KARIŞIK

23 Şubat 2016 Salı

DÖRT KAPI-KIRK MAKAM ..

DÖRT KAPI-KIRK MAKAM 




ŞERİAT KAPISI



ilâhi bir mesaj sayılan İslam’dan önce,  Arap toplumunda kabile yaşamı hakimdi. Kervan basmalar, yağmalar, köle ticareti, kız çocuklarının diri-diri kuma gömülmesi gibi gelenekler, sıradan bir olay gibi görülür ve Bedevi-Arap toplumunun gündelik yaşam biçiminden sayılırdı.

Çok tanrıcılık ve putlara tapma geleneği, sadece Mekke’de değil, Mekke’nin dışındaki tüm Araplarda yaygın bir gelenekti. Hz. Peygamber Efendimiz, böylesi bir ortamda Haşimi soyunun bir ferdi olarak Mekke’de peygamberliğini ilân etmişti.
Hz. Muhammed,  mensubu bulunduğu toplumu, kökten değiştirmek için sadece ruh dünyalarına değil onların toplumsal yaşamlarına da seslendi. Arap çöllerindeki Bedevi medeniyetine pek çok reformlar getirdi, büyük reformlerı hayata geçirdi.
Hz. Peygamber Efendimiz, bu sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanında asil görevi sayılan Tanrı elçiliği görevini de en mükemmel bir şekilde yürüttü. Yirmi üç yıllık, Tanrı elçiliği döneminde, Cebrail adı verilen melek vasıtası ile “Vahiy” olarak aldığı Tanrı buyruklarını, tüm insanlık âlemine tebliğ etti. 23 yıllık peygamberliği boyunca, ayet ayet inmiş olan Kuran’ın hem tebliğcisi, hem de yorumlayıcısı olmuştur. Bu da Hazret-i Muhammed’i, hem vahiy’in muatabı, hem de onun ilk ve en mükemmel açıklayacısı durumuna getirmiştir. Bu döneme “Asr-ı Saadet” denir.  Hz. Muhammed’in 23 yıl boyunca getirmiş olduğu dini uygulamalar, şu üç önemli husus altında özetlenmiştir:
1- Sözlü Açıklama: Hazret-i Peygamberimiz, bir konuyu, bir problemi, bir  kelimeyi veya deyimi kendi sözüyle  açıklamasıdır ki bu açıklamalara, “Hadis” diyoruz.
2- Fiilî Açıklama: Hazret-i Peygamberimiz’in her hangi bir problem veya olay hakkında göstermiş olduğu davranış biçimi, onun bu konuya verdiği cevap olarak kabul edilmiştir.
3- Takrirî Açıklama: Hazret-i Peygamberimizin, tanık olduğu her hangi bir olay hakkında yasaklama getirmemesi, o konunun veya fiilin Kuran hükümlerine ters düşmediği anlamında yorumlanırdı.
Hazret-i Peygamber’imizin bu üç hareketi, daha sonra “sözlü sünnet”, “fiilî sünnet” ve “takrîrî sünnet” olarak kabul edilmiştir.
İşte Hz. Peygamber’imizin 23 yıl boyunca getirmiş olduğu bu “Diniî Kurallar” ve uygulamalar, Peygamber Efendimizin “Şeriatı” dır.
Ancak  huzur,  güven, barış ve mutluluk olarak tanımlanan İslam sentezi, Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra Muaviye ve oğlu Yezid’in temsil ettiği Emeviler zamanında bir çeşit dini geleneksel hukuk (fıkıh) diyebieceğimiz bugünkü Sünni İslam devletinde temel bir yasa gibi işlev görmektedir. Örneğin; Oruç, namaz, zekat, hac, kelimeyi şahadet gibi dini vecibeleri, dinin temel direği olarak görürler.

 Alevi öğretisindeki Şeriat ise şöyledir:

Alevi-Bektaşi şeriatına baktığımız zaman şu gerçekleri görmek mümkündür: Modern toplumlarda adaleti medeni hukuk sistemi ve mahkemeler sağlar. Alevi-Bektaşi inancına mensup kimseler arasında  ise inanç önderi adını verdiğimiz dedeler ve babalar vasıtasıyla toplumsal adalet sağlanır.

Sadece bir ibadet yeri olmayıp, aynı zamanda paylaşım, bölüşüm ve beraberliğin en güzel örneklerinin meydana geldiği cem evlerimiz, aynı zamanda, adalet sisteminin en gelişmiş örneklerinin uygulandığı birer dini mekandır.

Diğer sistemlerde suçluyu islah etmek için ceza sistemi uygulanır. Alevi hukukunda ise, kişiyi irşad ederek, işlediği suçu bir daha işlememesi sağlanır. Yani suça sebebiyet veren şartları ortadan kaldırarak, birey topluma kazandırılır.  Buradaki amaç, bireyi irşat ederek, aydınlatmak ve toplumsal yanını güçlendirerek, sıhatli bir benliğe kavuşturmaktır.

Bunu da Anadolu erenlerinin büyük velisi olan Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin temel öğretisi sayılan Dört Kapı Kırk Makam’ felsefesi içersinde çok açık olarak görmekteyiz.
Biz bu felsefeye, “Bâtini Şeriat”  veya Alevi-Bektaşi Şeriatı diyoruz.  Harabi Hazretleri bir şiirinde şöyle sesleniyor:

Şer-i şerif inkâr olunmaz ama, Şeriat var Şeriattan içeri,
Tarikatsız Allah bulunmaz ama, Tarikat var Tarikattan içeri.

Gördüğün Şeriat Şeriat değil, gittiğin Tarikat Tarikat değil,
Marifet sandığın Marifet değil, Marifet var Marifetten içeri.

Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat, Hakk’ın Cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil Hakikat, Hakikat var Hakikatten içeri.

Harabi Hazretleri, bu değişinde, Alevi-Bektaşi inancına mensup kimselerin temel felsefesi sayılan “Dört Kapı” dan söz emektedir. Alevi gelenek ve göreneklerini, yani Alevi şeriatını incelediğimizde temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, Musahiplik, tevella- teberra, semah,  matem yası, lokma dağıtmak gibi ritüeller, bunun açık örnekleridir.

Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar, kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesinde nispeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir. Şeriat kapısındaki bir insan, kendisine düşünce olarak ne verilmişse onu alır. Varlığı şekilden ibaret sanır. Yüzeysel algılar, şekiller ve renklerin gerisindeki özü göremez. Algı dünyası,  beş duyu organının sınırlarını aşmaz. Ne duygu ve ruh yönünden ne de bilgi yönünden bir olgunluğa ermemiştir. Sufiler buna, henüz olgunlaşmamış anlamına gelen  “ham ervah” derler.
Henüz Şeriat kapısında bulunan  kişi, aradığı soruların cevabını bulmak ve aydınlığa giden yolu aralamak için kendisine bir pir, yani mürşit bulur. Bu mürşit sayesinde şeriatı yavaş yavaş aşarken, kendisinin tarikat makamına doğru ilerlemiş olduğunu fark eder. Böylece  Hakk’a erişmenin yolunun ancak ruhi ve köklü bir tekamülden geçtiği gerçeğini idrak etmeye başlar.

Bunun sonucunda ise kendisi için artık yeni bir doğumun başlamak üzere olduğunu anlar. Daha önceki doğumu “ kan bağı vasıtasıyla bir anadan doğmak” olduğunu anlar. Bununla yetinemeyeceğini anlayarak, babadan veya mürşitten doğma anlamına gelen ikinci doğumun, yani  manevi-ruhi bir doğum olacağının bilincine varır. Ve sonu gelmez ruhi yolculuklarda ve içsel yaşantıda kendisine yol gösterecek olan bir usta aramaya başlar.
Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri, Alevi-Bektaşi inancı sayılan  ve Hz. Muhammed ile Hz.Ali’nin başlatmış olduğu bu bâtini yolu, “Dört kapı-Kırk makam” ifadesi ile formüle etmiştir.
Bunlar sırasıyla şöyledir: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarıdır. Her kapının on makamı vardır.
Dört kapının Kur’an’daki yeri ise şöyledir: Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, gönüller derdine bir şifa, inananlara bir kılavuz ve bir rahmet geldi.[1]
Bu ayetin yorumu ise şöyledir: Rabbinizden bir öğüt, “Şeriat kapısı” dır; gönüller derdine bir şifa, “Tarikat kapısı”dır; inananlara bir kılavuz, “Marifet kapısı”dır; bir rahmet ise, “Hakikat kapısı”dır.

Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarının tasavvuftaki yeri ise şöyledir:
a) Tasavvuf Dilinde Şeriat: Bir inancın uygulama biçimidir, yani bir inancın yol ve erkânından haberdar olmaktır.
b) Tasavvuf Dilinde Tarikat: Yoldur ve inancın temel gereklerini yerine getirmiş kişinin olgunlaşmaya başlama aşamasıdır. Bu aşamaya gelen kişi, artık yol oğludur.
c) Tasavvuf Dilinde Marifet: Allah’ın birliğine ve bu birliğin insan tarafından algılanış biçimlerine vakıf olmaktır, yani özünü ârif edip, kemâl mertebesine ulaşmaktır.
ç) Tasavvuf Dilinde Hakikat: Bir şeyin hakikatine vakıf olmaktır. Yani, Allah’ın ulihiyyetini anlamak ve tüm gerçekleri kavramak halidir. Bu aşamaya gelmiş kişiye, olgun insan veya İnsan-ı Kâmil de denir.
Bu makam, manâ âlemidir, yani bu makamda yer ana, gök atadır. Biraz daha açacak olursak yer; “şuhud âlemine; gök, mana âlemine işarettir. İnsan ise her iki âleme bağlı olarak, bu iki âlem arasında gidip gelmektedir.

Şeriat: Hz. Peygamber Efendimizin koymuş olduğu dünyanın tertip ve düzeni ile ilgili kurallardır. Hz. Peygamber’imiz, dünyanın tertip ve düzeni dolayısıyla herkes ile ilgili olan şeriatını tüm ümmetine, açık olarak bildirmiş, fakat yüksek kişilere mahsus olan hakikat ilmini, yani Kur’an’ın iç yüzünü, din ve vahdet sırlarını, “gerçeği halka akılları erdiği kadar açıklayınız” anlayışı içerisinde, sadece ashabının en ulularına ve Ehl-i Beyt’ine gizli ve açık olarak bildirmiştir.
İşte, dört kapının birincisi olan şeriat kapısı da Hz. Peygamber’in, gerçeği halka, akılları erdiği kadar açıklayın dediği, ilk kapıdır. Ancak bu şeriat kapısı, Alevi-Bektaşi İslam inancının şeriatıdır.
Dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamı ise, doğru itikat ve amel ile hizmet edip, Cenabı Allah’ın cemalini görmeye çalışmanın sırlarıdır. Bunun için de halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı içerisinde insanlara hizmet ve izzet ederek Alevi şeriatı ölçüleri içerisinde tamam olmaktır.

Şeriat  Kapısının Makamları Şunlardır:
1- İman Etmek: Şu Kur’an ayetinde: “Resul, Rabbinden indirilene inanmıştır; müminler de hepsi: Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, resullerine ve velilerine inanmışlardır.” [2]deniyor.
Öyle ise her mümin: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed’en Abduhu ve Resûluhu Aliyy’in Veliyullah” diyerek kelime-i şahâdet edecektir. Böylece Allah’ın tek olduğuna ve Hz. Muhammed’in O’nun Abdi ve Resulü olduğuna, ayrıca Hz. Ali’nin Veliyyullah olduğuna şahâdet etmiş olacaktır. Meleklerine, kitaplarına, resullerine ve velilerine inandığına şahâdet ederek, iman etmiş olacaktır.
2- İlim Yapmak: Bir kimse ilim sahibi olmalı ve böylece önce kendi ailesine ve etrafındaki kimselere fayda sağlamalıdır. Çocuklarını okutup, onları da milletine ve devletine faydalı insan olarak yetiştirmelidir. Pirmiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri: “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” demiştir. Kur’an’ın pek çok yerinde, “o aklını kullananlar var ya” denilmektedir. Ancak, akıllı ve ilim sahibi kimseler, aklını kullanabilir. Bir hadiste: “Âlimin bir saatlik ibadeti, cahilin yetmiş yıllık ibadetinden üstündür” deniyor.
Gerçek Hakk yolcusu, İlm’el-Yakin, Ayn’el-Yakin ve Hakk’el Yakin ilimlerinden haberdar olmalıdır.
3- İbadet Etmek: Cenab-ı Allah, Kur’an’ın pek çok yerinde “Salât edin” buyurmuştur. Salât’ın gerçek anlamı, yani Türkçe karşılığı; “Dua ve İbadet” tir. İbadet, Alah’a olan kulluk görevlerimizden sayılır. Bizlere vermiş olduğu nimetlerden dolayı kendisine “hamd” ederiz, şükür ederiz. Bu ibadeti cem evlerimizde yaptığımız gibi, kendi evlerimizde ve gök kubbenin altında her mekanda yapabiliriz.
Cenab-ı Allah, bir kudsi hadisine: “Kulum bana ibadetlerle yaklaşır, O bana yaklaştığı zaman; ben o kulumun tutan eli, gören gözü, duyan kulağı ve söyleyen dili olurum” buyuruyor. Kur’an’da, De ki: “İş yapıp değer üretin; yapıp ürettiklerinizi, Allah da resul de müminler de görecektir” [3]deniyor. Görüldüğü gibi, iş yapıp değer üretmek te ibadet sayılır.
4- Helal Kazanç Sağlamak: Harama el uzatmadan, alnının teriyle çalışıp, ailesinin geçimini sağlamaktır.
5- Nikah Kıyıp Dünya Evine Girmek: Evlenip kendi helaliyle çoluk çocuk sahibi olmak ve hiçbir vesile zinaya tevessül etmemektir.  
6- Helal Kazanç ile Sofra Sermek: Bu da el emeği ve alın teri ile ailesinin iaşesini sağlayarak, ailesine haram lokma yedirmemektir.
7- Tüm Kötü Fiillerden Arınmak: Cenab-ı Allah’ınhaliyle hallenmek, ilmiyle ilimlenerek, “eline, diline ve beline” sahip olmakla mümkün olur. Bu da ancak, kâmil bir mürşide bağlanmak suretiyle mümkündür.
8- Şefkatli Olmak: Her an güler yüzlü ve merhametli olmak, insanları sevmek ve ihtiyaç sahiplerine elinden geldiğince yardımda bulunmaktır.
9- Temiz giyip, temiz yemek: Toplum içerisinde her zaman temiz görünümlü olmalıyız, kimseyi kendimizden nefret ettirmemeliyiz. Yiyeceklerimize gelince, Cenab-ı Allah’ın vermiş olduğu o nimetlerin helalından ve temizinden yiyip, bedenimizi ve sıhhatimizi korumalıyız. Bedeni temizliğimizin yanında manevi temizliğimie de dikkat etmeliyiz. Bu da ancak, ruh temizliği ile mümkündür.
 10- Yaramaz İşlerden Sakınıp, Doğruya Yönelmek: Eline, diline ve beline sahip olup, tüm kötü fiillerden uzak durmalıyız. Kendimize yapılmasını istemediğimiz herhangi bir şeyi, başkasına reva görmemeliyiz.
Bir kimse ikrar verip Hakk, Muhammed, Ali yoluna girebilmesi için, yukarıda açıklamaya çalıştığım dört kapının birincisi olan Alevi İslam’ın şeriat kapısının makamlarını, tekmil yerine getirmelidir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek şeriat kapısını tamamlamış sayılır ve böylece Hakk-Muhammed-Ali yoluna, yani Tarikat kapısına girmeye hak kazanmıştır.


[1] Yusuf Suresi, 57
[2] Bakara Suresi, 285
[3] Tevbe Suresi, 105




TARİKAT KAPISI
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz hafta dört kapının ilki olan “Şeriat” kapısı ve on makamını mümkün olduğunca anlatmaya çalıştık. Bu hafta da Tarikat kapısı ve on makamını göreceğiz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle sembollerle ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.

Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmak.

Tasavvuf  dilinde Dört Kapı:

1) Tasavvuf dilinde Şeriat: Bir inancın uygulama biçimidir, yani bir inancın yol ve erkânından haberdar olmaktır.
2) Tasavvuf dilinde Tarikat: Yoldur ve inancın temel gereklerini yerine getirmiş kişinin olgunlaşmaya başlama aşamasıdır. Bu aşamaya gelen kişi, artık yol oğludur.
3) Tasavvuf dilinde Marifet: Allah’ın birliğine ve bu birliğin insan tarafından algılanış biçimlerine vakıf olmaktır, yani kemâl mertebesine ulaşmaktır.
4) Tasavvuf dilinde Sırrı Hakikat: Bir şeyin hakikatine vakıf olmaktır. Yani, Allah’ın ulihiyyetini anlamak ve tüm gerçekleri kavramak halidir. Bu aşamaya gelmiş kişiye, olgun insan veya İnsan-ı Kâmil de denir.

Harabi Hazretlerine göre Dört kapı-Kırk makam:

 Şer-i şerif  inkâr olunmaz ama, Şeriat var Şeriattan içeri,
Tarikatsız Allah bulunmaz ama, Tarikat var tarikattan içeri.

Gördüğün Şeriat şeriat değil, gittiğin Tarikat tarikat değil,
Marifet sandığın marifet değil, Marifet var marifetten içeri.

Vech-i Harabiyye gel eyle dikkat, Hakk’ın Cemalini eylesin rüyet,
Sadece Hakk vardır demek değil hakikat, Hakikat var hakikatten içeri.

Harabi Hazretleri, bu dörtlüklerinde, Alevi-Bektaşi inancının temel felsefesi ve anayasası niteliğinde sayılan Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikat’ın “Bâtıni” bir yol olduğunu vurgulamaktadır.
Alevi gelenek ve göreneklerini, yani dört kapının ikincisi olan “Tarikat” kapısını incelediğimizde, temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz. Cem ayini, musahiplik, tevella- teberra, semah,  matem yası, lokma dağıtmak gibi ritüeller, bunun açık örnekleridir.

Alevilik bir tasavvuf yolu olduğu için her kavramın ve bu kavramla dile getirilen her fiilin birden çok anlamı vardır. Bu katlı anlamlar, kişinin ruhi açıdan olgunluk mertebesinde nispeten açığa çıkar, zihin dünyasında belirir. Henüz Şeriat kapısında bulunan bir insan, kendisine düşünce olarak ne verilmişse sadece onu alır, tarikat hakkında herhangi bir bilgisi yoktur.  
Cem evlerinde bulunan, çerağ, post, seccade, süpürge ve bunlara benzer kutsal varlıkları, birer maddi varlık olarak görür ve bunların manevi birer varlık olduklarını algılayamaz. Varlıkların, renklerin gerisindeki özü göremez. Bu gibi kimselerin algı dünyası, beş duyu organının sınırlarını aşamaz.

Henüz bir mürşide bağlanıp, Hakk, Muhammed, Ali yoluna girip “nasip”  (ikrar) almamış olan kimselere, “pişmemiş, çiğ” derler. Bundan dolayıdır ki, Alevi-Bektaşi inancına mensup olan her can, bir dedeye ve babaya intisap ederek, eşiyle birlikte “ikrar” verir. Buna nasip alma denir veya iki erkek ve iki kadın, yani iki çift talip, bir dedeye veya babaya intisap ederek, “musahip kavline” girerler, buna da ikrar veya nasip alma denir. İkrar veren veya musahip olan bu kimseler, ayrıca her yıl, bağlı bulundukları mürşidin  ve halkın önünde görgüden geçerler.

Bir kimse ikrar verip veya musahip kavline girerek Hakk, Muhammed, Ali yoluna girebilmesi için,  geçtiğimiz hafta açıkladığımız dört kapının birincisi olan Alevi İslam’ın şeriat kapısının makamlarını, tekmil yerine getirmesi gerekir.
Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek şeriat kapısını tamamlamış sayılır ve böylece Hakk-Muhammed-Ali yoluna girmeye hak kazanmıştır.
Alevi İslam inancına göre, bu yola girmek isteyen kimse, önce bir rehbere teslim edilir. Rehber, bu yola yeni girip ikrar verecek olan bir talibe, uzun zaman yol ve erkân usullerini, dört kapının ilki olan şeriat kapısının on makamını öğretir ve bu öğrendiklerini, hayata geçirmesini sağlar. Bu on makamın vecibelerini yerine getiren bir talip, Hakk yoluna girmeye hak kazanmış demektir.
Rehber, yapılan bir merasimle bu talibi veya talipleri  “Dört kapı selamı” vererek, mürşidin huzuruna getirir.

Mürşit, huzura gelen ve ikrar vererek tarikata girecek olan bu kimselere, şeriatın on makamını ve bu makamları hayata geçirip geçirmediğini sorar.
Taliplerin, “eyvallah” demeleri üzerine, hazır bulunan cemaattan sorar. Cemaat da “evet biz kendilerine kefiliz” derler.
 Cemaatın rızası da alındıktan sonra gerekli “erkân” uygulanarak, bu canlarımız tarikata alınırlar.
Her talip bulunduğu makamdan, bir üst makama geçmek istediğinde, aynı yol izlenir. (Uygulama ve geniş tafsilat, ikrar verme erkânında anlatılmıştır.)

Tarikat kapısı, bu yolun gerektirdiği işlerde uzun yıllar hizmet ile gönül dileğini ve kalp isteğini bulup yol ehline muradını vermektir. Bu hizmet sonunda marifet makamına erişerek keramet göstermek ve bu suretle de bulunduğu makam ölçüleri içerisinde kâmil olmaktır.

Tarikat kapısının on makamı şunlardır:
 1- Tövbe Etmak: Cenab-ı Allah, Kur’an’da:“Ey iman edenler! Etkili bir tövbe ile Allah’a yönelin. Umulur ki Rabbiniz, çirkinlerinizi ve günahlarınızı örter, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirir” buyrulmuştur.[1]
Tanrı’nın aslanı Hz. Ali Efendimiz. Tüm dostlarına tövbe etmeyi önerirdi. O mübarek insan, bir sözünde: “Tövbe etmek elindeyken, ümidini kesene şaşarım” diyerek, tövbe etmenin ve insanların kötülüklerden uzak durmalarının önemine dikkat çekmektedir
Hz. Ali efendimiz, sadece tövbe ederek insanların ruhlarını temizlemelerini değil, aynı zamanda hiç günaha girmemelerini sürekli telkin ederdi. O, her zaman: “Günah işlememek, tövbe etmekten daha iyidir” diyerek, tövbe etmenin ne kadar hayırlı olduğunu dile getirirdi. 
İşte bundan dolayıdır ki, dört kapının ikincisi sayılan tarikata intisap eden bir kimse de alçak gönüllü ve bağışlayıcı olmalı, her an kendi özünü “Dâr’a” çekip, sık-sık tövbe etmelidir.

2­- Bir mürşide talip olup, ikrar vermek: Dört kapının ikincisi sayılan tarikat kapısına girmek isteyen bir kimse, önce bir mürşide talip olup ikrar verir. Burada tarikat kapısının on makamını tekmil, öğrenir ve fiiliyata geçirir. Ayrıca bir münasibini bulup musahip kavline girer. Böylece ikrarlı ve musahipli olarak yol ve erkân sürer, her yıl mürşit önünde görgüden geçerek, kemâl mertebesine ulaşır.

3- Temiz giyinmek ve manevi temizlik: Tanrı’nın Aslanı Hz. Ali efendimiz, temiz giyinen ve temizliğe çok önem gösteren bir kimse idi. Hakk, Muhammed, Ali yoluna giren bir kimsenin de Hz. Ali gibi temizliğe çok önem vermesi gerekmektedir.
Ancak, suret temizliğinin yanında “siyret” temizliğine de önem vermelidir. Önemli olan manevi temizliktir, ruh ve gönül temizliğidir.  Bir kimse ibadet için bedeni temizliğini yerine getirdikten sonra, bir cem evine giderek, manevi temizliğini, yani ruhsal temizliğini de yerine getirerek, huzur bulur. Bir kimsenin her yıl pir önünde görgüden geçerek helallık alması da ruhsal temizliktir.
4- İyilik yapmak ve iyilik yolunda savaşmak: Bir kimse, halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı ile tüm yaratılanı sevmeli ve hizmet etmelidir. Her an  darda kalanların yardımına koşmalı, bunları yaparken de hiçbir karşılık beklememelidir.
İyilik yolunda savaşmak isteyen bir kimse, daima haklının ve mazlumun yanında yer almalı, hiçbir vesile adaleti elden bırakmamalıdır. Bilindiği gibi Hz. Ali efendimiz, sürekli olarak haksızlıktan kaçınmış, gerek öğütlerinde ve gerekse valilerine gönderdiği buyruklarında iyiliği ve iyilik yolunda savaşmayı önermiştir.Hakk, Muhammed, Ali yolunda ilerlemek isteyen bir kimse de her an darda kalanların yardımın a koşmalı ve bunu yaparken de asla adaletten ayrılmamalıdır.

5- Hakk yolunda hizmet etmeyi sevmek: Kendisini Hakk, Muhammed, Ali yoluna adamış bir kimse; tüm yaşamı boyunca bildiklerini halk ile paylaşmalı ve halka hizmeti, Hakk’a hizmet bilmeldir. Yine halka hizmeti, ibadet olarak görmeli ve kendisinde olan yetenekleri, paylaşmasını bilmelidir.
Tüm bunların yanında adaleti elden bırakmamalı, halk için Hakk yolunda mücadele etmesini bilmelidir. Hakk’a ulaşanın tek yolun, halka hizmet olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır.

6- Haksızlıktan ve kul hakkından korkmak: Tarikat ehli bir kimse, hiçbir vesile haksız davranışlarda bulunmamalıdır. Adaleti elden bırakmamalıdır, Kendisine yapılmasını istemediği bir fiili, başkasına reva görmemelidir.
Tarikat kapısında, adım adım ilerleyen bir kimse, kesinlikle kul hakkından sakınmalıdır.Kur’an, hakları ancak sahipleri bağışlayabilir ilkesini esas aldığından, kula olan borcunuzun bağışlamasını, Allah’tan dileyemeyiz. Allah’ın af ve bağışı, kendisi ile kulu arasındaki işlerde geçerlidir. Başka bir deyişle, kul hakkının tek tövbesi, o hakkı sahibine ödemektir. [2] Yine Kur’an’da: “Ey huzura kavuşmuş insan! Dön Rabbine, razı etmiş ve razı edilmiş olarak! Gir kullarımın arasına” buyrulmuştur. [3]
Bundan dolayıdır ki, ibadet cemlerimizde, kulu kuldan razı etmek için razılık alınmaktadır. Öyle ise hiçbir zaman, helal kazancımızın dışında kimsenin malına el uzatmayalım, eğer helal edilmemiş ise, bir bardak su bile kul hakkı sayılır, bunu aklımızdan çıkarmayalım.

7- Ümitsizliğe düşmemek: Hakk, Muhammed, Ali yolunda emin adımlarla ilerleyen bir kimse, hiçbir vesile ümitsizliğe düşmemelidir.
Kur’an’da: “Sana gerçeği müjdeledik, sakın ümitsizliğe düşenlerden olma!” deniyor. (Hicir, 55)
Şu ayette de: İbrahim dedi ki: “Rabbim’in rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?.”  (Hicir, 56)
Ümit etmek, Kur’an’da inananların önemli bir özelliği olarak belirtilmiştir.
Bunun için de insan daima hayatın ipine sıkıca sarılmalı ve umutları için özveride bulunup, dürüstçe çalışmalı, iyi bir insan olabilme erdemiyle yoluna devam etmelidir.
Genellikle ısrarlı ve kararlı kimselerin, umut ettiklerine ulaştıkları görülür. Bu insanlar, karşılaştıkları ret cevaplarına rağmen, umutlarını kaybetmeden yollarına devam ederler. Ümitsizlik ise insanın yaşam gücünü zayıflatır, gerçekleri görmesine engel olur.
Hakk, Muhammed, Ali yoluna giren bir kimse de tüm nefsani duygulardan uzaklaşarak, hiçbir zaman Allah’tan ümidini kesmez. Sonunda ise kâmil bir insan olarak yoluna devam eder.

