misafir olmamıs öyledi demiş.”“Gelenin lâübâliliğini beğenmeyen baba erenler: – Garip tesâdüf, demiş. Fakîr’e de bu gece ma’nâ âleminde göründüler ve yarın birisi gelip böyle söyleyecek. Sakın içeri alma, beline bir tekme vur dedi.. Haydi bunu yapmadan git, al şubeş lirayı karnını doyur. Parayı serserinin cebine sokmuş, onun şaşkınlığı bitmeden kapıyı örtmüş. Arada bir, kendisini ziyarete gidenlerle Fakîr’e yazma veya baskı risale ve kitaplar gönderirdi.
25 Ocak 1966 (3 Şevvâl 1385 H.) Salı günü sabahının ilk saatlerinde, saat üçte Mersin’de Hakk’a yürüdüler. Kendisinin yakını olan Dr. Kemal Gül kardeşimiz tarafından Fakîr’e bu haber telgrafla bildirilmişti.Yûnus Ölmez Baba’nın Sâdık Baba’ya hitâben yazılmış bir şiirini buraya alıyorum:”
“Halîfe Ca’fer Sadık Bektâş Baba’ya Menzil-i tecrîdde ahd edüb kaldın, Hazret-i Hünkâr’da hizmetler kıldın, Mâsivâ tozundan yundun arındın Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Pîrimden armağan bizlere kaldın, Balım Sultânımdan emânet aldın, Şübhesiz Hakk Yolu kurbânı oldun Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Lâmekân şehrinde makâmın buldun, Horasanlı Sultân hem-sırrı oldun, “Küll-ü men aleyhâ fân”’ı bildirdin Erenler gerçeği Sâdık Babamız.
Meydânın görenler gitmez yabana, Ne mutlu dârında bulunan câna, Hizmetinde herdem kurban olana.. Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Çok şükür pâyine sürdüm yüzümü, Sıdk-u sadâkatle yuydum özümü, Sarfeyledim cür’et bukdum sözümü Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Muhabbetin fazla düştü canıma, Hasretin yandırdı beni nârına, Pîrim kavuşturdu Yârı yâr’ına Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Fakîr ile birlik Hüseyin Peker, Bedri Noyan Dedebabam beraber Mersin’e ulaştık ol bizi bekler Erenler gerçeği Sâdık Babamız.
Fakîr ile birlik Hüseyin Peker, Bedri Noyan Dedebabam beraber Mersin’e ulaştık ol bizi bekler Erenler gerçeği Sâdık Babamız.Oniki imamla, ondört ma’sûmân, Bunları bilende kalır mı gümân? Hakk- Muhammed – Alî vechinde ıyân Erenler gerçeği Sâdık BabamızYunus der: Şahımı her an göreyim, Canımı, tenimi kurban vereyim. Deminizi himmet ile süreyim Erenler gerçeği Sâdık Babamız.” Yûnus Ölmez Baba (1960)”
ALINTI: