KARIŞIK

10 Mart 2016 Perşembe

BURSA'DA ALEVİ-BEKTAŞİ KÖYLERİ

BURSA'DA ALEVİ-BEKTAŞİ KÖYLERİ


Raif Kaplanoğlu / Tarihçi-Yazar
Önceleri Anadolu köylerinin büyük bölümü Bektaşi idi. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde Şamanist inançlarını tümüyle terketmemişlerdi. Müslümanlık inanışları da, Arap Müslümanlığından farklı bir seyir gösterip hem inanış, hem de ibadet açısından çok farklı özellikler içermişti. Dinsel törenlerinde Şamanist unsurlar ağırlık kazanmaktaydı. Dedeler, Bektaşiler için adeta Şaman görevini görüyordu. Bu ünlü dervişlerin Şamanlar gibi kımız yerine şarap içtikleri belgelerden anlaşılmaktadır. Bu dervişlerinden biri olan Baba Sultan’ın kurduğu köy, zamanla Sünni’leşmiş. Ancak yine de bazı eski geleneklerini sürdürüyorlar. Ancak onun müridi sayılan Hasan Dede’nin köyü Doma/Şehitler köyü, Bursa’nın en büyük Bektaşi köylerinden biri. Her yıl dede onuruna şenlikler düzenleniyor. Kuran okumaya çok hevesli olmayan bu köylülerin tüm dinsel törenlerinde de mevlit adı verilen Türkçe ilahiler okumaları, Bektaşiliğin Türk kimliğini koruyan bir inanç biçimine sokmuştur.
Emir Sultan onuruna, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürdürülen “Erguvan Bayramı” da, bir Bektaşi şöleniydi. Bu bayramdan, XVII. yüzyılda söz eden Evliya Çelebi'ye göre bahar mev­siminde, Emirsultan’da deniz gibi bir kalabalık toplanırmış. Genellikle Yörük ve Bektaşi kökenli köylülerin katılımı ile yapılan bu törenlerde, Karacabey ve Orhaneli ilçesine bağlı Erenler, Büyükorhan ilçesine bağlı Tekerler köyleri başta olmak üzere alevi-meşrep insanların sel gibi aktığı söylenmektedir.
Bursa’da da, birçok Bektaşi köyü vardır. Bu köylerin bir kısmı, son yıllarda yerleşen Yörükler olduğu gibi, bir kısım köyler de, yüzlerce yıldır Bektaşi olarak yaşamaktadır.
Keles ilçesine bağlı Sorgun, eski yaşam biçimlerini en güzel biçimde yaşatan bir köyümüzdür. Bu köyde Bektaşiler de yaşamaktadır. Bursa’nın en büyük Bektaşi köyleri ise Şehitler ile İnegöl’ün Kurşunlu Beldesidir. Şehitler tümüyle Bektaşi iken, Kurşunlu beldesinin büyük çoğunluğu Bektaşi’dir.
Bursa’nın birçok köyünde, Bektaşi aliler, Sünni ailelerle birlikte yaşıyor. Bu köylere Bektaşilerin ne zaman geldiğini bilemiyoruz. Ancak Bursa’nın her köşesinde Bektaşilere ilişkin izler bulmak olasıdır. Eski bir piknik yeri olan Alevibaba Yaylası, Lami Çelebi’ye göre, Dolubaba Yaylası'nın yanındadır. Zaten Dolubaba da bir Bektaşi dervişidir. İznik’e bağlı Müşküle köyünde de 1940’lı yıllarda Bektaşi kültürü belirlenmiştir. Yenişehir’e bağlı Barcın, Karacaahmet, Akbıyık ve Tekke köyleri, bugün aynı nispette olmasa da eski Bektaşi köyleriydi. Uludağ’da gezinen Durmuş Yörükleri de Bektaşi Yörükleri idi.

BEKTAŞİ GELENEKLERİ
Seferışıklar köyünde, Orhan Bey'in silah arkadaşı olan Gözle Mahmud’un gömülü olduğuna inanılmaktadır. Köydeki Kalander mahallesi, olasılıkla Kalanderi dervişleriyle ilintili olmalıdır. Nitekim köyde Bektaşilerin yaşaması da bunun kanıtıdır. Kalenderilere de Işıklar denilmektedir.
M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Garipçetekke köyünde de Bektaşi Türkmenleri yaşamaktadır. Bu köyde çok değişik gelenekler vardır. Köyün batısındaki ormanlık alanda Et Kız adıyla bir yatır vardır. Burası aslında bir lahittir. Cuma ve Pazar günleri, köy kadınları bu yatırı ziyaret eder. Erkeklere ise günahtır. Burada dilek dilendikten sonra ağaca çaput da bağlanır. Güneybudaklar köyünde de Hacet Baba adlı ünlü bir dervişin mezarının vardır. Köyde de bazı Bektaşi haneleri yaşar.
Kabulbaba, M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan bucağına köyde Rumeli'den gelen Bektaşi göçmenler yaşamaktadır. Eski adı Halilbaba idi. Olasılıkla köyün adı bu Bektaşi babasından gelmiş. Başka bir kaynakta ise Fadulfakih adını taşıdığı, Kabul Baba’nın ölümü üzerine bu adı aldığı söylenir. Kabul Baba, burada bulunan türbesinde gömülüdür. Hıdrellez günü, türbede çok büyük bir tören yapılır. Köylüler mutlaka dedeye kurban keser. Türbenin ayak ucundaki toprak yenildiğinde, hastalıklara şifa geldiğine inanılmaktadır. Tümüyle Bektaşi köyüdür.
Kurşunlu köyünün hemen altında Batmaca Dede adlı mevkide bir türbe vardır. Her yıl büyük bir şölen düzenlenen bu mevkide bulunan su kaynağının mide, bağırsak, idrar yolu, karaciğer hastalıklarıyla kaşıntılara iyi geldiği söylenmektedir.
Karacaahmet, köyünde Karaca Ahmet Sultan Türbesi vardır. Mezarın çocuğu olmayanlara iyi geldiği söylenmektedir. Daha çok da, delileri tedavi için kullanılmaktaymış. Deliler, mezarın yanında bağlı olarak bir gece bırakılmaktaymış. Mezarı daha çok Bektaşiler ziyaret etmektedir. Köyde eskiden bir de Bektaşi tekkesi varmış.

YENİ BEKTAŞİ KÖYLERİ
Yörükler, yaşam koşullarının gereği olarak, köy ve kasabalardaki gibi bir İslam anlayışını hiçbir zaman uygulayamamıştır. Yaşam biçimleri buna uygun değildi. Ancak yerleşen Bektaşi köyleri zaman içinde Sünni’leşmişlerdir. 18-19. yüzyılda da, Uludağ’da göçebe olarak yaşayan Bektaşi Yörükleri Bursa’ya yerleştirilmiştir. Bu köyler, belki zamanla Sünnileşecek ama yeni yerleştikleri için halen eski geleneklerini sürdürüyorlar. M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Mineyva olarak da anılan Ağaçlı köyü, Taşpınar bu tür köylerdir. Orhaneli’ne bağlı Dağgüney köyünü de Bektaşiler kurmuştur. Köy, bugün dağ yöresinin müzisyen fabrikasıdır. Köye müzisyenliği de Bektaşiler getirmiştir.
Bazı Bursa köylerine ise, Bulgaristan ve Yunanistan’dan Bektaşiler göç etmiştir. Aslında, uzun yıllar Bektaşiliğin merkezi Arnavutluk olmuştu. Arnavutların da büyük bölümü Bektaşidir. Ancak Bursa’ya gelen Arnavutlardan çok azı Bektaşidir. Rumeli’nden gelen Bektaşiler OnhangaziOrtaköy’de bir mahalle kurmuştur. Yine İsmetiye köyünde de Yugoslavya'dan gelen Bektaşiler yerleşmiştir. Demirtaş Köyünde Bektaşi Arnavutlar yaşamaktadır.
Bursa’da Türk kökenli Bektaşiler dışında, 1938 Dersim olayları sonucu Bursa’ya yerleştirilen Tuncelili Aleviler yaşamaktadır. Başta Kestel ve Adaköy olmak üzere Fidyekızık, Göllüce, Soğanlı, Küçükbalıklı, Panayır, Alaaddin, M.Kemalpaşa’ya bağlı İncilipınar, Kumkadı, Ormankadı, Başköy (Köyü terketmişler) ile Piremir ve Esenevler Mahallelerinde Aleviler yaşamaktadır.
Bektaşilik bir tarikat, Alevilik ise kişiye aileden intikal eden bir dinsel inanış. Herkes Bektaşi olabilir. Alevilik ise temeli İslam olsa da Müslümanlıkla çok farklı biçimleri olan bir dinsel yaşam biçimi.
Yüzlerce yıl, bazı iftiralar nedeniyle kimliklerini saklamak zorunda kalan Bektaşi ve Aleviler artık daha özgürler. Ancak laik devletin imkanlarından gereği kadar yararlanamadıklarını düşünüyorlar. AB yolunda Türkiye’nin tüm inançlara saygı gösterecek adımları atacağına hiç kuşku yoktur.

GÖÇEBE-YERLEŞİK ÇATIŞMASI
Anadolu’ya gelen Türklerin büyük bölümü Alevi-Bektaşi eğilimliydi. Zaten sürekli gezen göçebelerin, Sunni bir İslam’ın gereklerini yerine getirmeleri olanaksızdı. Bu nedenle, Bursa ve civarında kurulu bulunan köylerin büyük bölümü Alevi-Bektaşi eğilimliydi. Şehirliler ise Sunni idi. Osmanlı yönetimi, siyesi açıdan Sunni anlayışı benimseyip de medreseler de çoğalınca, giderek Anadolu’da Sunnilik artmıştı. Ancak Anadolu’daki göçebelerle yerleşik arasında süren iki-üç asır çelişki ve çatışma, giderek Sunni-Alevi savaşına dönüşmüştü. Osmanlı yönetimi göçebeye baskı yaparken, diğer yandan Alevi/Bektaşi kesime de baskı yapmaya başlamıştı. Bu aşamada Doğu’da, yine birer Türk devleti liderleri olan Timur, Uzun Hasan ve Şah İsmail, Anadolu’daki göçebe-Alevilerin kurtarıcısı olmuştu…
Osmanlı ile Doğu’da kurulmuş olan bu Türk devletleri arasındaki savaşta ise, en büyük sıkıntıyı Aleviler çekmişti. Bugün Alevilerin yaşadığı sıkıntıların kaynağı da, işte bu dönemin siyasi kararlarıdır. Nitekim Doğu’daki Türk devletine karşı yapılacak savaşta, gazilerin şevkini arttırmak ve Şah İsmail’i destekleyen Anadolu’nun göçebelerine baskı yapmak amacıyla siyasi bir fetva çıkarılmıştı. Ebu Suud Efendi’nin fetvasına göre, Kızılbaş olarak anılan Alevilerin “malları, canları” savaşan gazilere helal kılınmıştı.
İşte bu fetva sonunda, Anadolu’daki tüm Alevilerin kimliklerini saklamak zorunda bırakmıştı. Bu dönemde, Uludağ’da bulunan çok sayıdaki Alevi-Bektaşi köyü de, giderek Sunnileşti. Bunlardan en önemlisi, birçok kaynakta açıkça Bektaşi/Babai olduğu belirtilen Babasultan köyü bugün tümüyle Sunnileşmiştir. Ancak yine de bugün, hemen her köyde bir “Dede” mezarının bulunması ve köylülerin buna büyük saygı göstermeleri, eski Bektaşi inanışların izlerini gösteren en önemli işarettir.
Emir Sultan onuruna, Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürdürülen “Erguvan Bayramı” da, eski bir Bektaşi şöleniydi. Genellikle Yörük ve Bektaşi kökenli köylülerin katılımıyla yapılan bu törenlerde, Karacabey ve Orhaneli ilçesine bağlı Erenler, Büyükorhan ilçesine bağlı Tekerler köyleri başta olmak üzere alevi-meşrep insanların sel gibi aktığı bir bayramdı...
Bugün halen Bursa’da, birçok Bektaşi köyü var. Ancak bu köylerin ufak bir kısmı eski Bektaşi köyüdür. Çoğu ise son yıllarda yerleşen Yörüklerle, Rumeli göçmenlerin iskanıyla kurulmuş Bektaşi köyleridir.

BURSA’NIN BEKTAŞİ KÖYLERİ
Bugün Bektaşi kimliğini en iyi biçimde sürdüren Bursa’da iki büyük önemli köy var. Geyikli Baba’nın müridi sayılan Hasan Dede’nin köyü Doma/Şehitler köyü, Bursa’nın en büyük Bektaşi köylerinden biri. Her yıl dede onuruna şenlikler düzenleniyor.  İnegöl’ün Kurşunlu beldesinin de büyük çoğunluğu Bektaşi’dir. Her iki köy de, çok eski Bektaşi köyüdür.
M.Kemalpaşa ilçesi Söğütalan’a bağlı Mineyva olarak da anılan Ağaçlı köyü, Taşpınar köyü, Garipçetekke başta olmak üzere 19. yüzyılda kurulmuş birçok Yörük köyü, Bektaşi kimliğini sürdürmekte. Orhaneli’ne bağlı Dağgüney köyünü de Bektaşiler kurmuştur. Köy, bugün dağ yöresinin müzisyen fabrikasıdır. Köye müzisyenliği de Bektaşiler getirmiştir.
Bazı Bursa köylerine ise, Bulgaristan ve Yunanistan’dan Bektaşiler göç etmiştir. Rumeli’nden gelen Bektaşiler Orhangazi Ortaköy’de bir mahalle kurmuş, İsmetiye köyünde de Yugoslavya'dan gelen Bektaşiler yerleşmiştir. Demirtaş Köyünde, Bektaşi Arnavutlar yaşamakta…
Bursa’da Türk kökenli Bektaşiler dışında, 1938 Dersim olayları sonucu Bursa’ya yerleştirilen Tuncelili Aleviler yaşamakta. Başta Kestel ve Adaköy olmak üzere Fidyekızık, Göllüce, Soğanlı, Küçükbalıklı, Panayır, Alaaddin, M.Kemalpaşa’ya bağlı İncilipınar, Kumkadı, Ormankadı, Başköy (Köyü terketmişler) ile Piremir ve Esenevler Mahallelerinde Aleviler yaşamakta…
Keles ilçesine bağlı 19. yüzyılda yerleşmiş Sorgun, eski yaşam biçimlerini en güzel biçimde yaşatan bir köyümüz olup Bektaşiler yaşamakta… İznik’e bağlı Müşküle köyü, Yenişehir’e bağlı Barcın, Karacaahmet, Akbıyık ve Tekke köylerinde de, eski Bektaşi köyleriydi. Uludağ’da gezinen Durmuş Yörükleri de Bektaşi Yörükleriydi. Bir Bektaşi şeyhi olan Dolu Baba’nın yakınlarında, Alevibaba Yaylası adıyla anılan bir piknik alanı bulunmakta…

BEKTAŞİ TEKKELERİ
Bursa'da kurulan ilk tekkeler de, genellikle Bektaşi tekkeleriydi. Zaman içersinde, siyasi nedenlerden Bektaşilik gerilemişti, ancak yine Bursa’da birçok Bektaşi tekkesi vardı. Bunlar; Abdal Musa, Abdal Murad, Geyikli Baba ve Postinpüş Baba ve Akbıyık Tekkesiydi. Evliya Çelebi de Bursa’da, "Şeyh Kiliman Tekkesi" adlı bir Bektaşi tekkesinden söz etmekte…
Ancak Bursa’nın en ünlü Bektaşi tekkesi, Işıklar’daki Ramazan Baba Tekkesi’ydi. Bu tekkenin son şeyhlerinden biri olan Şeyh Sabit (öl. 1911), Bursa’nın en renkli kişilerinden biriydi. Şeyh Sabit, çevresinde girişkenliği misafirperverliği ve nüktedan tavırlarıyla tanınmakta…
Şeyh Sabit, sahip olduğu arazilerini, 93 Göçmenlerinin iskanı için vermesinden dolayı yeni kurulan bu mahalleye, Şeyhsabit Mahallesi denilmişti. Hatta Şeyh Sabit Efendi, Işıklar semtini ağaçlandırmış, Hükümet Caddesi'nden Işıklara kadar olan yolun her iki tarafına ağaç dikmeye çalışmıştı.
Bugün Şeyh Sabit adı unutulmuş, mahallesinin adı değişmiş, tekke-mescidi de ev olmuş… Fadiye Güzerman’ın tasarrufunda bulunan Eşrefiler Caddesindeki tekke binası da satılık. Koruma Kurulu ise, Ayşe Yandayan başvurusuna karşın tescili onaylamamış. Oysa tapuda, açıkçı konutun eski durumunu mescit olarak tesit etmekte…

RUM BEKTAŞİLER
Aslında Rumeli’ni, önce Bektaşi şeyhleri fethetmişti. Birer misyoner örgütü gibi, Bektaşi tekkeleri, Rumeli’nin İslamlaşmasında büyük katkı yapmıştı. Hatta bugün bile, Bektaşiliğin en önemli merkezi Arnavutluk olarak kabul edilmekte. Tüm Rumeli’nde, Bektaşilik halen çok yaygın…
Bugün hoşgörü konusunda, Mevlevilik öne çıkarılsa da, bence Bektaşiliğin felsefesi ve hoşgörüsü, Tasavvuf dünyasında rakipsizdir… Bugün, geçmişle bugün arasında bir bağ aranacaksa, çağa ayak uydurabilecek tek felsefe anlayış, Bektaşilik olabilir…
16. yüzyılda, Yenişehir Akbıyık köyündeki Bektaşi tekkesinde, 4 tane Hıristiyan kökenli dervişler bulunmaktaydı. Charles Mac Farlane adlı bir İngiliz seyyah da, 1850 yılında geldiği Bursa’da, çok sayıda Bektaşiye rastladığını söyler. Ama daha ilginç olanı ise, Antonaki Varsamis adında Rum bir Bektaşi babasının olduğunu belirtmesi…
Bugün ülkemizde yaşayanların yüzde 95’inin Müslüman olması,  binde bir bile olmayan Nasturi veya Süryanilere karşı üstün olmasını gerektirmez. Laiklik, devletin, ülkesindeki her dine mensup kişilere karşı aynı mesafede olmak anlamına gelir…

FARKLI OLANI BENİMSEME
Bundan 2-3 yıl önce, bir ilahiyat profesörü, Muharrem ayında yazdığı bir makalesini dağıtmıştı. Bu yazıda, Kerbela olayı Sunni bakış açısıyla etüt ediyordu. Bir başka dervişin ağzıyla, Kerbela olayının bir kader olduğu vurgulanarak, “Bunu Allah istedi, yoksa bu olay gerçekleşmezdi” türünden bir mantıkla, olayı savunuyordu…
Bu yazıyı okuyup sinirlenen Safiyeddün Erhan(Eşrefoğlu), her yıl Çatalfırın Tekkesinde düzenlediği Aşure Ayini öncesinde bir konuşma yapmıştı. Aslında bu yazıyı yazan hocamız, kendince son derece iyi niyetli olarak, ama kendi bakış açısıyla yorumluyordu Kerbela Olayını… Kerbela yasının, Sunnilerle Alevi/Bektaşiler arasında bir kin alanı olmasını engellemek istiyordu. Ancak, Sunni bakış açısıyla, Alevi/Bektaşi inancı yorumlamak yanlış yorumlara neden olabilir…
Oysa Alevi/Bektaşiler, farklı olmadıkları için değil, farklığı ile tanınıp kabullenmek isteniyor. Ulusal Türk Cumhuriyetinin kurumasında en önemli katkıyı yapan Alevi/Bektaşiler, farklığıyla bu ülkede yaşamak istiyor… Özellikle AKP’lilerin her konuşmasında sözüne ettiği, “Yüzde 99’u Müslüman bir ülkede”, Alevi-Bektaşiler, istatistiklere bile girememesinden incinmekteler…
Bursa’da bugün 20’yi aşkın köyde Bektaşi ve Aleviler yaşamakta. Bektaşi ve Aleviler, uzun yıllar kimliklerini saklamak zorunda kaldı. Sessiz sedasız yaslarını tuttu, Muharrem’de oruçlarını açtı. Kendilerini Sünni Müslümanlardan farklı gören Bektaşi ve Aleviler, artık laik devletin kendilerine bazı hakların tanınmasını bekliyor…
 *************

BİR ALEVİ KÖYÜ: İNEGÖL ŞEHİTLER

Hülya TAŞ
Şehitler köyü Bursa’ya 30 km uzaklıktadır. Soyu Ahmet Yesevi’ye dayanan köyü Hasan Dede’nin kurduğuna inanılmaktadır. Dışarıdan göç almayan köyün büyük ölçüde gelenekselliğini korumaya çalıştığını görmekteyiz. Bu araştırmada, Alevi inançlarının şekil verdiği köyün evlenme törenlerinde yer alan gelenek ve görenekler incelenmeye çalışılmıştır.

Bursa’nın İnegöl ilçesine bağlı olan Şehitler Köyü, il merkezine 30 km, ilçe merkezine 12 km uzaklıktadır. Eski adı Doma’dır. Daha sonra Bekçeviz olarak adlandırılan köy’ün adı 1970’ ten sonra İstiklal Savaşı sırasında çok şehit vermesinden dolayı Şehitler köyü olarak değiştirilmiştir (Kaplanoğlu1996; 258). Köyün kurucusu olduğuna inanılan Hasan Dede, Hacı Muradı Veli’nin evlatlarından olup, soyu Ahmet Yesevi’ye dayanmaktadır. Köyde 5 aile dede soyundan gelmektedir. Diğerleri Talip’tir1. Köyün tümü Alevi olup bu özelliği ile orijinalliğini korumaktadır.
Her yıl mayıs ayının ikinci haftası Hasan Dede (Cemiloğlu 2002;115) ve İstiklal şehitleri adına anma törenleri düzenlenmektedir.
Yatırlarıyla da bilinen Şehitler köyünde Hasan Dede türbesinin dışında Sarı Kız, Kara İshak ve Arap Dede adlı üç mezar vardır. Sarı kız Hasan Dede’nin kızı, Arap Dede oğlu, Kara İshak’ın ise savaşırken şehit düşen bir Alevi dedesi olduğu söylenmektedir. Nüfusu 800 dolayında olan köyde 180 hane bulunmaktadır. Köyde bir ailenin en fazla iki çocuğunun olması ve köyün dışarıdan göç almayıp, dışarıya göç vermesi nüfusun aynı kalmasını sağlamaktadır. 2 Bu göçün çoğunluğunu kasaba ve şehir merkezlerine ticaretle uğraşmak için gidenler ile yükseköğretime devam edip meslek sahibi olarak yaşamlarını il ve ilçe merkezlerinde devam ettirenler oluşturmaktadır. Köyde ilkokul, kütüphane, cami, türbe ve cem evi bulunmaktadır. Köyde yer alan ilkokul da bir ana okul sınıfı ve ilkokul üçe kadar okutulan öğrenciler bulunmaktadır. Diğer sınıflar için öğrenciler Yenice’ ye ve İnegöl’e gitmektedir.
Köyün kütüphanesinde 1500’e yakın kitap bulunmaktadır. Köy halkının çoğu ilkokulu bitirmiştir. Yaşlıların çoğu okur-yazardır. Köyde 500 yıllık bir hamam bulunmaktadır.
Hamam harap halde olduğu için kullanılmaz durumdadır. Bu hamamın restore edilerek müze haline getirilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Özellikle düğünlerde kullanmak için 1997 yılında küçük bir hamam yaptırılmıştır. Bize verilen bilgilere göre, köyde hiç kimse yüz kızartıcı suçlardan, kavgadan veya kanunların suç saydığı davranıştan dolayı karakola veya mahkemeye gitmemiştir. Basit anlaşmazlıklar da kendi aralarında çözümlenmektedir. Derlemeler sırasında köyde komşuluk ilişkileri üzerinde de durulmuştur. Kendi ifadelerine göre hiçbir komşu diğer komşusu ile kavgalı değildir. Aralarında sorun olanlar bu sorunlarını çözmedikleri sürece yapılan Cem ayinlerine katılamazlar. Köylü bu gibi insanları dışlar. İnsanlar dışlanmamak için birbirlerinin haklarına saygı gösterirler. Diğer yandan köylüler, kendilerini insan haklarına ve kanunlara saygılı, Atatürk ilke ve İnkılâplarına bağlı kişiler olarak tanımlamaktadırlar. Evlerin birçoğunda, Cem evinde, Hz. Ali’nin, On iki imamın ve Atatürk’ün fotoğrafları bir arada bulunur. (Taş, 2000;711)