8- İbret almak: Cenab-ı Allah bir çok ayetinde bizleri düşünmeye, kainattan ibret almaya davet etmektedir. İnsanın, Cenab-ı Allah’ın varlığını. birliğini. sonsuz kudretini kavrayıp tasdik etmesi için yeryüzündeki dağlara. denizlere, ağaçlara bitkilere, madenlere, tüm canlılara bakması, özellikle de Cenab-ı Allah’ın en büyük eseri olan insanın kendi kendine bakması, hikmetli düşünmek için yeterli olacaktır.
Şu Kur’an ayetlerinde de: "Onu (yani insanı) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçebileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir alemde var edelim diye ölümü takdir ettik. Andolsun ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?" (Vakıa, 59-62)
Hz. Ali Efendimiz; yaşamın ibretlerle dolu olduğunu, yeteri kadar ibret alınacak konunun bulunduğunu, ancak insanların genellikle bundan ders çıkarmadıklarını dahiyane bir şekilde izah ederek: “İbret alınacak şeyler ne çok, ibret alanlarsa ne az” sözleri ile bunu açıklamaktadır.
9- Nimet dağıtmak, cömert olmak: Tarikat kapısına giren bir yol ehli, cömert olmalıdır. Çünkü cömert kimse, meyve veren bir ağaç gibidir. Cömert olmayan insan da dağdaki oduna benzer.
Kur’an’da: Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar” deniyor (Âl-i İmrân, 114)
Yine Kur’an’da: “Onlar verdikleri zaman isrâf etmezler; cimrilik de etmezler; ikisi ortası bir yol tutarlar” deniyor.  (Furkân, 67)
Hazret-i Mevlânâ Hazretleri: “Şunu iyi bil ki, bedenden, maldan, mülkten kaybetmekte, ziyâna uğramakta, rûha fayda vardır, çünkü onu vebâlden kurtarır. Mal; bağışlamakla, infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!” buyurmuştur.
Şu Kur’an ayetinde de: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 261)
Cenâb-ı Hak, rızkın temininde mahlûkâtı birbirine vesîle kılmıştır. Dolayısıyla muhtâcı gözetmek, Allah Teâlâ’nın bizlere olan ihsanlarından onlara pay ayırabilmek, büyük bir fazîlet ve ilâhî bir lutuftur. Muhtaçların feryatlarına tesellî olmadıkça mü’minin rûhu da tesellî bulamaz.
10- Özünü fakir görmek, türap olmak: Özünü fakir gören kimse, kinden, kibirden, benlikten uzaklaşmış kimsedir.
Türap olmak, toprak olma anlamına geldiği gibiayrıca alçak gönüllü ve mütevazi anlamlarına da gelir. Bunların dışında bencillik ve kibirden uzak durma  anlamında da  kullanılan bir deyimdir.
Bilindiği gibi, tüm canlılar, topraktan yaratılmıştır. Hava, su, ateş ve toprak, hayatın olmazsa olmaz dört ana maddesidir. Yine Toprak, cömertliğin de simgesidir.      Tarikat kapısında özünü fakir gören bir kimse, alçak gönüllüdür, tevazu sahibidir.
Hz. Ali Efendimiz, “alçak gönüllülük  bir erdemdir” der. Bir başka sözü ile de: “Alçak gönüllülük, ilmin meyvesidir” buyurmuştur.  
Hz. Ali Efendimiz, özünü fakir görme konusunda son derece belirgindir. “Bin kapıdan, yüz bin kaleden içeri girebilirsin de küçücük bir gönülden içeri giremezsin” diyerek,  gönül yapmanın, özünü fakir görmenin ne kadar önemli ve gerekli olduğunu vurgular.
Ayrıca bunu yaparken de adaletten uzaklaşmamayı da özellikle vurgular. Onun “Bin defa mazlum olsan da bir defa zalim olma” sözleri, bunu bir ön koşul olarak gösterir.
Buraya kadar, dört kapının ikincisi olan tarikat kapısının on makamı ve ilkeleri yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, marifete girmeye hak kazanır. 23/02/2009




[1] Tahrim Suresi, 8
[2] Yaşar Nuri, Cevap Veriyorum adlı eseri, S: 259- 2001- İstanbul
[3] Fecr Suresi, 27, 28




MARİFET KAPISI  
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda  dört kapının “Şeriat ve Tarikat” kapıları ile bunların onar makamını gördük. Bu akşam ise Dört kapının üçüncüsü olan “Marifet kapısını ve on makamını anlatmaya çalışacağız. Marifet kapısını incelediğimizde, temelinde tasavvuf ve bilgelik yattığını görürüz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle semboller ile ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.
“Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmaktır.
Marifet Kapısı, kişinin Tarikat kapısında öğrendikleri ve ulaştıkları ile duygu ve ilimde en üst düzeye ulaştığı makamdır.  Marifet kapısı, kişinin Tanrısal sırlara eriştiği bir makamdır. Bu makam, kişinin Şeriat ve Tarikat kapılarında öğrendiklerini özümseyerek, bunları Tanrının kendisine izin verdiği ölçüler içersinde derleyip yorumlama ve sunabildiği bir makamdır.
Marifet makamına erişen bir kimse,zâhir ve bâtın ilminden haberdar olur ve bu bilgilerini istekli olan kimselerle paylaşarak, onların da bilinçlenmesini sağlar. Bu bilinç içerisinde olan bir kimse, marifet ilminden haberdar olup; hakikat kapısına erişerek velâyet makamında keramete ulaşabilir.
Marifet kapısının on makamı şunlardır:
1- Edepli olmak:  Yüce Pirimiz Hacı Bektaş Veli Hazretleri, EDEB kavramlarını;   “EDB” harfleriyle sembolize etmiştir. Bu harfleri, tek-tek açacak olursak “ele”, “dile” ve “bele” sözcüklerini meydana getirir. Bunların anlamı ise şöyledir:
 Ele sahip olmak: Bu söz, ahlakî anlamda, elinle koymadığına el uzatmamak, yani başkalarının haklarına tecavüz etmemektir.
Dile sahip olmak: Bu söz, ahlakî anlamda, her görüleni ve işitileni söylememek, yani sır saklamak demektir. Asıl anlamı ise, her şeyi dil söyler fakat, kelam Allah’ındır. Her türlü tat, dil ile alınır, her türlü iyi veya kötü söz, dil ile söylenir. Bundan dolayıdır ki dili, çok iyi kullanmak gerekir.
Bele sahip olmak: Bu söz, ahlâkî anlamda, nefse hakim olmaktır. Kendi nikahlısından başkasına bakmamak, harama uçkur çözmemektir.
Hz. Ali efendimiz: “İnsanların güzel edebe, altın ve gümüşten daha çok ihtiyaçları vardır” diyor.
Aleviliğin en temel yaşam değerleri ve güncel kavramları olan edep ve haya konusunda bir düşünürümüz: “Halkın önderi olmak isteyen bir kime, önce kendisini ıslah etmeli, daha sonra başkalarını ıslah etmeye başlamalıdır” diyerek,  edep ve haya konusunun önemine değinmiştir.
2- Bencillik, kin ve garazdan uzak durmak:  Hazrei  Ali Efendimiz, insanları bencillik, kin ve garezden uzak tutmak için devamlı olarak uyarmakta idi. O’nun şu sözleri çok önemliydi: “Affetmekten utanmayın, cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanlarınhataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyiniz” diyerek, insanların kin ve kibirden uzak durmalarını öneriyordu.
Bir kimse, gerçek bir yol ehli  olabilmesi için önce bir mürşide bağlanıp, Hakk, Muhammed, Ali yoluna bağlanır. Bu yol, nefs terbiyesi yoldur. Hz. Peygamber Efendimiz: “Nefsini bilen, Rabbini bilir” buyuruyor.
Bir kimsenin nefsini bilmesi ve onu kendi kontrolü altına alması gerekir. Kur’an’da: “Nefsimi ak-pak gösteremem, Rabbin’n merhamet ettiği durumlar hariç, nefsim bana devamlı olarak kötülüğü emreder” [1] deniyor.
İşte bundan dolayıdır ki, hiçbir zaman nefsani duygularımızın esiri olmadan, insanlara hoşgörü ile davranıp, karşımızdakinin de bir insan olduğunu unutmamalıyız.
Yolumuz, insanlık yoldur ve hiç kimseye karşı kalbinde bir buğz ve adâvet besleme; hiç kimseye hiddet ve şiddet gösterme. Eğerbu suretle hareket edersen, en büyük müşkülleri bile yenersin ve sen de “İnsân-ı kâmil” mertebesine erersin.”
3- Perizkarlık  ve sabır: Perizkarlık,fazla aç gözlülük göstermeden, elindeki ile yetinmesini bilmek  ve ulaşılan manevi aşamanın verdiği sarhoşluktan da korunmak gerekir.
Perizkarlık, hiçbir şeyde aşırıya kaçmamaktır, yemeğin bile fazlası insanı rahatsız eder.
Nefsimiz bizden pek çok şey isteyebilir, ancak biz, onun her istediğini yerine getirirsek, o vakit kendi irademiz elimizden gider ve onun tutsağı oluruz. İrade sahibi olan bir kimse, sabır etmesini bilmeli ve kendi iradesine sahip çıkmalıdır.
Kur’an’da: " Ey inananlar! Sabır ve dua ile Allah’tan yardım isteyiniz. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir” buyuruyor. [2] Yine Kur’anda: "Muhakkak ki Allah, sabredenleri sever" buyuruyor. [3]
Hz. Peygamber Efendimiz, Eshab-ı kiramdan bazılarına: ''İmanınızın alameti nedir?'' diye sorar.  Onlar da: ''Genişlikte şükreder, darlıkta sabrederiz ve Alallah’u Teâlânın kaza ve kaderine razı oluruz'' diye cevap verdiler.
O vakit Allah’ın Resulü: ''Yemin ederim ki siz müminsiniz'' buyurdu.
Yine Hz. Peygamber Efendimiz: “Ehl-i Beyt'in kanaatleri bütün ümmete ders olacak niteliktedir. Onlar çoğu gün sadece su ve hurma ile iktifa ederlerdi” buyuruyor. Sabır; kişiye kanaat etmeyi de öğretir. Kanaat tükenmez bir hazinedir.
5- Haya (Utanma): Bazı duygular vardır ki, günah ve ayıp sayılan şeyleri yapmamıza engel olur. Bunlardan birisi de sadece insanlara ait olanhaya duygusudur.Haya,fenalıklar karşısında nefsi tutmak ve kötülüğü terk etmektir.
Bir gün kırbaç cezasına çarptırılan bir genci, kalabalık bir topluluğun önünde kırbaçlıyorlardı. Kırbaçlanan gencin vücudunun her tarafından kanlar fışkırıyordu. Fakat buna rağmen kırbaçlanan genç, bir kere dahi sesini çıkarmadı.  Genci kırbaçlayanlar, dinlenmek için bir kenara çekilince, kalabalığın arasında bulunan  bir kişi,  gence yaklaşıp: “Tahammülüne hayran kaldım” der.
Mahkum: “ Nasıl ağlayıp bağırabilirim ki, kalabalığın içinde sevdiğim kız var ve şu an beni gözlüyor” der.
O vakit soruyu soran  kimse: “İyi ama Allah’u Teâlâ seni her an görüyor. O yüce yaratan yarın ahrette; “Ey kulum! Fazlasını istemiyorum, sadece o sevdiğin kız için gösterdiğin sabrı, edebi ve  aşkı benim için, benim rızam için niye göstermedin dese ne cevap vereceksin?” diye sorar.
Bu sözü duyan genç: Öyle bir Allah! Der ki kendinden geçer. O kadar
kırbaca direnen vücut, bu ilahi aşka, bu Rabbinden utanma duygusuna takat yetiremez. Muhafızlar gencin yanına koştuğunda o, çoktan can vermiştir.
Utanma başın yere eğilmesi, yüz kızarması gibi değişik şekillerde ortaya çıkan ahlaki bir vasıf olup, imanlı olan kimselerde bulunur İmanı olmayan veya zayıf olanlarda görülmez  
6- Cömertlik: Hz. Ali Efendimiz: Cömertlik, alışkanlıkların en üstünüdür” derken, sadece maddi bir bedeli olan malı değil, bilgiyi, iyi huyu, acılara ortak olmayı ve toplumu çok yönlü ilgilendiren her şeyin paylaşımını esas almaktadır.  
Yine Hz. Ali Efendimiz: “Kendini cömertliğe alıştır ve her ahlakın en iyisini seç; çünkü iyilik alışkanlık haline gelir” sözleri ve “Sizler mallarınızla halkı kuşatamazsınız “onların gönüllerini hoş edemezsiniz”; öyleyse el açıklığı ve güzel davranışınızla onları kuşatınız. Çünkü ben Allah Resulünün şöyle buyurduğunu duydum: “Sizler, mallarınızla halkın gönüllerini hoş edemezsiniz; o halde ahlakınızla onların gönüllerini hoş edin” beyanları, bu konuda ne kadar geniş ve çok yönlü düşündüğünün en açık kanıtıdır.
Hz. Ali Efendimizin, ilme yaptığı vurgularda ise alimi sürekli gözeten, kollayan ve bilgiye yatırımı teşvik eden özellikleri görülür. “İlim maldan hayırlıdır: İlim seni korur, malı sen korursun. Mal vermekle azalır, ilim öğretmekle çoğalır. İlim hakimdir, mal ise mahkumdur. İlim ruhun hakimidir. İlim sahibi cömert olur, mal sahibi cimri olur. İlim ruhun gıdasıdır, mal ise cesedin gıdasıdır. Mal uzun zaman sürecinde tükenir, ilim uzun zaman sürecinde tükenmez ve eksilmez. İlim kalbi aydınlatır, mal ise kalbi katılaştırır. İlim peygamberlerin mirasıdır, mal ise eşkıyaların mirasıdır” sözleri ile insanları dünya malı yerine bilgiye yatırım yapmaları ve bunu insanların yararına kullanmaları konusunda sürekli çağrıda bulunur.
7- İlim yapmak: Kur’an’da: Bazı gizli sırları, sadece ilimde yüksek payeye erişmiş ve aklıselim sahipleri düşünüp anlayabilir” [4] deniyor.      Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal: “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyerek, ilmin değerini anlatmak istemiştir. Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri de: “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” buyurmuştur.
Koca Yunus Emre de: “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir, Sen kendini bilmez isen, Ya nice okumaktır” diyerek, ilmin önemine değinmiştir.
Bir ata sözümüz de ise: “İlmi olmayan bir beden, suyu olmayan şehre benzer” diyerek, ilmin önemini belirtmek istemiştir.
Ancak zâhiri ilimlerin yanında bir de bâtınî ilimler vardır ve buna “Ledün İlmi” denir. Ledün İlmi, Allah’ın sırlarına ait manevi bilgilerdir. Bu bilgiler, okumakla öğrenilmez, bu gibi bilgiler, kişiye ait özel bilgilerdir ve özden gelir.
Aslında Alevi-Bektaşi ibadetinin yapıldığı cem evleri, birer İlm-i Ledün okuludur.
Bu gibi yerlerde daha çok Allah’ın uluhiyeti ile ilgili muhabbetler, sohbetler yapılır. İşte bu gibi, muhabbetler ve sohbetler, “İlm-i Ledün” dür. Bu ilimden haberdar olabilmek için de bir mürşide teslim olup, onun sohbetlerine katılmak gerekir. Bunun için de en uygun yer, cem evleridir. Musa Peygamber dahi, bir nebi olmasına rağmen, kendisine “İlm-i Ledün” öğretecek bir mürşit aramış ve Hızır’ı bulmuştur. Bilindiği gibi, Hızır kendisine rehberlik etmiş ve bu ilmi, kendisine öğretmiştir.
8- Hoşgörülü olmak: Hoşgörü, sağlıklı insan davranışıdır. Hoşgörü, sağlıklı insan hayatının özüdür ve beşeri münasebetlerin temelidir.
Bizim yolumuz da hoşgörü yoludur ve  bugün her zamankinden daha fazla hoşgörüye ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Evde, trafikte, sokakta, okulda, işyerinde, kısaca insanın olduğu her yerde, eğer hoşgörü yoksa orada bencillik, anlaşmazlık, güvensizlik, tartışma, kavga olumsuzluk adına her şeyi görebilmek mümkündür.
Olumsuz birçok davranışın sebebi, yeterince hoşgörülü olamamaktır. Mevlana Hazretleri: “Ben insanların ayıplarını gören gözleri kör ettim'' diyor.
 Bizler de etrafımızdaki kimselerin bize olan yanlış hareketlerini, anlayış içerisinde karşılamalıyız. Eğer yanlışları varsa, onları incitmeden uyarmalıyız, kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıyız. Tüm yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeliyiz.
Hazret-i  Ali Efendimiz: “Hoşgörüsünden sadece yol ve inanç konusunda taviz vermez, diğer insanları buna riayet etmeye davet ederdi. O’nun:  “Yol cümleden uludur” sözü, bunun bir örneğidir.
Yine Hz. Ali Efendimiz:  “Hiç kimsenin hatasını yüzüne vurmayınız. O hatayı işleyene hatasını, başka birini misal göstererek anlatınız”derdi. O’nun bir başka sözü de şuydu: “İnsanlarla öyle güzel geçinin ki öldünüz mü ağlasınlarsize. Sağ kaldınızmı sevgiyleçağırsınlar sizi”beyanları, onun ne denli İnsan-ı Kamil olduğuna örnektir.
9- Özünü bilmek: Cenab-ı Allah, Kur’an’da: Rabbin meleklere: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. O’nu tamamlayıp, içine ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın” buyuruyor. [5]
İşte bizim bilmemiz gereken “öz”, Cenab-ı Allah’ın meleklere, önünde secde ediğimiz dediği, Tanrı’ya ait ruhtur.  Bir kimsenin bu özü fark edebilmesi için bu konuda bilgi sahibi olması gerekir.
Yunus Emre hazretleri bir dörtlüğünde: “İlim okumaktan gerek, kendi özünü bilmektir. Kendi özünü bilmezsen bir hayvandan betersin” diyerek, bu tanrısal özün ne denli önemli olduğunu belirtmiştir.
Yine Yunus Emre: “Bir ben var benden içeri” diyerek, bu özü anlatmaya çalışmıştır. Cenab-ı Allah Kur’an’da: “Ben size şah damarından daha yakınım” diyor. [6] Bu da bizim, can, gönül ve ruh dediğimiz ve bilmemiz gereken özdür. Şu dörtlükte de Hakkı Baba:
“Hakkı Baba Hakk’ı bileyim dersen.
Hakk’a Hakk’el yakın olayım dersen.
Sen kendi kendin bileyim dersen.
Önce kendi özünü bilmen gerek” diyerek, bilmemiz gereken öz hakkında bilgi vermektedir.
10- Kamil İnsan veya Ariflik: Kamil insan veya Ariflerin iradesi, Allah’ın
gerçek iradesidir. Bu gibi kimseler, Allah’ın tüm iradesine sahip olan kimselerdir ve bu gibi kimselerde tam tecelliyat vardır.
Tanrı buyrukları, peygamberlere Cebrail aracılığı ile “vahiy” olarak bildirilir. Kamilllere ve Ariflere ise doğrudan doğruya onların kalplerine tecelli eder.
Bu makama erişmiş olan Kamil insan veya Arifler, Allah ile varlıklar arasında meydana gelen olayları, bir düzen içersinde yürütürler. Bu makama erişen kimseler, her iki âleme ait işleri, kesinlikle birbirine karıştırmazlar. Birini diğerinden üstün görmezler ve birinin hakkını diğerine geçirmezler.
Kamil insan, erişmiş olduğu bu makamla yetinmeyip, en mükemmel insan olmanın yollarını aramalıdır, yani “Ekmel” insan olmalıdır. Bu da ancak ve ancak, kalbi saflaştırmak ve cilalamak suretiyle mümkündür.
Eğer insan, kalbini saflaştırıp, cilalayabilirse ve bu kalbi, her şeyi net olarak gösterebilen bir ayna durumuna getirebilirse, Hakk orada tecelli eder. Böylece o kimse, Hz. Muhammed’in ulaştığı “Ev Edna” makamına ulaşmış olur. Ev Edna makamı, Hakk’ın tam zuhurundan ibaret olan “Muhabbet” makamıdır.  