Alevi Al Basri

Alevi Al Basri

İsmail Kaygusuz
"Alevi Al Basri" Namıyla Ali bin Muhammed Önderliğinde Zenci Köle-İşçilerin Ayaklanması
Abbasi İmparatorluğu'nu sarsan diğer bir toplumsal başkaldırı Zenci kölelerden geldi. 869’dan 883’e kadar tam 14 yıl sürdü. Bu konuda en geniş ve derli toplu araştırmayı 1976’da Paris’te yayınladığı ‘La Révolte des Esclaves en Iraq au IIIme / IXme Siécle’ (İngilizce versiyonu: Henry Louis Gates'in yeni bir 'Giriş'iyle Çevir: Léon King,The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd / 9th Century, Princeton 1999) adlı kitabıyla Alexandre Popoviç yapmıştır. Temel aldığımız bu yapıtla birlikte, Louis Massignon’un First Encyclopaedeia of Islam 1913-1936: 1213’daki makalesi ve Asghar Ali Engineer’in The Origine and development of İslam (New Delhi 1980) ve diğer birkaç yabancı yazarın araştırmasından kaynaklanarak, bu büyük toplumsal ayaklanmayı özetlemeye çalışacağız:
Tabari’nin verdiği bilgilere göre isyan, kanallarda çalışan (kassahin) zenciler tarafından çıkarıldı. Bu köle-işçilerin görevi aşağı Mezopotamya’da ekilebilir tarım arazisi oluşturmaktı. Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip Şattularab adını aldığı Basra’nın doğusundaki delta bölgesinin topraklarını tuzdan arındırarak işlenebilir duruma getiriyorlardı.
Onbinlerce sayıya ulaşan bu köleler ya Doğu Afrika’dan, Zengibar’dan (bugünkü Tanzania) zorla yakalanarak getirilmiş ya da İmparatorluğa bağlı ülkelerden vergi olarak alınmış, savaş esirleri durumundaydı. Bu bölgede büyük toprak sahiplerinden pek çoğunun tuz bataklıkları kompleksi vardı. Hem bu bataklıkların suları kanallarla boşaltılarak tuz elde ediliyor, hem de toprak yıkanıp tepeler-yığınlar oluşturulup teras tarımına hazırlanıyordu. Çoğunluğu zenci olmakla birlikte kırsal bölgenin yerleşme birimlerinden de getirilmiş bu köleler 500’den 5000’e kadar ağır işçi bölükleri halinde kamplara yerleştirilmişti. En büyük iş kampı Dujayl'da ve burada 15 000 zenci köle-işçi çalışmaktaydı. Evsiz-barksız, umutsuz, en kötü koşullar içinde yaşıyorlardı. Bütün yiyecekleri birkaç avuç un, bulgur ve hurmaydı. Bu köleler efendilerinin dinini, ancak dillerini öğrendikten sonra tanımaları söz konusuydu. Sonuç olarak, kendilerini ezen ve insan yerine koymayan efendilerinin dini Ortodoks İslamı değil, tersine onlara karşı haklarını savunacak, adalet ve eşitlik getirmeyi vadeden Heterodoks İslamı (Aleviliği) benimseyeceklerdi. Böylece “Sahib al-Zenc” olarak kendilerini kurtaracak Ali soyundan birini, Ali bin Muhammed’i buldular.
Biruni’nin anlattığına göre bu kişi; İmam Ali’nin, Hüseyin kolundan Zeyd soylu sekizinci kuşak torunu olan "Alawi al-Basri" namıyla (Basralı Alevi) Ali bin Muhammed al-Burkui (yüzü Peçeli) idi. İranlı olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, melez olduğunu söyleyen yazarlar da bulunmaktadır. Louis Massignon'a göre, olasılıkla bölgede yeni başlamış Karmati propagandasıyla ilişkisi olan Raşid Kurmati adında biri onu destekledi. Raşid Kurmati’nin, bir değirmenci, bir şerbet satıcısı ve bazı kaçak zenci kölelerle kurduğu gizli örgüte (ubbak), Babeki-Karmati usülü bağlılık yemini ile girdi. Kısa zamanda başına geçtiği örgütü büyütüp geliştirdi ve ihtilal ölçülerine yükseltti. 255 hicri yılının Ramazan ayında (Eylül 869) Kuran’dan, “Kendilerini savaşmaya ve bıçağa adamaktan (khuruc ghadban billah)” söz eden ayeti okuyarak büyük başkaldırıyı başlattı.
Büyük Zenci Köle-İşçi İsyanının Başlangıç Aşaması
Alexandre Popovic, Ali b. Muhammed'in ilk dönemi ve bu büyük başkaldırının başlangıcı hakkında şu bilgiyi veriyor:
"W. Caskel (Ali b. Muhammed'in ilk) dönemini şöyle özetliyor:
'Hicri 249-254 (863-868) yıllarında bir Alevi (Alisoylu) ya da pseudo-Alevi (sahte Alisoylu) Bahreyn'de başkaldırdı. Önce Hacar'da, sonra Al-Ahsa'da Banu Sad ile birlikte şansını denedi. Başaramayınca çöle açıldılar; Tamim ve batıdan gelen diğer kabilelerden oluşturdukları bir orduyla harekete geçtiler. Al Uryan ve diğer Abd al-Kays şefleri isyanı güçlükle bastırdılar. Ancak çok geçmeden Basrada büyük Zenci ayaklanmasını gerçekleştirecekti.'
"Ali b. Muhammed'in Basra'daki Babal ve Sad kabileleri arasındaki kavgalardan biri tarafına geçerek yararlanıp başkaldırma girişimi başarılamadı. Vali Muhammed b. Raja al Hidari onu ve arkadaşlarını kentten kovdu. Ali b. Muhammed ve dört arkadaşı Bagdad'a kaçıp izlerini yitirdiler. Ona katılmış olan Basra'daki yandaşları ve ailesinden üyelerinden karısı, büyük oğlu kızı ve hizmetçisi valinin buyruğuyla tutuklandılar..."
"Ali b. Muhammed, Bağdad'da kaldığı süre içinde yandaşları çok sayıda artmış ve yeni yoldaşlar edinmişti. Bunların arasında Cafer b. Muhammed al-Suham, Muhammed b. al-Kasım, Yahya b. Abd al-Rahman b.Khakan'ın iki azatlısı Muşrik and Refik vardı; Muşrik'e Hamza Abu Ahmet, Rafik'e Cafer Abu al-Fadl adını verdi..."
"Ali b. Muhammed, Basra valisinin iki kabilenin kentte yarattığı anarşiyi önleyemediği için azledildiğini öğrenir öğrenmez Basra'ya döndü önceki ve Bağdad'da kazandığı altı yakın adamıyla. Furat al Basra'ya gelince, oradan tuz arıtma bölgesi Amud al-Muna Kanal'ı üzerindeki Bi'r Nahl'da kurulmuş Kasr al-Kurayş'a yerleştiler. Ali b. Muhammed burada kendisini bir iş adamı ve Watıkh'ın çocuklarından birinin adına, Sabbakh tuzlalarından birinin yöneticisi gibi gösterdi. Bu durum onun Zencilerle yakından ilişki kurmasını ve böylece başkaldırma hazırlıkları yapmasını sağladı." (Alexandre Popovic, İngilizceye çeviren: Léon King, The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd/9th Century, Princeton 1999: 35-38)
Görüldüğü gibi gerçekten profesyonel bir ihtilalci kimliği taşıyan Ali b. Muhammed, kabile anlaşmazlıklarına dayandırdığı ilk başkaldırılarında aldığı yenilgilerden ders çıkarıp, en temel yöntemi, yani sınıfsal kavgayı öne çıkartıyor; Basra tuzlalarında çalışan üretici köle-işçi sınıfının başına geçiyor. Bunun yolu da onların arasına girmek ve birebir, yüzyüze propaganda yapmaktır. Beş yıl bir Alisoylu olarak yaşadığı ve kendisini tutan kabileler arasında bazı keramet gösterileriyle Peygamber / İmam saygısı görmüş olduğu Bahreyn ve çevresindeki son yenilgisinde kaçıp gizlendiği Saman kasabasında kuşa seslendiği şiirinin bazı dizelerinde şunları söylüyor:
"Ey Saman kuşu, orada yalnız başına ne ötüp duruyorsun?
Yoksa bir kaza seni dostundan mı ayırdı?
Yanıma gel birlikte teselli bulalım..."
...
"Gururla başlarında bulunduğum Tamimli adamlarım
ve Yarbu oğlu Kulayb'ın yiğitleri atbinmiş;
Saad merkezi tutuyor,
Kanatlarda Numayri ve Kilab'ın adamları yalınkılıç direniyordu"
"Eğer bir kaza engel olmazsa, onları öyle bir şaşırtacağım ki, bir yay kullanarak sabahleyin Amir ve Muharib'i delik deşik edeceğim..."
...
"Uryan sanıyor mu ki, hendek kenarındaki saldırıda düşen süvarilerimi unuttum?"
Bir başka şiirinde:
"Abd al-Kays, benim kendisini unutmuş olduğumu sanmasın sakın! Onu asla unutmayacak ve öcümü alacağım."
Ali b. Muhammed'in Zenci köle-işçilerin arasına girdikten sonra öç alma duygusuyla harekete geçmenin yerini, şimdi devrimci savaşım bilinci alacaktır. Artık Sahib al-Zenci adıyla anılacak olan Ali b. Muhammed'den Samarra'da, Bahreyn ve Basra'da yazmış olduğu şiirlerden 190 dize günümüze ulaşmıştır. Bunlar güçlü edebi özellikleri olmamasına rağmen Halife çevresini; kendisi, ailesi ve soyunu, Ali sevgisini; Bahreyn'deki çarpışmaları ve Basra tuzlalarındaki köle-işçileri çevresinde toplamayı nasıl başardığını dolaylı ve dolaysız anlatan dizelerdir. (Arap kaynaklarından aktaran Alexandre Popovic, Çev.Léon King, The Revolt of African Slaves in Iraq in the 3rd / 9th Century, s. 34, 151)
A. Popovic oldukça dikkat çekici bulunan Zenci köleler ihtilalinin başlangıcı anlatmayı şöyle sürdürüyor:
"Bölgede ona ilk katılan (gerçekte bilinçli olarak yüzyüze propagandayla kazanılan İ.K.) Reyhan b. Salih adında bir kişi oldu. Adam, oradaki Zenci işçilere dağıtılmak üzere Basra'dan un taşıma işinde çalışmaktaydı. Tuzla alanlarındaki köle-işçilerin yaşamları ve yeme-içmeleri hakkında en iyi bilgileri o getiriyor ve Ali b. Muhammed adına onlara propaganda yapıyordu. Bir süre sonra işini bırakıp onun saflarına katıldı..."
"Bu arada Basra'ya gönderdiği Refik, oradan kendisiyle birlikte harekete kazandırdığı Şibli b. Selim adında bir şerbet satıcısını da getirdi. Ayrıca Ali b. Muhammed, Refik'e Basra'dan satın alması için kırmızı renkte ipek kumaş ısmarlamıştı. Ondan bir bayrak dikildi ve üzerine yeşil harflerle, Kuran'dan Tevbe Suresi'nin 111. ayeti yazıldı. Ayette, 'Tanrı inananlardan satın alacağı canları ve mallarına karşılık Cennetten bir ödül verecektir; çünkü onlar Tanrı yolunda savaşır, ölürler ve öldürürler. Bu alışveriş için sevininiz' denilmektedir.1Ayrıca bayrak üzerine Ali b. Muhammed, yani kendisinin ve babasının adı yazıldı."( A. Popovic, agy, s. 41-42)
Artık ona göre, sıra bayrağı kaldırıp ihtilali başlatmaya gelmişti. Böylece bayrak üzerinde buyurucu Kuran ayetinin altında, Tanrının nebisi (Muhammed) ve velisinin (Ali) adını görenlerin ilk anda, onun önderin adı olduğunu düşünmemesi olanak dışıdır. Bu akıllıca siyasetle insanlar daha kolay bu bayrak altına çekilmiş. Önderi tanıyıncaya dek çoktan hareketin içine girmiş oluyorlardı.
"İsyancılar, önce işlerine gitmekte olan 50 kişilik bir köle-işçi grubunun yolunu kestiler. Onların başlarındaki ustabaşının ellerini ayaklarını bağladıktan sonra, onları yanlarına katarak başka bir iş alanına gittiler. Aynı yol izlenerek, Abu Hudayt dahil 500 kölenin onlara katıldığı bildiriliyor. Daha sonra aralarında Zurayk ve Abu Hanjar'ın bulunduğu bir 150 kişilik ve arkasından bir diğer 80 kişilik köle grubu katıldı. Sonuncusunun arasında Raşid al-Magribi ve Raşid al-Kurmati de bulunuyordu. (Yukarıda belirtildiği gibi Louis Massignon, bu anlatılanların Karmati propagandasıyla ortaya çıkan bir örgütlenme olduğu ve Ali b. Muhammed'in bir yeminle örgüte girip başlarına geçtiği görüşünü Faysal al-Samir gibi Popovic de kabul etmiyor. İ.K.) Bu eylemler sık sık yinelendi ve isyancıların safları genişlemeyi sürdürdü."
"Vakit geldiğinde, Ali b. Muhammed onların hepsini biraraya çağırdı ve bu katılımların, birleşmelerin nedenlerini açıkladı. Kendilerine çok sağlıklı koşullar altında bir yaşam sağlıyacağı sözü vermekle kalmadı; onları asla aldatmayacağı ve hep destekleyeceği üzerinde ciddi bir biçimde yemin etti. Ayrıca köle-işçi sahipleri ve onları kullananlara da; zenci kölelere karşı baskıcı davranışlarından ve Tanrı tarafından yasaklanmış şeyleri onlara reva görmelerinden dolayı ölüme müstahak olduklarını anımsattı. Onlar ise Ali b. Muhammed'e, kölelerin çok geçmeden kendisini de terkedeceği yanıtını verdiler. Hatta ona kölelerini geri vermesi için para (kelle başı 5 Dinar İ.K.) ödemeyi önerdiler. Bunun üzerine kölelere, oraya gelmeye ve para önermeye cesaret etmiş bulunan köle sahipleri ve ustabaşlarına dayak atmalarını emretti. Her birine beşyüzer sopa vuruldu. Sonra olup bitenler ve sayıları hakkında, çevrelerinden birine birşey söyledikleri takdirde, bu kişilere karılarından boş düşeceklerine dair yemin ettirdikten sonra, onları salıverdiler. Ama, içlerinden biri hemen Dujayl'a geçti ve 15 000 kölenin çalışmakta olduğu en büyük kampın ustabaşılarını uyarmaya gitti. Ali b. Muhammed'e gelince, ikindiden sonra bölgeyi terketti. Adamlarıyla birlikte o da Dujayl'a gitti ve Maymun Kanal'da yerleşti. Pazar yerinin ortasındaki kanala bakan camiyi karargah evine dönüştürdü ve Ali b. Muhammed b. Ahmed b. Ali b. İsa b. Zeyd b. Ali b. al- Huseyn b. Ali b. Abi Talib adıyla ihtilali başlattı." (Alexandre Popovic, agy, s. 42-43)
Hareketin Kısa Özeti
Ne yazık ki kaynaklar, onun yönetim sistemi üzerinde ayrıntı vermemektedir. Sadece halife vekili Muvaffak tarafından bu isyancı Zenci köle-işçilerle, acımasızca sürdürülen savaş dönemine gönderme yapıyorlar. Cubba’dan harekete geçen Zenci lideri sapanlarla silahlanmış kuvvetlerini iki bölüme ayırdı:
  • 1.     Sadece zencilerden oluşan birlikler,
  • 2.     Fırat çevresi köylüleri, Kurmatiler ya da Karmatiler ve Nubialı, Güney Mısır bölgesi halkları Sudanlılar.
  • Arap kabilesi Banu Temim tarafından bir donanmayla desteklenen Ali b. Muhammed al-Burkui, Ubulla, Abbadan, güney Ahvaz ve son olarak büyük Basra kentini aldı. 877’de Cabbul, Numaniya, Carcariya, Ramhurmuz ve Wasit’e kadar ilerledi. 879’a doğru Bağdad’ın 17 mil yakınlarına kadar yaklaşarak yağmalarda bulundular.
Hareketin en önemli özelliklerinden biri, üzerlerine gönderilen paralı zenci köle birliklerin isyana katılma olayıydı. Ayrıca bazı özgür köylüler de, büyük toprak sahipleri sınıfına karşı duydukları öfkelerin artması dolayısıyla harekete katılmaktan çekinmediler. Büyük tehlikenin farkına varan Halife’nin kardeşi ve vekili, bütün güçlerini ikinci bir saldırı için harekete geçirdi. Ancak savaşı bitirmek üç yılını aldı; önce Zenci köle işçilerin Mania kampındaki 5 garnizonunu yerlebir etti ve arkasından Basra’nın güneyinde Abu’l-Khasib kanalı üzerinde bulunan ve Ali b. Muhammed'n başkenti Muhtara’daki kampı 881’de kuşatmaya aldı. Bir yıl dayanan Zenci köleler, 882’de silah bıraktılar ve önderleri Ali bin Muhammed al-Burkui ise 883’te yakalanıp öldürüldü.
Bu isyanın da kanlı bir şekilde ve vahşice bastırılmasında, Babekilerde olduğu gibi yine bir Türk kumandan ve onun birliklerinin rolü olmuştur. 837’de Afşin’in birlik kumandanlarından Boğa’nın oğlu olan Musa, İmparatorluğun doğu eyaletleri genel valisi bulunuyordu. 873’de Zenci isyanı Ahvaz’a ulaştığında Musa duruma müdahele etmişse de herhangi bir başarı elde edemeden, eyaletlerindeki karışıklıklar yüzünden ordusunu çekmek zorunda kalmıştı. Ancak Boğa oğlu Musa 881’de Al-Muvaffak’a geniş güven ve destek vererek, kendisinin İmparatorluk yönetimindeki etkinliğini artırmış. Onun kumandası altındaki Türklerin, Saffaridlere karşı Bağdad’ı korumaları ve Zencilere karşı büyük desteği sayesinde bu büyük isyanı bastırabilmiştir. (Roy Mottahedeh, ‘The Abbasid Caliphate in Iran’, Cambridge History of Iran Vol. IV, Cambridge 1975: 78-79)
Zenci Köle-işçi Hareketi ve Ali b. Muhammed için Son Birkaç Söz
Tam ondört yıl süren İslam tarihinin en büyük Zenci köle-işçiler ayaklanmasında, beşyüzbin ile ikibuçukmilyon arasında insan öldüğü sanılmaktadır. En büyük ayaklanma dedik, çünkü bu ilk Zenci köleler ayaklanması değildi: İlk ikisi Emeviler döneminde, üçüncüsü ise Abbasi halifeliğinin kuruluş yılında gerçekleşmiştir.
689-690'daki ayaklanma, iş alanlarını terkedip gruplar oluşturan Zencilerin, çiftliklere köylere baskınlarda bulunarak, yağma yapmalarından öteye gidemedi. Irak valisi Halid Musab b. al-Zübeyr'in ordusu onları kolayca yakalayıp hapse attı ve arkasından darağacına çektirdi. 694 yılındaki ikinci ayaklanmanın daha iyi hazırlandığı görülüyor: Tanınmış Emevi valilerinden al-Haccac'a karşı, çok sayıda Zenci toplulukları Rabah (Riyah) adında birini Şir-i Zenci (Zenci Arslanı) seçip, onun kumandasında ayaklanmışlardı. Bu kişi Abdullah İbn al-Jarud olarak tarihe geçmiştir. Bir yıla yakın süren hareket al-Haccac tarafından ezilmiştir. Tarihsel kaynaklar, çok açık olmamakla birlikte, 749-750'de ilk Abbasi Halifesi Abul Abbas al-Saffah'ın 4000 kişilik bir kuvveti Musul civarındaki Zenci isyancıların üzerine gönderdiğini söylemektedir. Çok büyük bir şiddet gösteren bu kuvvet bölgede kadın, erkek ve çocuk onbinden fazla insan öldürülmüştür. Zenci köle toplumsal hareketleri Tabari'de (838-923) ve 12. yüzyıl bir başka Arab yazarı Al-Kayravani'nin Kitab al-Uyun'dan bir pasajda değişik biçimlerde anlatılmaktadır (Alexandre Popovic, agy, s. 22-23).
Alexandre Popovic'in kitabının İngilizce versiyonuna bir giriş yazmış olan Jr. Henry Louis Gates büyük Zenci ayaklanmasını şöyle değerlendirmektedir:
"Zenci topluluklar, genelde İslam ülkelerinde köle olarak bulunuyordu. Bütün köleler gibi onlar da efendilere göre, hırsız, kaçak, akıldan yoksun, belleği boş bilgisiz insanlardı. Ağır baskı altında, yüzlerce ve binlercesi zorla kamplara tıkılmış, ailesiz, umutsuz bir avuç yiyecekle beslenen işte bu köleler, Ali b. Muhammed'in önderliğinde 869 ile 883 yılları arasında, Bağdad'daki efendilerine başkaldırdı ve özgürlükleri için ölümüne savaştılar. 14 yıl boyunca çok önemli askeri zaferler kazanarak, hatta kendi başkentlerini kurarak büyük başarılar elde ettiler. Abbasi İmparatorluğu'nun doğrudan Irak, Mezopotamya ve Batı İran üzerinde ve dolaylı olarak Kuzey Afrika'dan Orta Asya'ya ve Hazar Denizi'nden Kızıl Deniz'e uzanan topraklar üzerindeki üstünlüğüyle dünyanın en güçlü devletlerinden biri olarak düşünüldüğünde, bu başarılar olağanüstü bir biçimde önem kazanır.." (Agy, s.XI-XII)
Büyük Zenci köle ayaklanmasının önderi Ali b. Muhammed'e, al- Burkui (peçeli), Sahib al-Zenci, Alevi al-Basri (Basralı Alevi), Sahib al- Rih (Rüzgarın efendisi), al-Khabith (şeytan), al-Hain, al-Lain (lanetli), al-Habib (sevgili), al-Murık (sapkın), al-Fısk al-Fücur(zina yapan, günahkar) vb. 10'dan fazla birbiriyle çelişen anlamları içeren lakap ya da sıfatlar verilmiştir (A. Popovic, agy, s. 193-194). Elbette ki bunlar, hem düşmanları hem yandaşlarının ona nasıl baktıkları ve hangi duygularla yaklaştıklarını açıkça göstermektedir. Burada Alevi al-Basri bir yana, özellikle düşmanları tarafından verilmiş olması gereken al-Murık (sapkın), al-Khain, al-Fısk al-Fücur (zina yapan, günahkar), lakapları bile Ali b. Muhammed'in Heterodoks İslam (Alevi) inançlı olduğunu kanıtlamaktadır. Ortodoks Müslümanlar (Sünni egemenler), isyancı heterodoks grupları aşağılamak için her zaman, bu ve buna benzer sıfatlarla anmıştır. Ali b. Muhammed'in - onu bazılarının pseudo/alawi nitelemelerine rağmen-İmam Zeynelabidin oğlu Zeyd soyundan bir Alevi olduğu doğru olmalıdır. Zenci önderinin anası Kurra'nın (binti Ali b.Rahib b. Muhammed) büyük dedesi Hakim'in Küfe'de yaşadığı, 740'larda Zeyd b. Ali'nin yandaşı olduğu onun ve oğlu Yahya'nın Horasan'da öldürülmesinden sonra Rey'e gidip, yakınında bulunan Warzani'ye yerleştiğini biliyoruz. Safadi'nin anlattığına göre ise, Kurra'nın dedesi (al-Rahib olmalı?) her Hacca gittiğinde Ali ailesinden bir Şeyhi ziyaret edip ona hediyeler verirmiş. Son gidişinde onun ölmüş olduğunu öğreniyor ve on yaşlarındaki oğlu Muhammed'i alıp Rey'e götürüyor. İşte bu Muhammed, al-Burkui'nin babası (A. Popovic, agy, s. 33) ve Zeyd'in torununun torunu oluyordu.
"Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları" (1.cilt, İstanbul 1995: 29-40) kitabımızda uzunca anlattığımız gibi, Zeynelabidin oğlu Zeyd'in dört oğlu bir kızı olduğu ve bunlar Medine'de oturan İmam Cafer al-Sadık'ın korumasında yetiştirildikleri bilinmektedir. İlk oğlu Yahya'nın babasından birkaç yıl sonra isyan ettiği Cuzcan'da öldürüldüğü ve Hüseyin Züddema'nın torunlarından Ali Medeni'nin 9. yüzyılın ilk yarısında Malatya'ya gelip yerleşmiş olduğunu da biliyoruz. Diğer oğlundan birinin İsa mutim al-Eşbal, diğeri ise Muhammed idi. Ali b. Muhammed al-Burki'nin İsa b. Zeyd'den geldiğini, yani Ali soylu olduğunu yadsımak boşunadır.
"Çeşitli nedenlerden dolayı, Ali b. Muhammed'in kişiliği hakkında bir yargıya varmak kolay değildir. Kuşkusuz o, ikna edici ve kurnaz olan göze çarpıcı bir kişilikti. Ayrıca o zeki, etkili konuşan (hatip), çok iyi eğitim görmüş, şiirler yazmış bir ozan, anstronomi ve psikolojiyle ilgilenen bir kimseydi. Ali b. Muhammed, içinde bulunduğu koşullarda denetimleri hiç de kolay görülmeyen insanlara kumanda etmeye ve onları örgütlemeye muktedir olup, tartışılmaz askeri ve devrimci başarılara imza atmıştır." (A. Popoviç, agy, s. 150)
Ali b. Muhammed iyi eğitim görmüş ve çağının bilimlerini gereği kadar öğrenmiş görünüyor. Bu da onun varlıklı bir aileden geldiğini gösteriyor. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarını Warzani ve Rey'de geçirmiş olan Ali b. Muhammed, toplumun her kesimi içinde yaşam deneyimi edinmiş ve sınıfsal katmanları tanımıştır. Abbasi Halifesi al-Muntasır'ın (861-862) Samarra'daki sarayına kadar girmiş ve halife ailesiyle ilişkiler kurmuştur. Saraya panegyrist (övgücü ozan) olarak kendisini sokturmuş ve kasideler yazmış. Başkentte şiir yazarak; çocuklara yazı sanatı, gramer ve astronomi dersleri vererek sağladığı biliniyor. Kısacası Ali b. Muhammed, toplumun her kesimini tanıyarak devrimci formasyon kazanmış. Gelecekten haber verme; Kuran'daki ayetler gibi vahiy aldığını (Bahreyn'de), kendisine duvarlarda görünmez kalemlerle yazılı emirler verildiği biçiminde duyurularla bir peygamber gibi insanları peşinden sürüklemiş. Yukarıda anlatıldığı üzere Bahreyn ve çevresinde çıkardığı çok sayıda savaş eylemleri ve çarpışmalarla önderliğini kanıtlamış ve gerçekten profesyonel bir ihtilalci olmuştur. Popovic'in "büyük bir toplumsal harekete önderlik etmesine rağmen bir toplumsal programı yoktu" (Agy, s. 152) yargısına katılmıyoruz. al-Mukanna'nın (peçeli) Arapçası olan al-Burkui (peçeli) lakabını alması bile onun bir Mazdek inançlı bir toplumsal ve ekonomik programı olduğunu gösterir. Elbetteki onu çağımızın devrimci komünist önderleriyle karşılaştıramayız. Ancak, yaşamı, yetişmesi, kesintisiz eylemleri ve 14 yıl boyunca dünyanın en büyük İmparatorluğu içinde verdiği özgürlük ve dünyayı değiştirme savaşımıyla onların, yani komünist önderlerin atalarından biridir Basralı Alevi Ali b. Muhammed!
Bir Tarihsel Karşılaştırma Ve Sonuç…
Louis Massignon bu başkaldırıyı,
“tıpkı Roma’ya karşı İÖ 140 yılında Eunus’un ve İÖ 73-71’de Spartacus’un köleler isyanı gibi, Bağdad’a yönlendirilmiş klasik tipten düzenli bir ‘toplumsal savaş’ olarak”
tanımlıyor. Ayrıca 1906-1913 yılları arasında, Avrupa emperyalizmine karşı Gandi’nin Hindistan’da yönetmiş olduğu ‘doğuştan hammalların grevlerini’ de örnek vermektedir. (First Encyclopaedeia of Islam 1913-1936: 1213)
Bizce Zenci Köleler isyanı, son ikisi değil ama birincisi ile karşılaştırılabilir. Son araştırmalara göre Roma tarihinde 1. Köleler İsyanı olarak bilinen Eunus köle hareketi, İÖ 135-132 (İÖ 140 değil) yılları arasında üç yıl sürmüştür. Suriye asıllı ve aynı zamanda kahin olan Eunus, bir savaş ganimeti köle olarak Sicilya’da Enna yakınında bir latifundia (büyük çiftlik arazisi) sahibine satılmış. Kısa bir zaman içinde köleler arasında tanınan Eunus, Tanrılardan aldığı kehanet adına köleleri efendilerine karşı isyana çağırıyor. (Zenci önderinin de Tanrıdan vahiyler aldığı, kehanetlerde bulunduğu bilinir.) Bir gecede 400 kişiyi bulan isyancılar üç gün içinde 3000’e ulaşıyor. Önce çiftlikler basılıyor, efendiler köleleştirilip zincirlere vurulup, boyunlarına boyunduruk takılarak işe koşuluyor. (Tam 30 bin kişinin katıldığı uzun süreli bu ayaklanmada, başlangıçta aynı durumu Zenci köleler de efendilerine yapıyorlar. Onları, sopayla dayak atarak cezalandırıyorlar. Kendi koşullarında çalışmaya zorluyorlar. Ucuz fiyata satışa çıkarıyorlar. Örneğin, bir efendinin karısını üç dirheme sattıklarına dair kayıtlar vardır...) Sonra kentleri ele geçirerek özgür vatandaşları köleleştiriyor. Birçoğu da kendilerine katılıyorlar. Bir yıl içinde Sicilya’yı ele geçiren Eunus, Antiochus adıyla krallığını ilan ediyor. Hapisaneler açılıp tutuklular salınıyor. Bir senato meclisi kuruluyor. (Ali b. Muhammed al Burkui’nin adına para bastırdığı, bir bayrağı, bir başkenti ve bu başkente bağlı kent ve kasabalardan oluşan, İmparatorluk içinde yeni bir devlet oluşturmuş. Ancak, merkez yaptığı Muhtara’da kurduğu yönetim hakkında fazla bilgi yoktur. Buna rağmen, öldürülmesinden 6-7 yıl sonra Hamdan Karmat’ın kurduğu Dar al-Hicra’daki yaşam ve sosyalistik yönetime benzerliği su götürmez. 874-875 ve daha sonra Karmati Dai’si Hamdan ile baştan olumsuz, daha sonra olumluya dönüşen ilişkilerden söz ediliyor.) Aynı yıl içinde Roma konsul’u Lucius Hypsaeus 8 bin kişilik ordusunu dağıtıyor. Arkasından peşpeşe consul Fulvius Flaccus, ve Calpurnius Piso. 132’de Rupillius’a yeniliyor köleler yakalanıp yeniden köleleştiriliyorlar. Eunus yakalanıyor, ama öldürülmüyor. (Ali b. Muhammed al Burkui ise tek başına kalıncaya kadar savaşıyor ve savaş meydanında öldürülüyor. Sağ kalan zencilerin bazıları Abbasi ordusuna yazılıyor. Hiçbirinin eski köle-işçi koşullarına geri dönmedikleri ve Karmatilere katıldığı biliniyor.) Eunus, geri kalan ömrünü köle olarak geçirmek koşuluyla hayatta bırakılıyor. (Cambridge Ancient History Vol. IX -The Roman Period 133-44 B.C.-, Cambridge 1932: 153-157)
İslam İmparatorluğu, köle mülkiyetli bir topluma sahip olduğu halde, Roma toplumunda olduğu gibi köleler üretimde gerçek ana unsur değildi. İmparatorlukta toplam zenginliğin ana payı ticaretten gelmekteydi. Bu nedenden dolayı, İslam toplumu karşılaştırılabilen diğer toplumlardan daha dinamik idi. Salt Feodal toplum ve onun toplam zenginliği sadece köylülüğün (serflerin) sömürüsünden gelir. İslamda varlık birikiminin bir payı da özgür yahut yarı-özgür köylülükten ve tahıl satışındandı. Köleler çoğunlukla ya ev işlerinde ya da askeri amaçlarla kullanılıyordu. Özellikle köle askerlerden zamanla ‘Memlükler’ adıyla geniş ayrıcalıklar üzerinde temellendirilen askeri bir (kast) sınıf oluştu. (Asghar Ali Engineer, The Origine and development of İslam, New Delhi 1980: 212)
Doğrudur, sınıfsal olarak, İslam İmparatorluğunda Roma’daki gibi köleler üretimde temel unsur değildi. Ama, yine de ‘köle mülkiyetli’ toplum olduğuna göre köleler bir tür sınıf oluşturmakta üretimde dolaylı önemli unsur oldukları yadsınamaz. Cihad adı altında yapılan yayılmacı ve istila savaşlarıyla servet birikimine ticaretten çok katkıda bulunan canlı (savaş esiri köleler, hayvanlar) ve cansız (mal-para-toprak, eşya) ganimetin belirleyici unsuru askerlikte kullanılan köleler değil midir? Binlerce Arap olmayan mevlası (kölesi) ile cihada çıkan askeri aristokrasi elemanları (kumandanlar) onlara düşene de elkoymuyor muydu ‘Al-Sahib’ olarak? Ayrıcalıklı Memlükler kast’ı, silahlarını sahiplerine çevirip başarılarına karşılık ganimetten paylarını istedikleri andan itibaren oluşmaya başladı. Buna karşılık Zenci köle-emekçiler isyanında görüldüğü gibi, köle bilincini kaybetmeyenler de toplumsal hareketlerde yerlerini alıyorlardı. Asghar Ali Engineer gibi yuvarlak sözlerle konuşmak kolay. İmparatorluğun her yanına yayılmış büyük toprak sahiplerinin tarlalarında bahçelerinde çalışan onbinlerce köleler üretimin ana unsuruyken; su kanalları ve kuyular açan, bataklık kurutan, Şattularab tuzlalarında tarım toprakları oluşturan köleler de üretimin büyük unsurları olmuştur…
Abbasi İslam İmparatorluğu'nda bu büyük emekçi sınıfsal unsuru harekete geçiren heterodoks İslam, yani Alevilik inancı olmuştur. 14 yıl boyunca Sünni İmparatorluğunu sarsan Zenci köleler ayaklanması için, Farhad Daftary’i “bu bir ihtilalci Şiizm ve özellikle İsmailizm hareketiydi” diyor. Gerçekte genel adıyla Heterodoks İslam, yani bir Alevilik hareketi demesi gerekiyordu.
1 Bu ayet ile başkaldırı hareketine hem dinsel yasallık kazandırılıyor hem de katılanlara açıkça cennet müjdeleniyordu. Muhammed'in, Medine'ye göçettiği günlerde, Muhacir (Mekkeli) ile Ensar (Medineliler) arasında yaptığı Akabe Kardeşlik sözleşmesinin arkasından indiği düşünülen ayetin tamamı şöyledir: "Kuran 9, 111: Allah inananlardan mallarını ve canlarını, cennetten kendilerine verilecek bir armağan karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve ölürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? Öyleyse, O'nunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu büyük kazançtır.