HAKİKAT KAPISI
Alevi-Bektaşi öğretisine baktığımız zaman şu dört ana tema üzerine oturduğunu görmekteyiz. Bu dört ana tema:  “Şeriat, Tarikat, Marifet ve Sırrı Hakikatkapılarıdır. Her kapının on makamı vardır. Bundan dolayıdır ki, biz bunu “Dört Kapı-Kırk Makam” ile ifade ediyoruz.
Geçtiğimiz haftalarda  dört kapının “Şeriat, Tarikat ve Marifet” kapıları ile bunların onar makamını gördük. Bu akşam ise Dört kapının dördüncüsü olan “Hakikat kapısını ve on makamını anlatmaya çalışacağız. Hakikat kapısını incelediğimizde, temelinde Tanrı’nın uluiyeti hakkında önemli bilgiler içerdiğini görürüz.
Bilindiği gibi Alevi-Bektaşi öğretisi, genellikle semboller ile ifade edilir. Bunun için de bu dört kapıyı şu sembollerle ifade etmek, gelenek haline gelmiştir.
“Şeriat; İlkokul, Tarikat; Ortaokul, Marifet; Lise, Sırrı Hakikat; Üniversite’dir.
Şeriat; deniz, Tarikat; gemi, Marifet, gemiyi yüzdürmek, Sırrı Hakikat; gemiyi varacağı limana (menzile) ulaştırmaktır.
Hakikat kapısı, kişinin Şeriat, Tarikat ve Marifet kapılarında  öğrendikleri ve ulaştıkları sonucu; kişinin Tanrısal sırlara eriştiği bir makamdır. Bu makam, kişinin Şeriat, Tarikat ve Marifet kapılarında öğrendiklerini özümseyerek,  Tanrının kendisine izin verdiği ölçüler içersinde derleyip yorumlama ve sunabildiği bir makamdır.
Hakikat kapısı, hakikat nuru ile insanın kendinden geçerek Hakk ile Hakk olmasıdır. Ve böylece Allah’ın sırrının sırrına ermektir.  
Hakikat kapısının makamları ise şunlardır:
1-Alçak gönüllü ve türap olmak: Hz. Peygamber Efendimiz, bir hadisinde Hz. Ali Efendimize: “Ebû Türâb” diye hitap etmişti. Ebû Türab’ın sözlük anlamı, yaratılışın ana maddelerinden sayılan dört ana maddeden birisi olan topraktır.
Turab olmak, alçak gönüllülüktür. Toprak, her şeyi karşılıksız verir, karşılıksız alır. Her zaman ayaklar altındadır yani en alçak gönüllüdür. Herkes tarafından çiğnenmiş olmasına rağmen kimseye dert yanmaz. Herkese hoşgörü, sevgi ve şevkat ile yaklaşır. Toprak cömerttir, toprak berekettir. Toprak, onunla başlayıp onunla bitmektir.
İnsan da herkesin bastığı  toprak anlamında alçak gönüllü olmalı. Allah’tan gelen her şeyi, gönül hoşluğu ile karşılamalı. Hiçbir zaman teslimiyetten ayrılmamalı. Yine hiçbir vesile kibirli ve benlikçi olmamalı, insanlara yüksekten bakmamalı, malıyla ve bilgisiyle övünmeyerek, hoşgörülü olmalıdır. Herkesin ilmine ve bilgisine, saygı duymalıdır.
2- Kimsenin ayıbını görmemek: Hz. Ali Efendimiz, şöyle buyuruyor: “Akıllı bir kimse, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmeyen kimse, başkasındaki güzellikleri göremez. Bir kişinin kendi ayıp ve kusurlarını görmeyip, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla uğraşması, kötülük olarak ona yeter.
Yine Hz. Ali efendimiz: “Kim kendi ayıbına bakarsa, başkasının ayıbını görmez. Başkasının kuyusunu kazan kimse, oraya kendisi düşer. Kendi hatalarını unutan kimse, başkalarının hatalarını büyük görür. Başkasının gizli hallerini ortaya koyan kimsenin ise kendi gizli ve ayıp halleri ortaya çıkar” buyurarak, bu konuyu veciz bir şekilde anlatmıştır.
Hasan-ı Basri Hazretleri de: “Ey adem oğlu! Sende mevcut olan bir kusur ile insanları kınayıp dururken, kamil bir Müslüman olamazsın. Kamil Müslüman olmak için önce kendi kusurunu ıslah etmelisin, sonra da başkalarının kusurlarını ıslah ile meşgul olman gerekir. Ancak bunu yaptığın zaman Allah Teala’nın has kullarından olabilirsin” buyurmuştur.
Cenab-ı Allah Kur’anda: “Birbirinizin ayıplarını (gizli hallerini) araştırmayın” buyurmuştur. (Hucurat, 12)
3. Elinden geleni esirgememe:Bir kimse, halka hizmet, Hakk’a hizmet anlayışı ile tüm yaratılanı sevmelidir. Darda kalanların yardımına koşmalı; bunları yaparken de hiçbir karşılık beklememelidir. Daima haklının ve mazlumun yanında yer almalı, hiçbir vesile adaleti elden bırakmamalıdır.
Hz. Ali Efendimiz, sürekli olarak haksızlıktan kaçınmış, gerek öğütlerinde ve gerekse valilerine gönderdiği genelgelerde iyiliği ve iyilik yolunda savaşmayı önermiştir.Hakk, Muhammed, Ali yolunda ilerlemek isteyen bir kimse de Hz. Ali gibi hareket etmelidir.
4- Tüm yaratılanı, sevmek:Bunun için tüm yaratılana bir nazarla bakmak, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek gerekir. Başta insan olmak üzere tüm yaratılmışı, sevgi ve muhabbetle kucaklamalı ve sevmeliyiz. Ayrıca insanların iyi ve üretici yanlarını bulup, onları o yönde çalışmaya yönlendirmeli ve hiçbir vesile onların kusurlarını görmemeliyiz.
5- Tüm insanları bir görmek: Yetmiş iki millete bir gözle bakmalı.  İnsanlar arasında din, dil, ırk ve cinsiyet ayırımı yapmamalı. Her inanç grubunun yaptığına saygı duymalı, hiçbir kimsenin yaptığı ibadeti hor görmemeli ve hoşgörü ile karşılamalıdır. Çünkü Cenab-ı Allah, yapılan ibadetin şekline değil, özüne bakmaktadır.
6. Vahdet-i vücut ve vahdeti Mevcut anlayışı: “Vahdet-i Vücut ve Vahdet-i Mevcut” anlayışına göre, Allah’ı bir görmek, yani tek olduğuna inanmaktır .  Bir başka deyişle varlığın tek oluşu, yani kâinatı bir bilme, Hakk ve O’nun tecellilerinden başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına inanmaktır. Kısacası; “Lâ Mevcuda İllallah” tır, yani ondan başka mevcut yoktur. Tasavvufta ise Allah’a yakın olma, Allah’a ulaşmak anlamına gelir.
Vahdet-i şuhud ise: Cenab-ı Allah’ın tek olarak görünmesidir, âlemde tek oluşudur. Yani, kesretten vahdete (çokluktan birliğe) dönüş halidir. Vahdet, tekliktir. Şuhud, görünme veya şahit olmaktır. Âlem-i Şuhud ise görünen âlem, yani bu dünyadır.
Özetlersek,Allah’ın tüm varlıklarda görünmesidir. Bu duruma şahit olma, yani her şeyi Allah’ın tecellileri olarak görme halidir.
7. Anlamı bilme, sırrı öğrenme:Bunun için, tefekküre varıp, o yüce yaratanın tüm bilgi ve sırlarını müşahede etmek gerekir. Yani, vermiş olduğu nimetlerinin, bu dünyanın tertip ve düzenini, kısacası tüm sırlarının hikmetlerini düşünerek, O yüce yaratanla bütünleşmek gerekir.
Yine bu makamda insan, nefsin isteklerinden kurtulup, tefekküre vararak, “Allah’ın Evi” olarak nitelenen gönül evinde tecelli eden gayba ait bilgilerden haberdar olmaya çalışır, bu gibi tecellilere mazhar olur.
Bu duruma gelerek gönül gözü açılan bir kimse, gayp âleminin tüm bilgi ve sırlarını; kendi iç dünyasında ilham yoluyla sezebilir. İlham, kişinin özel gayreti ve çalışmaları sonunda kendisinde meydana gelen bazı ilâhi hassasiyetlerdir. İlham, hiçbir aracıya gereksinim duyulmadan, Allah’a ait ilâhi mesajların, muhatabın gönlünde zuhur etmesidir.
Muhatap bu ilâhi mesajları, hisseder ve Cenabı Allah’ın kendisine müsaade ettiği ölçüler içerisinde açıklar veya açıklamaz.
8. Seyrü sülüğünü tamamlama:Hakikat yolcusu, manevi olgunluğa ulaşabilmesi için Tanrı’ya yapacağı seyrü sülüğü, yani manevi yolculuğu, dört aşamada gerçekleşir:
1. Seyr-i İllallâh (Tanrı’ya yolculuk):Tüm beşeri isteklerden arınarak, Allah’ın iradesine teslim olma.
2. Seyr-i Fillâh (Tanrı’da yolculuk):Tanrısal nitelikleri kazanma, Tanrı’nın  iradesine göre hareket etme.
3. Seyr-i Maallâh (Tanrı ile birlikte yolculuk): Bu yolculuk, kesretten vahdete, yani halktan Hakk’a yapılan bir yolculuktur. Buna vahdet-i vücut denir ve bu makam, her şeyin Tanrısal olmasıdır.
4. Seyr-i Anillâh (Tanrı’dan yolculuk): Bu yolculuk ise, vahdetten kesrete, yani Hakk’tan halka yapılan bir yolculuktur. Burada manevi yolcu, Tanrı’dan tekrar halka dönerek, bireylere, yani topluma hizmet edecektir. Daha doğrusu, ruhlar âleminden, beşeriyet âlemine dönerek, halkı irşat edecektir.
9- Tanrısal sırları öğrenmek ve öğretmek: Tanrı’nın birliğinden, yani ahad (tek) oluşundan haberdar olup, bundan başkalarını da haberdar etmek gerekir. Çünkü Allah, tek bir varlıktır, evrende görünen tüm nesneler, O’nun unsurlarıdır. Nasıl ki, biz bir insana baktığımız zaman onu tek görürüz. Halbuki bu insanın bedeninde elleri, kolları, ayakları, ağzı, burnu, kulakları, kaşları, kirpikleri , saçları vardır. Bedeninin içersinde ise ciğerler, dalak, pankreas, böbrekler ve adını sayamadığımız milyarlarca hücreler ve mikro organizma mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Hz. Ali efendimiz, “insan, küçük bir âlem” buyurmuştur. İşte biz, bir insana baktığımız zaman, tüm bu nesnelerin teker teker isimlerini söylemeyiz, bu bir insan deriz. Allah için de O’nun bu âlemde bulunan unsurlarını teker teker söylemeyiz, Sadece “Allah” deriz. Veya: “O, tektir, yani Ahad” tır” deriz. Bunun tasavvuftaki söyleniş şekli “Lâ Mevcuda İllallâh” tır. “O’ndan başka mevcut yok” demektir.
Çünkü Cenab-ı Allah, bir kudsi hadiste: “Küntü Kenzen mahfiyyen feahbebtü en u’refe fe’halaktül halk-â Li u-refe” buyurmuştur. Bu kudsî hadisin açıklaması şudur: “Ben gizli bir hazine idim, yani her türlü suretten soyutlanmış bir varlık idim. Bilineyim istedim de tüm yaratıklarla birleşip kendime muhabbet için halkı ve âlemleri halk ettim” buyurmuştur.
Buradaki “halk ettim” sözü, yoktan var etme anlamında olmayıp, Allah’ın kendi zâtını, bir halden bir başka hale dönüştürmesiyle meydana gelme şeklindedir. Hadisin sonundaki: “Li-u-refe” sözü, bilinmektir ve sevgiden beklenen sonuçtur. Yani Allah’ın, hayat, ilim, duyma, görme, söyleme, kudret, irade, meydana getirme, yani yaratma, zuhur, yani görünme ve bunlara benzer sıfatlarıyla birlikte, insana bahşettiğimuhabbet ve sevgidir.
Özetleyecek olursak, sudur öğretisine göre, Allah,önce kâinatın tüm bilgi ve sırlarını içerisinde saklayan bir çekirdek idi. O, görünmez alandan, görünür alana çıkmayı diledi de çekirdek çatladı, nur halinde bir ışık oldu. Bu ışık, aynı atom gibi bölünerek, zerre zerre sonsuzluğa yayıldı ve bu zerreler, Tanrı’nın öz cevherinden meydana gelen ruhlar oldu. Sonsuzluğa yayılan bu zerreler, kalp gibi çarpan, ışıl ışıl parlayan evreni meydana getirdiler.
Bu defa o yüce yaratan, kendi güzelliğine, yüceliğine, sonsuzluğuna ve büyüklüğüne, yani O’nun tüm vasıflarına hayran olsunlar diye, bu ruhlara kendi öz cevherinden emanet olarak sıfatlar vererek, onları farka getirdi. Yani görünmez alandan, görünür alana çıkardı ve böylece insanoğlu ve tüm varlıklar yaratılmış oldu. Dolayısı ile kendisi de farka gelmiş oldu, yani görünmez alandan, görünür alana çıktı.
O, yüce yaratan farka gelen bu zerrelere, “elestü bi-rabbiküm?” [1] dedi, yani “ben sizin Rabbiniz değimliyim”dedi. O vakit tüm ruhlar, “evet sen bizim Rabbimizsin, yani yaratıcımızsın” dediler. Böylece Allah’la ruhlar arasında bir “ikrar”, yani sözleşme yapıldı.
İşte, kâinatı kaplayan bizler ve görünür görünmez tüm yaratıklar da dahil, hep bu nesnel evrenin ufaltılmış, toz haline getirilmiş zerre atomlarından başka bir şey değiliz, yani aslında biz oyuz. O ise tüm bu nesnelerin yaratıcısı değil, ta kendisidir. [2]
Bu hususta şu Kur’an ayetlerine bakabiliriz: Bizim emrimiz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden başka bir şey değildir. [3] Bu ayetteki emir, “Kün!”, yani “Ol!” emridir.
Diğer bir ayet ise: Hani Rabbin, âdemoğullarının, bellerinden zürriyetlerini alıp onları, öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. [4]
10. Müşâhede ile Tanrısal varlığa ulaşmak ve Hakla bir olmak:Bir kimse, müşahede yoluyla, önce İlm’el Yakin, Ayn’el Yakin ve Hakk’el Yakin mertebelerine vakıf olur. Bunların gerçekleşmesi için:
1. “Akıl” kesin kanıt kullanarak, yani ilim yoluyla; Tanrı hakkında kesin bilgi sahibi olur ve buna “İlm’el yakin” denir.
2. Açıklama ve bilim yoluyla bilme. Allah sırlarının, Hakk yolcusu tarafından müşahede edilmesi, yani, ilham yoluyla görünmesi, “Ayn’el Yakin”dir.
3.  Allah’ın ilmiyle ilimlenip, vasıflarıyla vasıflanıp, O’nun iradesiyle Allah’ı aracısız görmek, “Hakk’el Yakin”dir.
Bu sonuncusunun, yani Hakk’el yakin mertebesinin gerçekleşmesi için de en etkili araç, aşk ve cezbedir. Cezbe denen şey ise, insanın şuur ve benliğini yok edip, bir an için Allah’la buluşmasını sağlar, insanı bir an için vuslata kavuşturur, bir an için zerreden bütüne doğru bir akış olur ki, insan bir damla iken deryaya karışır ve bu aşk deryasında yok olur. Bunun kaynağı ise, şekil ibadetlerinden ziyade, sevgi, aşk ve muhabbettir. Bu mertebeye gelen insan, Hakk’el Yakin mertebesine erişerek, kendi özünü bilmiş olur.
Bir insanın, bu mertebelere erişebilmesi için, önce Hakk-Muhammed-Ali yoluna girip, ikrar vermeli ve dört kapı-kırk makamın tüm vecibelerini yerine getirmesi gerekir.
Dört kapının dördüncüsü olan hakikat kapısının makamları yukarıda verilmiştir. Bu kapının on makamını tekmil bilen ve uygulayan bir kimse, gerçek hakikat kapısını tamamlamıştır. Hakikat makamına ulaşan, yaşamını bu inanç ve şartlar içersinde düzene sokan bir kişi, küfrü imana, zorlukları kolaylığa, çirkinlikleri güzelliğe dönüştürebilir ve böylece hakikat ehli sayılır.
Hakikat yolcusu, gerçekte Hakk’a talib olmalıdır. Bunun için de özünü toprak etmelidir. Çünkü toprak, öyle bir nesnedir ki, kendisine ne kadar eziyet edilse, o buna daha bol ürün vererek cevap verir. Üzerine hayvan dışkısı atılsa, o bundan asla gücenmez, aksine daha fazla ürün verir. Bundan dolayıdır ki, hakikat yolcusu bir talip aynı toprak gibi olmalı, küfrü imana çevirmesini bilmelidir.
Hakikat yolcusu olan kimse, kendisini toprak edip, “Marifet” tohumunu bu tarlaya ekmeli. O tohumu, fakirlik, alçak gönüllülük suyu ile sulamalı, rıza orağı ile biçmeli, sabır harmanında dövüp, fark düveni ile yumuşatıp, şark yeliyle savurup, hal değirmeninde un edip, erkân eleğiyle eleyip, irade teknesine koyup, iman tuzuyla tuzlayıp, “muhabbet”le yoğurup, aşk ateşiyle yakıp, gönül fırınında pişirip,“Mürebbi”nin önüne gelmelidir.
Eğer makbul görülüp kabul edilirse, Şeriat, Tarikat ve Marifet makamlarındaki hizmetinin karşılığını görmüş sayılır. Bu kimsenin Hakk katındaki mertebesi yükselir ve böylece hakikate erişerek, kâmil insan olur.
Eğer bir talip, pişmeden, olgunlaşmadan “Mürebbi” önüne gelecek olursa, o pişmemiş ve çiğ bir lokma sayılır. Çiğ lokma da yenmez, insanın midesine zarar verir, lezzeti dahi olmaz. Bundan dolayıdır ki, Hakk, Muhammed, Ali yolunda ve erkânında, çiğ lokma yenmez, çünkü haramdır.
Yaşamında bu aşamaya gelen bir kimsenin, yaptığı her işte doğruluk, düzgünlük, söylediği her sözde kemalât görülür. Bu gerçeğin farkına varamayan kimseler ise, hangi milletten olursa olsun, gerçeği görüp fark edemez ve delâlet içersine düşer.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Kerbela Şehidleri: Kasım b. Hasan

Kerbela Şehidleri: Kasım b. Hasan


Kasım b. Hasan'ın Ezrak'ı öldürmesi
Konya Mevlana Müzesi 

Kasım b. Hasan b. Ali b. Ebi Tâlib, 47/667-668 yılında Medine’de doğdu. İki yaşındayken babası İmam Hasan’ı (as) kaybetti (5 Rebiyülevvel 50/2 Nisan 670). Babasının şehadetinden sonra, Kerbelâ’da şehid oluncaya dek, amcası İmam Hüseyin’in himayesinde büyüdü. Kerbelâ’ya annesi, erkek ve kız kardeşleri ile birlikte gitti. Şehid olduğunda 13 veya 14 yaşındaydı.

*
İmam Hüseyin, 9 Muharrem 61/9 Ekim 680’de, Tasua akşamı bir konuşma yaptı; akrabalarını ve sahabîlerini ertesi gün bütün erkeklerin öldürüleceği konusunda uyardı ve onlara isterlerse gecenin karanlığından faydalanıp gidebileceklerini söyledi. İmam Hüseyin’in bütün akrabaları ve sahabîleri ölümü göze almıştı; kimse gitmedi. 

Bu esnada yaşça en küçük olan Kasım, İmam Hüseyin’in yanına geldi ve “Ben de yarın öldürülenlerden olacak mıyım?” diye sordu. Bunun üzerine İmam Hüseyin, Kasım’a ölümü nasıl gördüğünü sordu. Kasım, “Bence baldan tatlıdır.” diye cevap verdi. İmam Hüseyin, “Amcan kurban olsun! Evet, sen de büyük belaya müptela olduktan sonra öldürüleceksin!” dedi ve ekledi: “Küçük oğlum Abdullah da öldürülecek!” Kasım, “Süt çocuğunu da mı öldürecekler?” diye sorunca İmam Hüseyin, “Evet!” dedi.

10 Muharrem 61/10 Ekim 680 Âşura Günü, Ali Ekber’in şehadetinden sonra Kasım, amcası İmam Hüseyin’in yanın gidip ondan savaşmak için izin istedi. İmam Hüseyin Kasım’a baktı, kucakladı; ikisi birden ağladı. İmam Hüseyin henüz küçük olduğundan ona savaşma izni vermedi. Kasım amcasının elini ayağını öptü, ısrar etti ve amcasından izin aldı.

Ağlamaklı, amcası İmam Hüseyin’den ayrılan Kasım, recez okuyarak düşman askerlerine doğru yürüdü:

“Beni tanımıyorsanız söyleyeyim; ben Hasan’ın oğluyum,
O da kendisine itimat edilen Nebi Mustafa’nın (s) oğludur.
Hüseyin bir esir misali öyle bir güruhun ortasında kaldı ki,
Allah yağmurlu günde onları susuz bıraksın!”

Kasım b. Hasan, üstünde abası ve gömleği, ayağında sol bağcığı açılmış sandallarıyla savaş meydanına girdiğinde hâlâ recez okuyordu:

“Ben Ali neslinden Kasım’ım,
Beytullah’a ant olsun biz Nebi’ye,
Şimr Zilcevşen’den de, evlatlıktan da (İbn Ziyad) daha yakınız!”

Kasım artık savaş meydanında, düşman askerlerinin karşısındaydı. Bundan sonra olanları Humeyd b. Müslim anlatır:

“Ben Ömer b. Sad’ın askerlerinin arasındaydım. Bize doğru gelen bir delikanlı gördüm; yüzü ay parçası gibiydi, elinde bir kılıç vardı, üzerinde de abasıyla gömleği. Ayağında da sandalları vardı; hiç unutmam sol tekinin bağcığı açıktı. Amr b. Said bana, ‘Vallahi üstüne saldırıp onu öldüreceğim.’ dedi. Subhanallah! Ne yapmak niyetindesin, zaten etrafı sarılmış, bu ona yeter, dedim. ‘Yok, yok, üstüne saldırıp onu ben öldüreceğim!’ dedi. Bunu der demez Kasım’ın üstüne saldırdı, bir kılıç darbesiyle alnını yardı. Kasım yüzüstü yere yığıldı, haykırıyordu: ‘Amcacığım! Yardımıma koş!’ Hüseyin bir şahin hızıyla yetişti, Kasım’ın başucunda durup aslan misali onun katiline saldırdı. Hüseyin kılıcını kaldırdığında Amr, kendini korumak için kolunu kaldırınca kolu koptu. Sonra bağırmaya, yardım çağırmaya başladı. Kufeli askerler yardımına koştular. Çarpışma başladı. Bu esnada Amr b. Said kurtuldu. (Amr b. Said’in çıkan hengâmede öldüğü de rivayet edilmiştir.) Kasım’ın bedeniyse atların ayaklarının altında un ufak oldu.”

Ortalık biraz yatışıp da toz duman dinince İmam Hüseyin, Kasım’ın yanında durdu. Kasım ayaklarını yere vuruyor, son nefesini soluyordu. Yeğeninin bu halini gören İmam Hüseyin düşman askerlerine beddua etti:

“Seni öldürenler Allah’ın rahmetinden uzak olsunlar! Kıyamet gününde onların düşmanı deden olacak!”

Sonra Kasım’a döndü:

“Vallahi yardıma çağırdığında elinden bir şey gelmemesi amcanı kahretti. Gerçi elinden bir şey gelseydi de sana bir faydası dokunmazdı; çünkü bugün onun düşmanları çok, yardımcıları azdır.”

Ardından Kasım’ın un ufak olmuş cansız bedenini göğsüne bastırdı, savaş meydanından çıkardı.
Kasım b. Hasan'ın çadırı
Muhayyem, Kerbela*
Humeyd b. Müslim bu sahneyi şöyle anlatır:

“Kasım'ın ayakları yerde sürünüyordu; İmam Hüseyin onu sımsıkı göğsüne bastırmıştı. Kasım’ı oğlu Ali Ekber’in ve öteki Haşimî şehidlerin yanına yatırdı.

Ertuğrul Ertekin
______________
kaynak: Allame Seyyid İbn Tavus, Kerbela Şehitlerinin Ardından, çev. Cafer Bayar, İstanbul 2014, s. 85-87; Ebu Mihnef, Kerbela Vakıası, çev. Nuri Dönmez, İstanbul 2010, s. 190-191; Resul Caferiyan, Teemmulî der Nehzet-i Âşura, Kum 2007, s. 138-139; Seyyid Asgar Nazımzade Kummî, Ashab-ı İmam Hüseyin (as), Kum 2011, s. 235-241.

Kerbela Şehidleri: Ali Asgar

Kerbela Şehidleri: Ali Asgar

Ali Asgar, İmam Hüseyin'in kollarında
Muhammed Han Deştî, Devazdeh Bend
İran Meclis Kütüphanesi
Abdullah Ali Asgar, İmam Hüseyin’in (as) en küçük oğludur. Annesi, İmriü’l-Kays b. Adiy’in kızı Rübab’dır. Medine'de doğmuştur. Kerbelâ’da şehid olduğunda altı aylık olduğu rivayet edilmiştir. 