FATIMİLER DEVLETİ

FATIMİLER DEVLETİ
Adını Hz. Muhammed’in kızı, Hz. Ali’nin eşi, İmam Hasan ile İmam Hüseyin’in annesi olan Fatma’dan alan Fatımiler Devleti* (909-1171), Fas, Cezayir, Tunus, Mısır ve Suriye’de egemenlik kurdu.
Fatımilerde kesin bir Ehlibeyt bağlılığı vardır. Fatımiler daha çokAleviliğin İsmailliye koluna bağlıdırlar.
Fatımilerin çıkış noktası Abbasi egemenliğinin olduğu yıllara dayanmaktadır. Bu yıllarda Abbasi iktidarı Alevileri eziyordu. Fatımiler, Abbasi egemenliğine karşı muhalefeti örgütlüyordu. Ne gariptir ki; Abbasi egemenliği Alevilerin sayesinde iktidara gelmişti. Kanlı Emevi iktidarını Aleviler yıkmıştı. Abbasiler iktidara geldiklerinde Ehlibeyt taraftarlarına yani Alevilere baskı uygulamayacaklarını, onların inançlarını özgürce yaşamalarını sağlayacaklarını vaat ediyorlardı. İktidara gelince Emevi iktidarındaki baskı ve zulüm aynen devam etti. Aleviler bu zulme karşı örgütlenmeye başladılar. İşte bu örgütlenme Abbasi iktidarının gözünden kaçmadı. Bunun üzerine Alevilerden bir kısmı Kuzey Afrika’ya ve Yemen’e yöneldiler. Bunlar daha sonra Fatımiler adını alarak bütün Kuzey Afrika’da bir Fatımiler Devleti kurdular. 340 yıla yakın bir dönem iktidar olan Fatımiler, egemenlik alanına İtalya’nın Sicilya bölgesini de kattılar.
Fatımiler Devletinde salt inançsal anlamda gelişmeler olmadı. Bununla beraber günümüzde dahi büyük öneme sahip olan El-Ezher Üniversitesi de dahil olmak üzere bir çok olumlu gelişme yaşandı. El-Ezher Üniversitesi günümüzde Sünni inancın en yoğun öğretildiği merkez olarak ta bilinir. Bu da kaderin garip bir cilvesi olsa gerek. Yine Kahire kentini Fatımiler kurmuşlardır.
Kısaca belirtmek gerekirse...
Fatımiler Alevi inancın gelişmesine öncülük etmişlerdir. El-EzherÜniversitesi örneğinde olduğu gibi bilime önem vermişlerdir. Ama ne yazık ki; Fatımiler Devleti’nin yenilgiye uğramasından sonra bu kazanımlar ya yok olmuşlar ya da diğer inançlara hizmet edecek hale getirilmişlerdir. Günümüzde Kuzey Afrika topraklarında Fatımilerin izleri olmakla beraber bu izler çok zayıf görünmekteler.

NUR ALİ HALİFE AYAKLANMASI

NUR ALİ HALİFE
AYAKLANMASI


Nur Ali Halife isyanı Osmanlı yönetiminin iktidar kavgasında olduğu bir döneme rast gelir. 2. Bayezit iktidardan uzaklaştırılmış, Yavuz Selim kardeşlerine karşı iktidar için savaşım vermektedir. Şehzadeler arası savaşımla birlikte bürokraside şehzadeler içerisinde taraf tutarak iktidarda kalmak veya iktidara gelmek için savaşım veriyordu. Yavuz her türlü karşıtlığın üstüne şiddetle gidiyor ve boyunduruk altına alıyordu. Öteden bir köylü -Alevi- Türkmen ayaklanması olan Şahkulu isyanı yeni kanla bastırılmıştı, ama olaya kaynaklık eden nedenler ortadan kaldırılmamıştı. Şahkulu olayından sonra yer yer Alevi -Türkmen- köylü kesim eylemler içerisindeydi. Nur Ali Halife 1512'lerde Tokat, Amasya, Çorum ve Yozgat yörelerindeki yoğun Alevi kitlelerinin başına geçti.
Nur Ali Halife Şah İsmail'in halifesiydi. Nur Ali ayaklanmayı Koyulhisar'da
başlattı. Çevresine 3 - 4 bin süvari toplamıştı. Niksar'ı alarak Tokat'a geçti. Üzerine gönderilen  Faik Paşa güçlerini yenerek Tokat'ı aldı. Şah İsmail adına hutbe okuttu. Yöredeki Avşar, Varsak, Karamanlı, Turgutlu, Bozoklu, Tekeli ve Hamideli'li aşiretler Nur Ali'ye katıldılar. Kısa zamanda 20 binin üzerinde gücü oldu. Tokat'taki Şehzade Ahmet, Sinan Paşa'yı isyanı bastırmakla görevlendirdi. Sinan Paşa 2 bin askeriyle birlikte öldürüldü. Ayaklanmacılar Sivas'ı kuşattılar. Bu arada Şehzade Murat Kızılbaş oldu. Başına törenle kızıltaç takıldı. Tokat kenti ayanı Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şehzade Murat 10 bin Kızılbaşla Kazovada Nur Ali Halife'yle birleşti. Ne varki Şehzade Murat sonradan askerleri üzerinde denetimini yitirdi. Nur Ali Halife ise Sivas, Amasya ve Tokat yöresinde toplanan Alevilerin çoğunun İran'a geçmesini sağladı.
Osmanlı Devleti, Nur Ali Halife'nin üzerine Bıyıklı Mehmet Paşa'yı gönderdi. Nur Ali Halife 20. 07. 1512'de Göksu'da yapılan çarpışmada yenildi.
Nur Ali, savaşta kadızade hoca bey diye biri tarafından şehit edilmiştir. Bıyıklı Mehmet Paşa, Nur Ali'nin başıyla birlikte İstanbul'a 600 Kızılbaş burnu göndermişti.
Her ne kadar Nur Ali şehit edildiyse de isyan eylemi başarıyla gerçekleşmiştir.

BARAK BABA

BARAK BABA
Barak Baba 1257 Tokat doğumlu olarak kayıtlarda gözükmektedir. 1307’de Gilan ‘da kaynar bir kazana atılarak şehit edilmiştir.  0 sıralarda kırk yaşlarında olduğu rivayet edilir.
Yine aynı yazar Barak Baba’nın Kalender Şeyhlerinden olduğunu, devamlı seyahat ettiğini bildiriyor. Buralarda Han Elçisi sıfatını kullanarak halktan büyük ilgi görüyor. Amasya tarihi Barak Baba’nın fiziğini tarif ederek şunları anlatıyor: Uzun boylu, sert yüzlü, kalın vücutlu, büyük gözlü, kumral saçlı, bıyığı ve kirpikleri oldukça uzun, yağız bir kimse olarak tanımlıyor. Giysilerine önem vermeyen tüm Kalenderi Şeyhleri gibi Barak Baba’nın da değişik kıyafetlerle dolaştığı kaydediliyor.

Kalenderilik bilindiği gibi Orta Asya’dan Horasan taraflarından gelmiş  bir tasavvufi harekettir. Bu hareket de diğer Yesevi, Kalenderi tarikatları gibi Anadolu’da Alevi Bektaşi kültürüyle kaynaşıp bütünleşmiştir.

Barak Baba Kalenderi Şeyhi, Hz. Ali ve İmamlara bağlılığı bilinen bir zattır. Kızılbaşlığı konusunda hiç bir zaman yüksünmemiş, bunu yaşamının sonuna kadar savunmuştur. Tekke tekke dolaşarak, yılmadan, usanmadan Alevi felsefesinin yaygınlaştırılmasında ve obalara taşınmasında büyük payı bulunmaktadır. 
Barak Baba kaynaklara göre Sarı Saltuk’un mürididir. Ondan nasip almış ve onun gibi davranmış, onun yolunu takip etmiştir.  
Barak Baba’nın çok genç yaşlarda adından söz ettirmesi, onun ne derece zeki, atılgan ve yaratıcı birisi olduğunu göstermektedir. Söylediği sözler karşısında herkesi hayrete düşüren Barak Baba, Alevi tekkelerinin en aktif koordinasyon görevini yürüten bir derviş ve baba olarak tanınmaktadır. Her ne kadar genç yaşında ölmüş olsa da adı uzun yıllar Anadolu’da oba oba   dolaşmıştır. Her milliyetten ve her dinden kimseler Barak Baba ile ilişkilerini yürütmekten ve tartışmaktan, fikir alışverişi yapmaktan çekinmemiştir.  
Barak Baba’yla ilgili anlatılanlar hem menkıbeyi, hem de tarihi yönünü veren bilgilerdir. Kırk yaşlarında işkenceyle öldürülen bu büyük Alevi pirine ait tarihi kaynaklar açıktır. Doğum tarihi konusunda kesin bir kayıt olmasa da ölüm tarihi kesin olarak 1307’dir. Dolayısıyla kırk yaşlarında öldürülen Barak Baba’nın doğum tarihi de kendiliğinden çıkmaktadır.
Kısacık yaşamına çok şeyler sıkıştırmış olan bu Kalenderi Şeyhi Barak Baba, Yunus’un şiirlerinde de sıkça geçmektedir.

Bu nasip çün çuş kıldı ben nice pinhan olam 
Yunus Emre’nin bu şiirinde görüldüğü gibi bu üç pir hep birlikte anılmaktadır.
Kaynak: Gülag Öz

7 Mart 2016 Pazartesi

SAHİP ATA FAHREDDİN ALİ’NİN HAYATI..türbesi

SAHİP ATA FAHREDDİN ALİ’NİN HAYATI..türbesi




      Sahip Ata Fahreddin Ali, Anadolu Selçuklu Devletinin XIII. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş bir devlet adamıdır. Devlet kademesinde üstlendiği çeşitli görevler sonrası vezirlik makamına yükseltilen Sahip Ata, ülkenin Moğol tahakkümü altında bulunduğu 1258–1285 tarihleri arasında tüm yetkileri tekelinde toplamış ve önemli karaların tamamına tek başına imza atmıştır. Söz konusu dönem, sultanın şahsında merkezi yönetimin zayıfladığı, buna karşın emir ve beylerin Moğol desteğiyle maddi ve siyasi güçlerinin arttığı yıllardır. Sahip Ata, devletin bu karmaşa yıllarının en önemli siyasi figürlerinden biridir. Siyasi kariyeri sırasında “Fahreddin (Dinin öğüncü), Kavvamü’l-mülk (Devletin dayanağı)” gibi sıfatlarla anılacak kadar başarılı olan ünlü vezirin, yaptırdığı hayır eserleri, halk arasında “Ebu’l-Hayrat (Hayırların babası)” olarak anılmasına sebebiyet vermiştir.
    