Tarihçi Yakubî (ö. 292/905’ten sonra), rivayetinde, İmam Hüseyin’in Kerbela’da dünyaya gelen bir oğlundan da söz etmektedir. Bu bebeğin adının Abdullah olduğunu söyleyen Yakubî’ye göre bebek, o esnada altı aylık olan Ali Asgar’ın küçük kardeşidir.

Yakubî’nin rivayetine göre İmam Hüseyin, Âşura Günü savaş meydanına gitmek için atına bindiğinde, kadınlar, birkaç dakika önce dünyaya gelen bir bebeği kucağına verdiler. İmam Hüseyin de bebeğin kulağına ezan okudu. Bu esnada bebek, boğazına isabet eden bir okla şehid oldu. İmam Hüseyin oku bebeğin boğazından çıkarıp kanını üzerine sürdü ve “Vallahi ey bebek, sen Allah katında Salih’in dişi devesinden daha değerlisin. Deden de Allah katında Salih’ten daha değerlidir!” buyurdu.

Bu rivayeti yorumlayan şarihler, İmam Hüseyin’in bu sözünü şöyle şerh etmişlerdir: “Nasıl ki Allah Salih Peygamber’in dişi devesini öldüreni helak ettiyse bu bebeği öldüreni de helak edecektir.”

Sonra İmam Hüseyin bebeğin naaşını oğullarının ve yeğenlerinin naaşlarının yanına yatırdı.

Bu rivayeti Yakubî dışındaki tarihçiler ve maktel müellifleri nakletmemiştir. Öte yandan İmam-ı Zaman’dan (af) nakledilen Nahiye-i Mukaddese Ziyareti’nde yalnızca tek bir bebekten söz edilmiştir. O  da, altı aylıkken şehid edilen Abdullah’tır.

“Babasının kucağında katledilen süt çocuğu, bebek Abdullah b. Hüseyin’e selam olsun!”

Abdullah ile Ali'nin farklı iki bebek mi, yoksa aynı bebek mi olduğu konusunda tarihçi Resul Caferiyan şöyle bir yorumda bulunur:“Kerbela'da büyük ihtimalle tek bir bebek vardı. Adının Ali olarak zikredilmesinin nedeni, büyük babasının adına teyemmün ve teberrüktür. Aynı zamanda Abdullah ismine sahip olması da mümkündür. Nitekim neseb âlimi Amrî (V./XI. yüzyıl) İmam Hüseyin'in Ali adında iki oğlu olduğunu nakleder: Ali Ekber ve Ali Asgar (İmam Zeynelabidin).

Abdullah Şiîler arasında Ali Asgar diye tanınmaktadır.

*
Ali Asgar’ın ne şekilde şehid olduğu konusunda dört farklı rivayet bulunmaktadır.

Birinci rivayet:
10 Muharrem 61/10 Ekim 680 Âşura Günü, İmam Hüseyin, kılıç sallamaktan yorgun düşmüş halde çadırının kıyısına çöküp oturmuştu. Sonra küçük oğlu Ali Asgar’ı getirdiler. İmam Hüseyin bebeği dizine oturtmuş, öpüp kokluyordu. Bu esnada Esed Oğullarından biri bir ok fırlattı ve ok bebeğin boğazını deldi. İmam Hüseyin bebeğin boğazından akan kanı avucuna aldı, havaya savurup, “Rabbim! Nusretini bizden aldıysan, bize daha hayırlısını ver ve intikamımızı şu zalimlerden al!” dedi.

İkinci rivayet:
İmam Hüseyin, 10 Muharrem 61/10 Ekim 680 Âşura Günü, düşman askerleriyle çarpışmak için savaş meydanına doğru hareket etmişken Hz. Zeyneb (as) kucağında Ali Asgar’la çadırından dışarı çıktı. İmam Hüseyin’e bebeğin üç gündür su içmediğini hatırlatıp, bir damla olsun su talep etmesini istedi.

İmam Hüseyin bebeği kucağına alıp düşmana seslendi:

“Ey topluluk! Şiîlerimizi ve Ehl-i Beytimizi öldürdünüz, geride sadece bu bebek kaldı. O da susuzluktan dudaklarını emiyor. Ona bir yudum su verin!”

Bu esnada bir düşman askerinin yayından fırlayan ok, bebeğin boğazına isabet etti. Bunun üzerine İmam Hüseyin şöyle dedi:

“Allahım! Önce yardım vaadiyle bizi çağıran, sonra bizi öldüren bu toplulukla bizim aramızda sen hüküm ver!”

Üçüncü rivayet
Ebu Mihnef şöyle rivayet eder: “İmam Hüseyin çökmüş, oturmuştu (ayakta duracak, çarpışacak gücü kalmamıştı), bir bebek ona doğru geldi. İmam Hüseyin bebeği dizine oturttu. Bebeğin adının Abdullah olduğu söylenmiştir. Esed kabilesinden Ukbe b. Beşir bana anlattı: İmam Bâkır bana, ‘Esed Oğullarında bizim bir kanımız var.’ dedi. ‘Allah size rahmet eylesin, benim günahım nedir? Ve bu kan kimin kanıdır?’ dedim. İmam Bâkır, ‘Hüseyin’in bebeği ona doğru gelip kucağına oturdu. O esnada siz Esed Oğullarından biri bir ok fırlatıp bebeği öldürdü. İmam Hüseyin kanı avuçladı, havaya serperken: Allahım! Bize nusretini göndermedin, bunu hayırlı bir yerde sakla ve intikamımızı zalimlerden al! dedi.”

Dördüncü rivayet
İbn A’sem’in (ö. 320/932’den sonra) naklettiği sahih kabul edilen rivayet ise şöyledir:

10 Muharrem 61/10 Ekim 680 Âşura Günü, İmam Hüseyin, İmam Hasan’ın yadigârı Kasım’ın cansız bedenini oğlu Ali Ekber’in naaşının yanına yatırdıktan sonra haykırdı:

“Resulullah’ın haremini savunacak kimse yok mu? Ehl-i Beyt hakkında Allah’tan korkan bir muvahhid yok mu? Allah’a ümit bağlayıp bize sığınma verecek kimse yok mu? Allah’a ümit bağlayıp bize yardım edecek kimse yok mu?”

Ali Asgar'ın şehid düştüğü makam
Kerbela
İmam Hüseyin’in bu sözlerini duyan kadınlar ve çocuklar ağlaşmaya başladı. Sonra İmam Hüseyin, Hz. Zeyneb’den (sa) en küçük oğlu Ali Asgar’ı getirmesini istedi: “Oğlumu getir de vedalaşayım!” Hz. Zeyneb bebeği ağabeyine verdi. İmam Hüseyin bebeği kucakladı, öpmek istedi. Tam o esnada Hermele b. Kahilî bir ok fırlattı. Ok bebeğin boğazını deldi. İmam Hüseyin kız kardeşine bebeği almasını söyledi. Sonra iki avucunu bebeğin boğazından akan kanla doldurup, kanı havaya savurdu. Şöyle dedi:

“Başıma gelenlere tahammül etmek benim için kolay; çünkü her şey Allah’ın mahzarında oluyor!”

İmam Muhammed Bâkır (as) Ali Asgar’ın kanının bir damlasının bile yere düşmediğini rivayet etmiştir.

İmam Hüseyin kılıcının kabzasıyla bebeğe küçük bir mezar kazmış, cenaze namazı kıldıktan sonra onu toprağa vermiştir.

*
Boşnak fakih, şair ve sufî şeyhi Asaf Durakovic, Kerbela Destanı'nda, Ali Asgar’ın şehadetini şöyle anlatır:

Üç günden beri boğazından ne süt ne su geçti yavrumun
Azıcık can gelsin ona, Allah rızası için verin bir yudum
Şayet kendim için istediğimi düşünüyorsanız suyu
Ellerinizle içiresiniz diye ona, size emanet edebilirim oğlumu
Rabbim karşılıksız bırakmaz yapılan hiçbir hayrı, zerre kadar dahi olsa
İstemez misiniz amel defterinize yazılsın son bir hayır daha

Düşman saflarında bir huzursuzluktur baş gösterdi bu sözler işitilince
Lanet üstüne lanet yağdırıyordu bazı askerler İbn Sad ve Yezid’e
İsyandan korkan İbn Sad, döndü taş kalpli bir zebella olan Hermele’ye
Ve ona şu emri verdi: Yayınla ve okunla karşılık ver Hüseyin’in isteğine
Hermele bir an tereddüt etmeden koyuldu oku yaya yerleştirmeye
Üç başlı çatallı okun hedefe ulaşması bir oldu yayın kirişinin titremesiyle

O sipsivri ok delip geçti Hüseyin’in mübarek kolunu
Sonra saplanıp büktü Ali Asgar’ın narin boynunu
Yavrunun minicik yüzü titredi hafif bir tebessümle
O yavru işte bu tebessümle bıraktı kendini ebedî istirahata
Tam bu esnada titreyen zemini yarıp çıkan bir ses yükseldi feleğe
Dedi: Ya İmam, nasıl dayanırım bu masumun kanının dökülmesine

Ali Asgar’ın boynundan akan kanlar ağarken göğe
Gök gürleyerek dedi: Ya İmam, nasıl dayanırım bu olup bitenlere
Böyle bir ağırlığı taşıyamazdı zira yüklense bütün gökkubbe bile
İşte böyle ağır bir yükün altına girmişti şahit olanlar bu hadiseye
Hüseyin, Ali Asgar’ın kanına bulanmış elleriyle dokundu yüzüne
Ve kaldırdı ne eminin ne arşın taşıyabildiği bu yükü tevekkülle

Sonra oğlunun naaşını annesinin kollarına bıraktı Hüseyin
Kılıcıyla bir mezar kazıp o ufacık bedeni çöle defnetmek için
Farkındaydı, yaratılıştan beri var olagelen bütün şerlerin
Yavrusunun ölümüne sebep olan büyük öfkeye dercedildiğinin
Allah katında kurtuluş ümidi kalmamıştı artık Yezidlerin
Kendilerine verilen son fırsatı da ellerinin tersiyle ittikleri için[1]

Ertuğrul Ertekin

kaynak: Allame Seyyid İbn Tavus, Kerbela Şehitlerinin Ardından, çev. Cafer Bayar, İstanbul 2014, s. 86-87; Ebu Mihnef, Kerbela Vakıası, çev. Nuri Dönmez, İstanbul 2010, s. 193; Resul Caferiyan, Teemmulî der Nehzet-i Âşura, Kum 2007, s. 135-137; Seyyid Asgar Nazımzade Kummî, Ashab-ı İmam Hüseyin (as), Kum 2011, s. 194-202.
[1] Asaf Durakovic, Hüseyin Kerbela Destanı, çeviri: Öykü Sezer, İstanbul 2013, s. 86-87.

İmam Ali Makamı..Kerbela

İmam Ali  Makamı..Kerbela 


İmam Ali Makamı'nın eyvanı
Kerbelâ

Kerbela’nın merkezinde, Beynelharemeyn civarında, Belveş Meydanı yakınında, İmam Ali (as) Makamı vardı. Bu makam, 1930’lu yıllarda Faysal Caddesini genişletme çalışmaları sırasında Mutasarrıf Salih Cebr tarafından yıktırılmış, bundan sonra da caddeye İmam Ali Caddesi adı verilmiştir.

Kerbela'daki İmam Ali Makamı hakkında bilinenler oldukça azdır. Eyvanın yukarıdaki fotoğrafı, Muhammed Said Turayhi'nin çıkardığı Mevsim dergisinde yayımlanmıştır. 

1853 yılında Kerbela’yı ziyaret eden Avrupalı seyyah ve arkeolog William Luftes bu makamı görmüştür. Makamı şöyle anlatır: Kerbela dervazelerinin (şehir kapılarının) dışında küçük bir mescid vardı. Mescid, halkın anlattığına göre, İmam Ali'nin meşhur rüyayı gördüğü çadırının yerine yapılmıştır. 12 köşeli, 6 kapılı, dışında bir eyvan bulunan mescidin tavanını sütunlar taşımaktadır.

Avrupalı seyyah kitabında yapıya dair halk söylencelerini nakletmiştir. Halkın anlattığına göre İmam Ali Sıffin Savaşı’na giderken Kerbela'da konaklamış, burada kurulan çadırda oğlu Hüseyin'in şehid edileceğine dair bir rüya görmüş ve rüyasını ashabına anlatmıştır.

Hadisenin aslı tarih ve hadis kaynaklarında rivayet olunmuştur. Bu rivayetlerden bazılarını aşağıda naklediyoruz:

İbn Abbas şöyle rivayet etmiştir: 
Hz. Ali Sıffin Savaşı’na gittiğinde ben de onunla birlikteydim. Fırat nehri yanında bulunan Neyneva’ya (Kerbela) vardığımızda durdu ve yüksek sesle “Ey İbn Abbas, burayı bilir misin?” diye sordu. Ben “Hayır, ey Emirelmüminin!” cevabını verince şöyle buyurdu: “Eğer burayı bilseydin benim gibi ağlar, gözyaşı dökmeden buradan geçemezdin.”

Hz. Ali bunu dedikten sonra ağlamaya başladı; ağlamaktan sakalı ıslandı, gözyaşları göğsüne süzülüyordu. Onun bu halini görünce biz de ağlamaya başladık. Hz. Ali bir yandan ağlıyor, bir yandan şunları söylüyordu:

“Ah, ah! Benimle Ebu Süfyan oğulları arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Benimle küfür velilerinin, şeytan hizbinin ne ilişiği vardır? Sabret ve sabırlı ol ey Eba Abdillah! Senin onlardan çektiklerinin aynısını baban da çekti.”

Abdullah b. Neci babasından şöyle nakler:
Hz. Ali ile Sıffin Savaşı’na gidiyorduk. Neyneva denilen yere vardığımızda, Hz. Ali ağlamaya başladı; gözünden akan yaşlar toprağı ıslatıyordu. Sonra şöyle seslendi: “Ey Eba Abdillah, Fırat nehri kenarında sabırlı ol. Sabırlı ol ey Eba Abdillah!”

Neci şöyle ekler: Meselenin ne olduğunu sorduğumuzda Ali şöyle buyurdu:
Bir gün Resulullah’ın yanına gitmiştim; onu ağlarken buldum. “Ey Allah Resulü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa sizi kızdıran mı oldu?” diye sordum. Şöyle buyurdu: “Hayır, Cebrail sen gelmeden biraz önce buradaydı ve bana, Hüseyin’in Fırat nehrinin yanında şehid olacağı haberini verdi. Cebrail bana, ‘Onun (Hüseyin’in şehid olacağı) toprağını görmek ister misin?’ dediğinde, evet, dedim. Elini uzatıp bana bir avuç toprak verdi. İşte bu yüzden ağlıyorum.”

Esbağ b. Nubate ve Hasan b. Kesir şöyle rivayet etmiştir:
Sıffin Savaşı yolculuğunda Neyneva denen yere varmıştık. Hz. Ali’ye oranın Kerbela olduğu söylenince, (ağlayarak,) “Bela ve üzüntü yeridir.” buyurdu. Sonra eliyle bir yere işaret ederek, “Burası, bineklerinden inecekleri, yüklerini indirecekleri yerdir. Develerinin çökeceği yer de burası.” dedi. Sonra bir başka yeri işaret ederek, “Burası da kanlarının akıtılacağı yer.” buyurdu.

Esbağ b. Nubate’nin rivayetinde Hz. Ali’nin sözlerinin devamında şöyle buyurduğu geçer: “Resulullah’ın hanedanından bir bölük bu alanda öldürülecek; onların hâline yer ve gök ağlayacak.”

Ertuğrul Ertekin

Fotoğrafı Kerbela’dan gönderen Hz. Ebulfazl Abbas Türbesi Müdürlüğü’nde müdür yardımcısı olan Salah es-Sirac’a ve hadisleri tahric eden Abbas Kazımî Hocam’a teşekkür ederim.
_______________
kaynak: Dırasat havle'l-Kerbela, s.127; Musa Güneş, Kerbela Şehidlerine Ağlamak, Kevser Yayınları, 2. baskı, İstanbul 2014.

Müslim Akîl Türbesi ...Kufe

Kerbela Şehidleri: Müslim b. Akîl


Müslim b. Akîl'in Kûfe'ye gidişi
Muhammed Mudebbir, tarihsiz
253x204 cm
İran Rıza Abbasî Müzesi

Müslim b. Akîl b. Ebi Tâlib b. Abdilmuttalib’in babası Hz. Ali’nin (as) büyük kardeşi Akîl, annesi Halile isminde Kureyş’in Nabat kabilesinin Ferahid boyundan bir cariyedir. 

İbn Ebi’l-Hadid, Müslim’in annesini Akîl’e Muâviye b. Ebu Süfyan’ın satın aldığına dair bir rivayet nakletmektedir. Buna göre Muâviye, Şam’da misafir ettiği Akîl’e bir ihtiyacı olup olmadığını sormuş, Akîl de kıymetli bir cariye satın almak istediğini söylemiştir. Rivayette o sırada Akîl’in görme yetisini kaybettiği geçmektedir. Muâviye, Akîl’in bu isteğini mizah konusu yapıp, âmâ haliyle kıymetli bir cariyeyi ne yapacağını sormuştur. Muâviye’ye sinirlenen Akîl, “Ondan sinirlendirdiğinde senin başını vuracak bir oğul doğurmasını isteyeceğim.” karşılığını vermiştir. Bu rivayette, Muâviye’nin Akîl’e Müslim’in annesi olacak cariyeyi satın aldığı geçmektedir.

İbn Ebi’l-Hadid, Müslim b. Akîl ile ilgili de bir rivayet nakleder. Buna göre Müslim on sekiz yaşındayken Medine’deki kıymetli arazisini Muâviye b. Ebi Süfyan’a satmış; ancak sonradan durumdan haberdar olan İmam Hüseyin’in (as) araya girmesiyle satış muamelesi feshedilmiştir. İbn Ebi’l-Hadid, Müslim’in kendisinden verdiği parayı geri isteyen Muâviye’yi tehdit ettiğini nakletmektedir. Bu tehdit üzerine Muâviye Müslim’e babasının yukarıda naklettiğimiz sözünü hatırlatmıştır. Muâviye araziyi İmam Hüseyin’e geri vermiş, ödediği parayı da Müslim’e hediye etmiştir.

İbn Hibban es-Sikat’ında,  Abdülmuttalib soyu içinde Hz. Peygamber’e en çok Müslim’in benzediğini yazmaktadır. İbn A’sem ise, Müslim b. Akîl’in Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali’nin ordusunun sağ cephesinde mücadeleye katıldığını rivayet etmektedir.

Müslim b. Akîl, Hz. Ali’nin kızı Rukayye ile evlenmiş, bu evlilikten Abdullah ve Ali adında iki oğlu olmuştur. Rukayye’nin vefatından sonra Hz. Ali’nin diğer kızı Küçük Ümmü Külsüm ile evlenen Müslim’in bu evlilikten de Humeyr adında bir kızı olmuştur. Müslim’in diğer evliliklerinden de çocukları olduğu rivayet edilmiştir. Buna göre Müslim, beş erkek, bir kız çocuğu babasıydı. İki oğlu İmam Hüseyin’in (as) yanında Kerbela’da, iki oğlu Kerbela Olayı’ndan sonra Haris tarafından şehid edilmiştir; beşinci oğlu hakkında bilgi bulunmamaktadır.

*
Muâviye b. Ebu Süfyan’ın daha sağlığında veliaht tayin ettiği oğlu Yezid, babası 60/680 yılında ölünce halife oldu. Yezid evvelemirde halkın kendisine biat etmesinin sağlanmasını istedi. İmam Hüseyin, Yezid’in biat talebine menfi cevap verenlerin başında geliyordu. Bunun üzerine Yezid, Medine valisine haber göndererek İmam Hüseyin’den biat almasını emretti. Validen süre isteyip Medine’den Mekke’ye giden İmam Hüseyin, burada bulunduğu sırada, başta Kûfe’nin ileri gelenleri olan Süleyman b. Sured, Müseyyeb b. Nacibe, Rufaa b. Şeddad ve Habib b. Muzahir olmak üzere, Kûfe’deki taraftarlarından oraya gidip başlarına geçmesini isteyen mektuplar aldı. Adı geçenlerin imzaladığı ilk mektubu Abdullah b. Misma ve Abdullah b. Val Mekke’de İmam Hüseyin’e ulaştırmıştır. Bu mektubun gönderilmesinden yaklaşık iki gün sonra İmam Hüseyin’e bu kez, Kays b. Musahhar (veya Müshir) Saydavî, Abdurrahman b. Abdullah Kedin, Umare b. Ubeyd Selulî’nin imzalarını taşıyan bir başka mektup gönderildi. Üçüncü mektupta ise Hani b. Hani Sebiî ve Said b. Abdullah’ın imzaları vardı. Seyyid İbn Tavus’un bildirdiğine göre İmam Hüseyin’e gönderilen mektupların sayısı on iki binin üzerindedir. Mektupların sayısı çoğalınca İmam Hüseyin, ihtiyata riayet ederek, kimsenin adını anmadan, Kûfelilere hitaben bir cevap mektubu yazdı.

İmam Hüseyin, Rükn ile Makam arasında veya Mescid-i Nebevî’de iki rekât namaz kıldıktan sonra, cevap mektubunu, durumu araştırması ve hareketi organize etmesi için amca oğlu Müslim ile Kûfe’ye gönderdi (15 Ramazan 60/19 Haziran 680). Önce Medine’ye giden Müslim yakınlarıyla görüştükten sonra, Kays kabilesinden yolu bilen iki kişiyi de yanına alarak, bir grupla beraber yola çıktı. Kafile, Medine-Kûfe güzergâhında yolunu kaybetti ve bu esnada iki rehber susuzluktan can verdi. Müslim güçbelâ yola devam edip Batnü’l-Hubeyt yakınlarındaki Madik denilen mevkie ulaştı ve orada susuzluğunu giderdi. Müslim bu mevkide bir mektup yazıp İmam Hüseyin’i başına gelenlerden haberdar etti ve ondan kendisini bu görevden almasını istedi. Müslim’in bu mektubu Kays b. Musahhar ile gönderdiği rivayet edilmiştir. İmam Hüseyin cevap mektubunda Müslim’den görevini tamamlamasını istedi. Sıkıntılı geçen bir yolculuğun ardından Müslim, 5 Şevval 60/9 Temmuz 680 tarihinde Kûfe’ye ulaştı.

Müslim b. Akîl, Kûfe’ye girince hemen Muhtar b. Ebi Ubeyd Sekafî’nin evine gitti. Muhtar, Şiî olmakla birlikte, Kûfe Valisi Numan b. Beşir’in damadıydı. Dolayısıyla vali onu bu evde aramayacaktı; fakat vali zamanla şehirdeki hareketlenmeden şüphelendi ve durumdan haberdar oldu. Müslim, Muhtar’ın evine yerleşince Kûfe Şiîleri onun evinde toplanmaya başladı. Müslim İmam Hüseyin’in cevap mektubunu topluluğa okudu. Abis b. Ebu Şebib Şakirî ayağa kalkarak, Şiîleri Yezid b. Muaviye’ye karşı mücadeleye çağıran bir konuşma yaptı. Ardından Habib b. Muzahir ve Said b. Abdullah da benzer konuşmalar yaptılar ve topluluk Müslim’e biat etti. Şeyh Müfid ve Seyyid İbn Tavus, İmam Hüseyin adına Müslim’e biat edenlerin sayısının on sekiz bini bulduğunu nakletmektedir. Müslim, davetiyle, Muâviye’den sonra Irak’ta ve Emevî muhalifleri arasında ortaya çıkan boşluğu doldurmuştu. Zamanla insanlarla açıktan görüşmeye başladı.

Neticede Müslim, Kûfe’de geçirdiği bir ay beş veya yedi günün ardından, şehadetinden yirmi yedi gün önce, 12 Zilkade 60/14 Ağustos 680 tarihinde İmam Hüseyin’e bir mektup yazdı ve Kûfelilerin kendisini en kısa zamanda beklediğini bildirdi. Mektubu Abis b. Ebu Şebib Mekke’de İmam Hüseyin’e ulaştırdı. Bu esnada Müslim, silah teminiyle meşguldü ve silahlardan anlayan Ebu Semame Saidî’yi silah satın almakla görevlendirdi.

Öte tarafta Kûfe Valisi Numan b Beşir olan bitenden haberdar olmuştu. Minbere çıkıp bir konuşma yaptı ve insanlara fitne çıkarmamalarını tembihledi, fitnecilerle savaşmaktan çekinmeyeceğini ekledi. Valinin konuşmasını mevcut durumda yetersiz bulan ve onu savaşa kışkırtamayan Abdullah b. Müslim, Müslim b. Said Hazremî, ardından Umare b. Ukbe, Muhammed b. Eşas b. Kays ve Ömer b. Sad b. Ebu Vakkas, Yezid b. Muâviye’ye birer mektup yazıp durumu bildirdiler.

Yezid b. Muâviye mektupları alınca Numan b. Beşir’in Kûfe’yi çekip çeviremeyeceğini anladı ve babasının zeki azatlısı Sir Cevn ile meşveret edip Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyad’ı Kûfe’ye vali atadı. Muâviye’nin azatlısına teslim ettiği, sonradan Yezid’in eline geçen vasiyetinde Irak’ta ortaya çıkması muhtemel isyanda Ubeydullah b. Ziyad’ı vali tayin ettiği rivayet edilmiştir. Fermanını Müslim b. Amr Bahilî ile İbn Ziyad’a gönderen Yezid, ona bir an önce Kûfe’ye gitmesini ve Müslim b. Akîl’i ya Kûfe dışına çıkarmasını ya da öldürmesini emretti.
 
 Müslim b. Akîl Türbesi
Kufe 
Ubeydullah b. Ziyad, Yezid’in mektubunu alır almaz kardeşi Osman b. Ziyad’ı yerine vekil atadı ve aralarında Amr b. Müslim, Şerik b. Aver Harisî, Abdullah b. Haris b. Nevfel’in de bulunduğu beş yüz Basralı ile birlikte Kûfe’ye hareket etti. İçten içe Ehl-i Beyt’e muhabbet besleyen ve Sıffin’de Hz. Ali’nin yanında savaşan Şerik b. Aver’in, İmam Hüseyin’in İbn Ziyad’dan önce Kûfe’ye varmasını umarak, yavaş hareket ettiği rivayet edilmiştir. Fakat İbn Ziyad kararlı davranmış, hızlı hareket edip onu geride bırakmıştır.

İbn Ziyad, Kûfe’nin girişinde havanın kararmasını bekledi. Akşamüstü, tanınmamak için başına siyah sarık sardı, Yemen elbisesi giyindi ve yüzünü bir bezle örttü. Amacı, Kûfelilerin İmam Hüseyin’in geldiği zannına kapılmalarını sağlamaktı. İbn Ziyad amacına ulaştı; Kûfeliler onun İmam Hüseyin olduğunu düşünerek karşılamaya çıktılar. İbn Ziyad bu şekilde Hükümet Konağına gitti. Şiîler İmam Hüseyin sanarak İbn Ziyad’ın etrafını sarınca, Amr b. Müslim gerçeği açıkladı. İbn Ziyad geceyi konakta geçirdikten sonra sabah erkenden halkın mescitte toplanmasını emretti ve orada bir konuşma yaparak halkı Yezid’e muhalet etmekten sakındırdı ve itaat etmeleri durumunda ödüllendirileceklerini vaat etti. Konuşmadan sonra Hükümet Konağına dönen İbn Ziyad görevlilerden Kûfe’deki yabancıların tespit edilmesini istedi.

Müslim b. Akîl, Ubeydullah b. Ziyad’ın Kûfe’ye geldiği öğrendikten sonra Muhtar’ın evinden ayrılıp Mezhic kabilesinin liderlerinden Hani b. Urve’nin evine sığındı ve orada Şiîlerle gizlice görüştü. Bu esnada İbn Ziyad, Kûfe’de tanınmayan azatlısı Makil’ı üç bin dinar karlığında casusluğa zorladı. Makil’a Suriye’den Müslim’in davetine katılmak amacıyla geldiğini söylemesini, biat ettikten sonra isyan hazırlıklarında kullanılmak üzere elindeki parayı ona vermesini emretti.

Bu sırada Ubeydullah b. Ziyad’la birlikte Basra’dan gelen, yolda yavaşlayarak İbn Ziyad’ın Kûfe’ye girişini geciktirmeye çalışan Ehl-i Beyt muhibbi Şerik b. Aver Kûfe’ye ulaştı ve Hani b. Urve’nin evine gitti. Şerik, Hani’nin evinde bulunduğu sürece ona Müslim’in emirlerini uygulamasını salık verdi. Şerik bir müddet sonra hastalandı. İbn Ziyad, hastalandığını öğrenince Şerik’i ziyaret etmek istedi ve adam gönderip akşam Hani’nin evine geleceğini bildirdi. Bunun üzerine Şerik, Müslim’den fırsattan istifade edip İbn Ziyad’ı öldürmesini istedi. Fakat Müslim Hani’nin rahatsız olacağını bildiği için İbn Ziyad’ı onun evinde öldürmek istemedi. Müslim, İbn Ziyad’ın ziyareti esnasında bir köşeye gizlendi ve yerinden çıkmadı. Şerik’in saklandığı yerden çıkıp İbn Ziyad’ı öldürmesi için, su isteme bahanesiyle, defalarca Müslim’e işaret verdiği rivayet edilmiştir. Üç gün sonra Şerik öldü. Sonradan Şerik’in Müslim’den kendisini öldürmesini istediğini öğrenen İbn Ziyad, “Babamın kabri Iraklılar kabristanında olmasaydı, kabristanı alt üst eder, Şerik’in cenazesini dışarı çıkarırdım.” demiştir.