      Sahip Ata Fahreddin Ali, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluş devresinde çocukluk, en parlak dönemi olan I.Alaeddin Keykubat zamanında ise gençlik yıllarını geçirmiştir. Devletin gerileme ve çöküş dönemine, emir-i dâd ve vezirlik görevleri sırasında tanıklık etmiştir. Onun hayatını yazmaya çalışmak, ancak Anadolu Selçuklu devletinin kargaşa dolu gerileme ve çöküş yıllarını bütünüyle ortaya koyabilmek İle mümkündür. Bu ise, devrin yazılı kaynakların eksikliği nedeniyle, zorluklarla doludur.
      “Sahip Ata” ve “Hoca” lakaplarıyla tanınan Fahreddin Ali’nin nerede ve ne zaman doğduğuna dair bir bilgi mevcut değildir. Tarihi kaynaklardan ve vakfiyesinden Konyalı olduğu anlaşılan Fahreddin Ali’nin kitabelerinden ve vakfiyesinden babasının adının Hüseyin, dedesinin isminin ise El-Hac Ebû Bekir olduğunu tespit edebilmekteyiz. Ancak, tarihî kaynaklarda, bu iki şahsa ait herhangi bir kayda rastlanmamaktadır.
      Fahreddin Ali’nin, Emir-i Dâd (adliye bakanı) olana kadar yaptıklarıyla ilgili tarihi kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Fahreddin Ali’den tarihi kaynaklarda ilk kez, Emir-i Dâd olarak bahsedilmektedir. Fahreddin Ali, 14 Haziran 1249 yılında II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rükneddin Kılıçarslan’ın saltanat mücadeleleri dolayısıyla Aksaray Sultan Hanı yakınlarında yaptıkları savaş sırasında Emir-i Dad görevinde bulunmuştur. Ancak, Fahreddin Ali’nin, Emir-i Dâd’lığa getiriliş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Tarihî kaynaklardan, Fahreddin Ali’den önceki Emir-i Dâd’ın isminin Nusret olduğunu öğrenmekteyiz. Bu kişi, Has Oğuz ve Ruzbe’nin öldürülmesinde Pervane Ebu Bekir ile birlikte sorumlu tutulmuştur. Vezir İsfahanî tarafından, devlet içinde oldukça güçlü olan ve birlikte hareket eden bu ikilinin güçlerini bölebilmek için Nusret’in, 1246’da Güyük Han’ın tahta çıkış törenine gidecek olan IV.Kılıçarslan’ın heyetine katılmasına karar verilmiştir. Konya’da kalan Pervane Ebu Bekir ise Emir Yavtaş tarafından hapsedilmiş, Emir-i Dâd Nusret de Moğolistan’a gidemeden Vezir İsfahanî tarafından Sivas’da tutuklanmıştır. 1246’da gerçekleştirilen bu olaydan sonra, Fahreddin Ali, Güyük Han’a gidecek olan IV.Kılıçarslan’ın heyetine büyük ihtimalle Nusret’in yerine katılmıştır. 
hj
      Fahreddin Ali Emir-i Dâd görevine, Karakorum dönüşünden sonra getirilmiş olmalıdır. Nitekim Aksarayi’deki “o (Fahreddin Ali) daha önce Güyük Han’ın huzuruna ve sefir olarak Mengü Han’ın ordusuna gitmiş, hakanların yarlıgını elde etmiş, ülke işlerinin yönetiminde diğer emirlere ortak olmuştu” bilgisi bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Dolayısıyla, Fahreddin Ali’nin ilk görevi olan Emir-i Dâd (Adliye Bakanlığı)lığa 1246–1249 yılları arasında getirildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Akşehir’de yaptırdığı 1250 tarihli medresesinin kitabesinde de Emir-i Dâd ünvanıyla anılmaktadır.
      Fahreddin Ali’nin Emir-i Dâd olarak tarihi kaynaklarda ikinci kez bahsedildiği olay, Moğol komutanı Baycu’nun, Anadolu’ya gelerek askerleri ve masrafları için anlaşma dışı taleplerde bulunmasıyla ilgilidir. Bu ağır yeni vergi talepleri üzerine divan, Emir-i Dâd Fahreddin Ali’yi Batu Han’a ağır hediyeler ve 100.000 sultanî dirhem ile göndermiş; Batu Han’dan alınan yarlıg ile Baycu’nun söz konusu isteklerinden vazgeçmesi sağlanmıştır.
      Fahreddin Ali’yi Emir-i Dâd görevinden sonra Saltanat Naibi olarak görmekteyiz. Fahreddin Ali, H.657-M.1258’de, II.İzzeddin Keykavus’un Hülagu Han’ın yanında savaşa katılmak üzere Bağdat’a gitmesi sırasında, Emir-i Dâd’lıktan Saltanat Naib’liğine getirilmiştir.
      Fahreddin Ali’nin Saltanat Naibliği’nde uzun süre kalmadığı, bir iki yıl sonra vezir olduğu anlaşılmaktadır. II.Keykavus ile kardeşi IV.Kılıçarslan’ın ülkeyi beraber yönettiği bu dönemde, II.Keykavus, Şemseddin Tuğraî’nin öldürülmesinden sonra kendi vezirliğine Fahreddin Ali’yi getirmiştir. Nitekim Fahreddin Ali’nin Akşehir’de medresesinin karşısına yaptırdığı, bugün sadece kitabesi kalabilmiş olan 1260-61 tarihli hanikâh’ın kitabesinde de bu ünvan ile anılmaktadır.
      Bu tarihten bir yıl sonra (1261), Fahreddin Ali’nin ülkenin genel veziri olduğunu tespit edilmektedir. Fahreddin Ali, bu olayda Pervane Mü’înü’d-dîn Süleyman ve Moğol beyleri ile işbirliği yaparak, veziri olduğu II.Keykavus’un tahttan uzaklaştırılmasını sağlamıştır. Böylece ülkenin genel veziri olan ve Pervane Mü’înü’d-dîn Süleyman ile ülkeyi yöneten Fahreddin Ali, gücünün zirvesine ulaşmış, ayrıca oğulları Taceddin Hüseyin ile Nasreddin Hasan’nın da uç emirliği kazanmasını sağlamıştır. Vezirin iki oğluna hassa olarak Kütahya, Sandıklı, Beyşehir ve Akşehir’in verildiği görülmektedir. Bu çevrenin sonraki yıllarda Sahip Ata ve Oğulları’nın hakimiyeti altında kaldığını, Germiyanoğulları’nın bu ahaliyi fethine kadar Sahip Ata Oğulları adında beylik olarak hüküm sürdükleri bilinmektedir. Nitekim Afyon, bu isimle adlandırılana kadar Sahib-i Karahisar olarak anılmıştır.
      Bu olaydan sonra tarihi kaynaklarda Fahreddin Ali’nin ismine, IV.Kılıçarslan’ın Moğollar tarafından öldürülmesi olayında tanık olmaktayız. Bu konuda kimi kaynaklar, Fahreddin Ali’yi Moğollarla işbirliği yapmasından ötürü birinci derecede suçlu bulurken, kimi kaynaklar ise bu konuda yorumda bulunmamaktadır. 

      Öldürülen sultan ile Fahreddin Ali arasındaki ihtilafın, IV.Kılıçarslan’ın ona ağır para cezası yüklemesi ve ağır hakaretlerde bulunmasından doğduğunu belirtmektedir. 1266 yılında gerçekleşen bu olaydan sonra, çocuk yaştaki III.Gıyaseddin Keyhüsrev’i tahta çıkaran Pervane Mü’înü’d-dîn Süleyman ile Fahreddin Ali, ülkenin gerçek hakimleri haline gelmişlerdir.
      1271-72 yılına kadar ülkenin en kudretli iki isminden biri olarak görevini sürdüren Fahreddin Ali’nin, bu tarihte görevinden azledilmiştir. Buna sebep olan olay ise şöyledir: Tahttan ayrılmasından sonra, önce İstanbul’a oradan da Kırım’a kaçan II.Keykavus, eski vezirine mektup yazarak, maddi açıdan çok sıkıntılı olduğunu kendisine yardım etmesini ister. Fahreddin Ali devletin gerçek yöneticisi Pervane Müiniddiin Süleyman’ı da durumdan haberdar ederek eski sultanına para yardımında bulunur. Ancak Pervane, bu olayı Fahreddin Ali’yi ortadan kaldırmak için adeta bir koz gibi kullanıp Moğollara durumu yanlış aksettirir. Moğol Kağanı da Fahrettin Ali’yi görevden alarak Çorum’daki Osmancık kalesine hapsettirir. Bu sırada iki oğlundan küçük olanı Nusrettin kaçarak kağanın yanına gider ve bir takım hediyelerle babasını hapis hayatından kurtarır. Fahreddin Ali’nin vezirlikten azledilmesinin ardından, Pervane tarafından göreve kendi damadı getirilmiştir.
      Fahreddin Ali 1271–74 yılları arasında Konya’daki evinde kalmış bu sırada emlâk ve vakıflarının düzenlenmesi işleriyle meşgul olmuştur. Bu tarihlerde, Sivas’ta yaptırdığı Medrese’nin inşası da tamamlanmıştır. Fahreddin Ali’nin bugüne bir kopyası ulaşabilen ve 1264, 1265, 1280 yıllarında tanzim edilmiş vakfiyesinin de, bu yıllarda düzenlendiği anlaşılmaktadır. Fahreddin Ali’nin azledildiği yıllarda kendisine karşı olanlar tarafından malları konusunda tartışmalar çıkarıldığını belirtmektedir. Fahreddin Ali de hem bu tartışmalar, hem de vezirlikten uzaklaştırılması sebebiyle malları üzerinde bir tehdit oluştuğunu görmüş; doğabilecek tehditleri gidermek için de, emlâklarının düzenlenmesi işleri ile meşgul olmuştur. 1274 yılına kadar süren evindeki hapislik hayatı, Fahreddin Ali’nin Moğol Kağanı’nın yanına giderek ona çeşitli hediyeler ve yüklü miktarda para vermesi ve vezirlik menşuruyla Anadolu’ya dönmesiyle son bulmuştur. Böylece, Fahreddin Ali yeniden vezir olurken, oğulları da Denizli, Afyon ve çevresinin subaşılığını elde etmişlerdir.
      1276 yılında, Elbistan yakınlarında gerçekleşen savaşta Memlük Sultanı Baybars, Moğol-Selçuk ordusunu yenmiş; Baybars, Kayseri’ye girip adına hutbe okutmuştur. Bu savaşta Moğollar yanında yer alan Selçuklu Sultanı ve Vezir Fahreddin Ali, Pervane Mü’înü’d-dîn Süleyman ile birlikte Tokat’a kaçarak Moğol Kağanı’nın gelmesini beklemiştir. Moğolların bütün Anadolu’yu tekrar yakıp yıkmasına neden olacak bu olayda, Baybars’ın yanında seyahat eden tarihçisi Kadı İbn Abdi’z-zahir, önemli bir bilgi vermektedir ki bu Fahreddin Ali’nin zenginliğini ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Kadı, okuma yazma bilmediğini söylediği Fahreddin Ali’nin, Kayseri’deki medresesinde (Sahibiye Medresesi) yer alan otak ve çadırlara, en büyük hükümdarların dahi sahip olamayacağını; onun kendisine ait ikda’larından başka, günlük gelirlerinin 7000 sultanî dirhem olduğunu ve her zaman arkasında 200 kölesinin beklediğini belirtmektedir. Bu savaşta Moğollarca ihaneti tespit edilen Pervane Mü’înü’d-dîn Süleyman öldürülmüştür. Onun ölümünün ardından Fahreddin Ali, adeta tek adam olarak yıkılan devleti ayakta tutmaya çalışmıştır. 1277 yılında ortaya çıkan Karamanlı-Cimri isyanı sırasında, Moğol Kağanı yanında bulunan Fahreddin Ali, Afyon’dan gelerek Konya’yı savunan iki oğlunu bu savaş sırasında kaybetmiştir. İki oğlu da Konya’daki Sahip Ata Türbesi’nde yatmaktadırlar. Oğullarının ölümü sonrası yapımını istediği anlaşılan türbe ise 1283 yılında yenilenmiştir.