Öte yanda casus Makil, Müslim b. Avsece’nin İmam Hüseyin için biat topladığını öğrenip ona yakınlaştı. Neticede Müslim b. Avsece’nin güvenini kazanan Makil, ondan Müslim’in saklandığı yeri öğrendi ve faaliyeti hakkında bilgi aldı.

Makil’dan aldığı bilgiler doğrultusunda Hani’yi konağa çağıran İbn Ziyad, ondan Müslim’i teslim etmesini istedi. Hani onu teslim etmeyeceğini söyledi. Bu sırada Hani’nin öldüğü haberi yayılmış, akrabaları da konağın etrafını sarmıştı. Bunun üzerine, İbn Ziyad’ın isteğiyle, Hani’yi gören Kadı Şüreyh dışarı çıkıp Hani’nin sağ olduğunu, bir soruşturma için sarayda tutulduğunu söyleyerek yakınlarının dağılmasını sağladı. Müslim Abdullah b. Hazım’ı konağa gönderip Hani’nin durumunu araştırdı. İbn Ziyad, Hani’yi tutuklamış, işkence etmişti.

Hani’nin öldürüldüğü haberi Müslim’e de ulaşmıştı. Bu haber üzerine Müslim, taraftarlarıyla birlikte İbn Ziyad’la savaşmaya karar verdi ve etrafında toplanan kalabalıkla birlikte mescide yürüdü. Bu sırada İbn Ziyad mescitte konuşma yapıyordu. Alelacele Hükümet Konağına sığındı ve kapıları kapattırdı. Konağın mescide açılan bir kapısı vardı. Bunun üzerine Müslim’in 300 kişilik ordusu konağın etrafını kuşattı. Fakat kuşatmada konağın Rumlular Kapısı denilen arka kapısı, rivayetlerin açıklamadığı bir nedenle, kontrol edilmedi ve Kûfe eşrafı bu kapıdan İbn Ziyad ile irtibat kurdu. Kûfe eşrafı İbn Ziyad’ın kışkırtmasıyla halkı Şam ordusunun geldiğini söyleyerek korkuttu. Öte taraftan kabile reisleri kendi mensuplarını Müslim’den uzaklaştırdı. İnsanlar “Başkaları bizim yerimizi doldurur.” diyerek birer ikişer Müslim’in yanından uzaklaştı. Birkaç saat sonra, akşam ezanı okunduğunda Müslim’in yanında sadece on veya otuz kişi kalmıştı. Namazı onlarla birlikte kıldı. Veya İbn Tavus’un rivayetine göre onlar da namazdan önce dağılıp gitti.

İbn Ziyad, Müslim b. Akîl’in yalnız kalmasından sonra halka bir konuşma yaptı: “Müslim b. Akîl, Müslümanlar arasında fitne çıkarmış, bölücülük yapmıştır. Bu yüzden onu evinde bulduğumuz kimsenin mahremiyetini tanımayacak, evine girip onu öldüreceğiz. Biatinizde ve itaatinizde sabitkadem olun!” Konuşmasından sonra İbn Ziyad konağa geçip Müslim’in peşine adam saldı ve bütün evlerin tek tek aranmasını emretti. Amr b. Hureys’in eline bir sancak verip onu halk birliklerinin komutanı yaptı. Bu sırada Müslim’in yerinin tespit edildiğini öğrenen Muhtar b. Ebu Ubeyd Sekafî Kûfe’nin Fil Kapısı’na ulaşmıştı. Muhtar’la karşılaşan Hani b. Ebu Hayya Amr b. Hureys’e Muhtar’ın geldiğini haber verdi. Amr b. Hureys’in kendisini himaye etmesi ve aman vermesi üzerine Muhtar sabaha kadar Amr’ın bayrağının altında oturdu.

Müslim b. Akîl sığınacak bir yer arıyordu. Bu sırada kendisine nereye gittiğini soran Said b. Ahnef’in sesini duydu. Said ona şehir kapılarının kapatıldığını, her yerde arandığını söyledi ve onu, Muhammed b. Kesir’in evine götürdü. Ancak bir süre sonra İbn Ziyad Müslim’in yerinden haberdar oldu ve evin etrafı kuşatıldı. Muhammed b. Kesir ile oğlu Hükümet Konağına götürülüp öldürüldü. Hızla Muhammed’in evinden kaçan Müslim yolda karşılaştığı Tava adlı kadından önce su istedi, sonra da ondan kendisini evine almasını talep etti. 8 Zilhicce 60/9 Eylül 680 tarihinde Tava Müslim’i evine aldı. Müslim burada gece geç saatlere kadar ibadet etti. Sabaha karşı uykuya dalan Müslim rüyasında amcası Hz. Ali’yi gördü. Hz. Ali ona, “Yarın bize katılacaksın!” diyordu.

9 Zilhicce 60/10 Eylül 680 sabahı, Tava’nın oğlu Bilal, Muhammed b. Eşas’ın oğlu Abdurrahman’a Müslim’in annesinin evinde olduğunu söyledi. Abdurrahman babasına haber verdi, babası da İbn Ziyad’a. İbn Ziyad, Muhammed b. Eşas’a, Ubeydullah b. Abbas’la birlikte yetmiş asker alıp Tava’nın evini kuşatmasını emretti. Müslim atların ayak seslerinden evin kuşatıldığını anladı ve kılıcına davranıp evden çıkmak istedi. Müslim’in kendi kendine “Müslim! Ölümden kaçma! Ondan kaçış yok!” dediği rivayet edilmiştir. Çarpışma başladı. Askerler Müslim’e karşı koyamıyordu. Bunun üzerine Muhammed b. Eşas Müslim’e aman vereceğini vaat etti. Müslim inanmadı, çarpışmaya devam etti.  Bir süre sonra yorgun düştü. Muhammed b. Eşas tekrar aman vaadinde bulundu. Beraberindekiler de aman vereceklerini vaat ettiler. Bunun üzerine Müslim dışarı çıktı, ardından konağa götürüldü.

Hükümet Konağının kapısına vardıklarında Müslim b. Akîl, konağa girmek isteyen bir toplulukla karşılaştı. Aralarında Umare b. Ukbe b. Ebi Muit, Amr b. Hureys, Müslim b. Amr ve Kesir b. Şehab’ın da vardı. Müslim susamıştı, su istedi. Müslim b. Amr, “Cehennemdeki hamim suyundan içene dek sana su yok!” dedi. Müslim ona kim olduğunu sorunca, kendisini imamına bağlı muti bir Müslüman olarak tanıttı. Sonra Amr b. Hureys, kölesi Süleyman’la Müslim’e bir testi su, bir de tas gönderdi. Suyu tasa koyup içmek istediğinde su kana bulandı. İkinci defa da aynı şey olunca Müslim, “Eğer bu benim rızkım olsaydı içmek nasip olurdu.” dedi ve su içmekten vazgeçti. Sonra konağa girdiler.

İbn Ziyad Müslim’i görünce, “İmamına karşı kıyam edip Müslümanların birliğini mi bozmak istiyorsun?” dedi. Müslim, Muâviye’nin ve oğlunun hilafetini tanımadığını, onların Peygamberin vasisinin hilafetini gasp ettiklerini söyledi. İbn Ziyad, Müslim’i halkın önünde karalamak için ona, “Sen Medine’de içki içiyordun,” dedi. Müslim kendinden emin cevap verdi: “Günahsız insanları öldürmek kendisi için önemsiz bir şey olan senin gibi birine içki içmek daha çok yaraşır!” Aralarında başka konuşmalar da geçti.

Bu esnada İmam Hüseyin’i düşünen Müslim, Kureyşli olan ve akrabası olduğunu iddia eden Ömer b. Sad’a vasiyette bulunmak istedi. Ömer b. Sad’a ilk vasiyeti, elçi gönderip İmam Hüseyin’in Kûfe’ye gelmesine engel olmasıydı. İkinci vasiyeti, cenazesinin kefenlendikten sonra defnedilmesi; üçüncüsü, kılıcının ve diğer eşyalarının satılıp borcunun ödenmesi oldu. Ömer b. Sad, Müslim’in kendisine gizlice ettiği vasiyeti sonradan İbn Ziyad’a söyledi.
 
 Müslim b. Akîl Türbesi
Kufe 
9 Zilhicce 60/10 Eylül 680’de İbn Ziyad’ın emriyle daha önce Müslim’in kılıç darbeleriyle yaralanan Bukeyr b. Hamran, Müslim b. Akîl’i konağın damına veya duvarının üzerine çıkardı. Müslim yürürken Allah’ı zikrediyor, bağışlanma diliyor ve salâvat okuyordu. Konağın damında cellâdı, Müslim’in başını bedeninden ayırıp başı ile bedenini damdan aşağı attı. Ardından Müslim’in kesik başı İbn Ziyad’a götürüldü… 

Ertuğrul Ertekin 
_________________
kaynak:Allame Seyyid İbn Tavus, Kerbela Şehitlerinin Ardından, çev. Cafer Bayar, İstanbul 2014; Ebu Mihnef, Kerbela Vakıası, çev. Nuri Dönmez, İstanbul 2010, s. 112-127; İsmail Yiğit, “Müslim b. Akîl”; Resul Caferiyan, Teemmulî der Nehzet-i Âşura, Kum 2007, s. 71-87, 165-172; Seyyid Asgar Nazımzade Kummî, Ashab-ı İmam Hüseyin (as), Kum 2011, s. 379-411.

Hz. İsmail'den Amr b. Luhay Dönemine Kadar Kâbe'nin Hizmetleri

Hz. İsmail'den Amr b. Luhay Dönemine Kadar Kâbe'nin Hizmetleri

Kâbe tasvirli çini
İznik, 1600, 
34,5x29,5 cm
David Koleksiyon
Hz. İsmail, babası Hz. İbrahim’den devraldığı Kâbe’nin hizmetleri görevini 100 yılı aşan hayatı boyunca yerine getirmiş ve vefatından önce görevi oğlu Nabit’e tevdi etmiştir. Nabit’ten sonra ise İsmail oğulları küçük yaşta olduklarından dede Mudad b. Amr el-Cürhümî emirlik görevini devralmıştır. 

Kahtanîler’e mensup eski bir Arap kabilesi olan Cürhümîlerin anayurtları Yemen’dir. Cürhümîler, Âd, Semud, Tasm ve Cedis kabileleri gibi asırlar önce meydana gelen bir afet neticesinde tarih sahnesinden silinen Araplardandır (Arab-ı bâide). Bu afetten kurtulan Cürhümîler daha sonra çeşitli sebeplerle Yemen’den Hicaz’a göç ederek Mekke’ye yerleşmişlerdir. Hz. İbrahim karısı Hacer ile oğlu İsmail’i onlar Mekke’de bulundukları sırada buraya getirip bırakmış veya onlar Hz. İbrahim’in gelişinden sonra bu bölgeye göç etmişlerdir. Cürhümîlerin arasında büyüyen Hz. İsmail onların ileri gelenlerinden birinin kızıyla evlendiğinden aralarında akrabalık bağı oluşmuştur.

Cürhümîler üç yüz yıl Mekke’ye hâkim oldular. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini kabul eden Cürhümîler daha sonra sapıklığa düştüler, gizli açık her türlü ahlâksızlığı yapmaya başladılar. Son zamanlarında haramı helal yapıp Kâbe’de şarap içmeye, Beyt’e hediye edilen kıymetli eşyalara el uzatmaya, hacılara işkence etmeye başladıklarında zemzem kuyusunun suyu çekildi. Bunun üzerine Mekke halkı, Huzaa kabilesinin ve Beni Bekir b. Abdümenat ile Amr b. Haris b. Mudad’ın yardımıyla Cürhümîlerle savaştılar ve onları Mekke’den sürdüler. 

Bu mücadelede özellikle Kinane’nin Bekir b. Abdümenat kolu Huzaa kabilesiyle birlikte hareket etmişti. Cürhümîler Mekke’den ayrılmadan önce Hacerülesved’i yerinden çıkarıp, savaş silahları ve İran kralının hediye ettiği iki altın keçi heykeliyle birlikte, suyu çekilen zemzem kuyusunun içine attılar ve kuyunun üzerini taşlarla kapattılar. Bu tarihten sonra, Hz. Peygamber'in dedesi Abdülmuttalib'e kuyunun yeri rüya yoluyla gösterilene değin, kuyunun yeri bir daha bulunamamıştır. Zemzem suyunun yeri bilinmediğinden, Abdulmuttalib dönemine kadar, Mekke halkının ve hacıların su ihtiyacı, kazılan kuyulardan çıkan sulardan karşılanmıştır. Bu yeterli olmadığında, Kusay b. Kilab döneminde olduğu gibi, Mekke dışından su getirilmiştir.

Cürhümîlerden sonra Kâbe’nin hizmetleri görevi Amr b. Luhay’a geçti. Amr b. Luhay’ın İsmail oğullarıyla akrabalığı vardı, ancak Huzaa kabilesinde dünyaya gelmişti. Amr, Mekke'ye ilk putu getiren kişi olarak da tarihe geçmiştir. Bir iş için gittiği Şam’dan Mekke’ye dönerken Belka yöresindeki Meâb’da (Moab) Amâlika (başka bir rivayete göre el-Cezire’deki Hit şehri) halkının putlara taptığını görmüş ve onlara inançları hakkında sorular sormuştur. Oradan ayrılırken onlardan bir put isteyen Amr b. Luhay, Hübel’i (veya Menât’ı) beraberinde Mekke’ye getirmiş ve onu zemzem kuyusunun üst tarafına, Kâbe’ye yakın bir yere koyarak Mekkelileri ona tapınmaya çağırmıştır. Zamanla her bir kavim kendi putunu Kâbe’nin içinde bir yere koymaya başlayınca, Kâbe içindeki üç yüz altmış putla bir puthaneye dönüşmüştür.

Ertuğrul Ertekin
_______________
kaynak: Abdülkerim Özaydın, “Amr b. Luhay”; Ahmet Önkal, “Cürhüm”; Casim Avcı, “Kinane”; Gulamrıza Efrasyabî, “Bunyan-i Kâbe”, Âyine-i Miras, Sayı: 23, 1383, s. 7-26; Muhammed Taki Rehber: “Emakin ve Asar: Zemzem der Tahavvulat-ı Tarih”, Mikat-ı Hac, 1379, Sayı: 32, s. 85-102.

alıntıdır..http://siilikarastirmalari.blogspot.com.tr/