      Moğolların ağır mali tahakkümü altında ezilen Selçuk devletini neredeyse tek başına yöneten Fahreddin Ali, vergilerin artması ve hazinenin bunu karşılayamayacak durumda olmasından ötürü, söz konusu vergilerin bir kısmını kendi hazinesinden ödemek zorunda kalmıştır.
      Geyhatu’nun 1285 yılında Erzincan’ı yaylak ve kışlak olarak kullanmak istemesi ve bunun için gerekli para ve erzak teminini sadece Fahreddin Ali’nin üstlenmiştir, diğer divan üyelerinden hiçbiri ona bu para temininde yardım etmemiştir. Bunun nedeni Moğollar tarafından divan üyelerine sorulduğunda “Divan ferman ve menşûrlarda sade onun imzası var, bu yüzden ordu masraflarını da yalnızca kendisine ait olması” gerektiği cevabı verilmiştir. Bu, diğer divan üyeleri ile Fahreddin Ali arasındaki açık anlaşmazlığın bir göstergesidir.
      Yaklaşık 35 yıl, tüm divan kararlarını neredeyse tek başına alan ve imzalayan Fahreddin Ali’nin siyasi ve ekonomik gücü, diğer yöneticiler arasında bir düşmanlık ve kıskançlık oluşturmuştur. Tarihi kaynaklarda belirtildiğine göre Fahreddin Ali bu yıllarda çok fazla para ve mal kaybetmiştir. Örneğin, sadece bir seferde Karahisar’dan 400.000 dirhem kadar bir parayı Moğollara vermek zorunda kalmıştır.
      1288 yılında Moğolların malî baskıları sebebiyle, Fahreddin Ali ile Moğolların Anadolu’daki işlerini yürüten Mücirüddin Emir-Şah’ın araları açılmıştır. Moğollar, bunun üzerine Fahreddin Ali’yi azledip, yerine Fahreddin Kazvini’yi vezir yapmışlardır. 
      Anadolu Selçuklu Devletinin yaklaşık 35 yıllık dönemine vezir olarak siyasi hayatına, bani olarak da kültür ve sanat ortamına damgasını vuran Sahip Ata Fahreddin Ali’nin hayatının önemli bir kısmı bilinmezliklerle doludur.
      Fahreddin Ali’nin öncelikle nereli olduğu konusunda bazı tartışmalar vardır. Kimi kaynaklar Anadolu’ya Fahreddin Ali’nin eskiden göçmüş bir İranlı aileden gelmiş olabileceğini belirtmektedir. Bu düşünceyi destekleyen bilgilerden biri de Fahreddin Ali’nin vezir olduktan sonra, divana ait yazıların tamamını Arapça’dan Farsça’ya çevirtmesidir. Fahreddin Ali’nin okuma-yazma bilmemesine rağmen böyle bir uygulamada bulunması, onun aslen İranlı olduğu yolundaki söylemleri güçlendirmektedir.
   İ.H.UZUNÇARŞILI, Selçuklularda vezaret makamına geçecek kişinin kalem erbabı veya katiplikten yetişmesi gerektiğini; bunların dışında, erbab-ı seyf denilen kılıç erbabı ümera arasından da vezir tayin edilebildiğini belirtmektedir. İ.H.UZUNÇARŞILI, Fahreddin Ali’yi, Müîniddin Süleyman ve Sadeddin Köpek ile birlikte kılıç erbab-ı ümerâ arasında zikreder. Nitekim, Fahreddin Ali’nin ilk görevi olan Emir-i Dâd (Adliye Bakanlığı) daha çok askeri kişiliklere verilen bir makamdır. Bu anlamda, Fahreddin Ali’nin asker kökenli olduğu söylenebilir.

  İ.H.UZUNÇARŞILI, Fahreddin Ali’yi Anadolu Selçuklu vezirlerinin en zengini olarak belirtir. Gerçekten de Fahreddin Ali’den bahseden tarihi kaynaklar, onun zenginliği konusunda hemfikirdirler. Bilindiği gibi onun yaptırdığı ilk eser 1246 tarihli İshaklı Han’dır. Selçuklu dönemi hanlarının banilerine bakıldığında sultan veya vezir, atabey, pervane gibi üst düzey saray görevlilerinden oluştuğunu görmekteyiz. Fahreddin Ali, bu Hanı yaptırdığında Emir-i Dâd’dır. Böylesi bir prestij yapısını yaptıracak kadar büyük maddi birikime, henüz devlet kademesinin ilk basamağında ulaşmış olması Fahreddin Ali’nin, devlet yönetiminden önce de hatırı sayılır bir zenginliğe sahip olduğunu göstermektedir. Devlet kademesinde yükseldikçe zenginliğinin de arttığı açıktır.
      Son yaptırdığı eser olan Sivas Gök Medrese, maddi imkanı ile eş değer bir görkemi sergiler niteliktedir. İsmi Afyon olarak değiştirilene kadar Sahib-i Karahisar şeklinde bilinen bölge, Fahreddin Ali ve oğullarının yıllarca neredeyse devletten bağımsız yönetiminde kalmış, bölgenin tüm vergileri vezirin hazinesine aktarılmıştır. Bu da, vezirin zenginliğini besleyen en önemli kaynaklardan birini oluşturmuştur.
      Tarihi kaynaklar, Fahreddin Ali’nin hayır müesseselerinin çokluğu konusunda da aynı düşünceyi paylaşmaktadırlar. Büyük bir kısmı günümüze ulaşamayan, cami, medrese, hânikah, türbe, han, hamam, çeşme, kaplıca, buz-hane gibi çeşitli yapılar ve onların vakıfları, Fahreddin Ali’nin Ortaçağ sanat ve kültür ortamına bani olarak özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurduğunu göstermektedir. 1271-1274 yıllarında vezirlik görevinden azledildiği günleri hayır eserlerinin tamiri, vakıf ve emlâkının vakfiye işleri ile geçiren Fahreddin Ali’nin, bu konuya çok önem verdiği görülmektedir. Vezirlikten azledilip hapsedildiği günlerde oğlu Nasreddin Hasan, Abaka Han’dan babasının hapisten çıkarılması, malları ve emlâkına zarar gelmeyeceğine dair güvence almıştır. Aksarayi; azledildiği günlerde Fahreddin Ali’nin hayır malları ve gayri menkulleri konusunda rakipleri tarafından, bazı tartışmalar çıkartıldığını belirtmektedir. Tarihi kaynaklardan nakledilen bu iki bilgi, evinde geçirdiği bu dönemde, Fahreddin Ali’nin malları konusunda oldukça endişelendiğini göstermektedir. Fahreddin Ali’nin mallarının ve gayri menkullerinin teminatı için iki yolu seçtiği görülmektedir. Birincisi, oğlu tarafından Abaka Han’dan alınan mallarına herhangi bir saldırı olmayacağına dair güvence; ikincisi söz konusu mallarını ve gayri menkullerini vakıf kurumu içine alarak kanuni bir teminat altına almaktır.
      İslam hukukuna göre, vakıf kurumu içine dahil olan mallar ve gayrimenkuller, vergiden ve müsadereden muafiyet kazanmaktadır. Fahreddin Ali’de, azledildiği yıllarda mallarını vakıf kurumu içine almaya çalışmıştır. 1280 yılında tamamlanan tek vakfiyesinin de bu yıllarda düzenlendiği anlaşılmaktadır. Bu yolla Fahreddin Ali, vakıf kurumu içine aldığı mallarını hukuki bir teminat altına almış oluyordu.
    Bir kişiyi vakıf kurmaya iten başlıca nedenlerden biri, Allah rızası için amel işleme ve bu salih amelleri kendisinden sonra gelenlere miras bırakma arzusudur. Vakıf kurumu, Ortaçağ’da, bugünkü kamu sektörünün yerine getirdiği pek çok hizmeti üstlenmiştir. Bu anlamda vakıf, devlet yöneticilerinin ekonomik politikaları açısından da çok önemlidir.
     Baninin vergiden ve müsadereden muafiyetin dışında; erkek çocuğun aşırı israfta bulunmasının önüne geçebilmek, ilim adamlarına vakıf gelirlerine bağlanmış kürsüler tahsis ederek onların bağlılığını kazanabilmek, bu yolla da halk arasındaki desteğinin zeminini mümkün olduğunca genişletebilmek gibi sebepleri de bulunmaktadır. Bu anlamda, Fahreddin Ali’nin de dinsel inançlarının yanı sıra, gerek devrin ekonomik politikaları, gerekse sahip olduğu malları korumak ve vergiden muafiyet gibi bir takım kişisel sebeplerden ötürü ona “Ebu’l Hayrat” ünvanı kazandıran birçok hayır tesisi yaptırdığı anlaşılmaktadır.
      SAHİP ATA FAHREDDİN ALİ’NİN BAŞLICA ESERLERİ
  • Afyon, İshaklı Han (Sahip Ata Hanı) M.1249 yılı,

  • Akşehir, Taş Medrese´nin tamiri M.1250 yılı,

  • Konya, Sahip Ata Hanı M.1260-61 yılları,

  • Konya, Sahip Ata (Larende) Camisi M.1258 yılı,

  • Konya, İnce Minareli Medrese (Dar-ül Hadis) M.1258-1279 yılları,

  • Ilgın (Sahip Ata) Kaplıcası M.1267-1268 yılları,

  • Ilgın (Sahip Ata) Hanı M.1267 yılı,

  • Kayseri, Sahibiye Medresesi M.1267-1268 yılları,

  • Sivas, Gök Medrese 1271 yılı.

  • Konya Sahip Ata Hankah’ı M.1279 (Vakıflar Genel Müdürlüğünce 2006 yılında Vakıf Eserleri Müzesi olarak hizmete açılmıştır.)      

  • Konya, Sahip Ata Türbesi M.1277-1278 ( Sahip Ata Fahreddin Ali’nin kendisi, iki oğlu Taceddin Hüseyin ve Nasreddin Hasan, Kızı Melike Hatun, Torunu Şemseddin Mehmet ve aile fertlerinden bir kişinin daha olduğu toplamda 6 sandukanın yer aldığı türbe) 

  • Konya Sahip Ata Hankah’ı karşısında bulunan Sultan Hamamı, XIII.ikinci yarısı      

  • Konya, Sahip Ata Mescidi (Tahir ile Zühre Mescidi) XIII.üçüncü çeyreği

  • Konya, Sahip Ata Buzhaneleri, “Havzan Buzhanesi, Yahdan ve Tekli Buzhane” isimleri ile bilinir.

"Düldül-Ata" Türbesi - Kazakistan

"Düldül-Ata" Türbesi - Kazakistan


Kırgızistanda bir Eren, "Düldül-Ata" Türbesi



Düldül Atanın "Düldülü" kayalara kazınmış..Burası ziyaret yeri haline gelmiş. Hz. Ali'nin Atının isminin Düldül olduğunu biliyorum. Düldül Kır renkli bir attır..İslamiyetten önce de "Kır Atlar" Türk mitlerinde ve söylencelerinde göksel ve efsanevi varlıklar olarak bilinir.