KARIŞIK

25 Ocak 2016 Pazartesi

KABAŞA

KABAŞA


Köstendil velîlerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Aslen İştib kazasının bir köyündendir. Kabaşa diye meşhur olmuştur. Halîm, selîm, yumuşak huylu kerâmet sâhibi bir zâttı.
Gençliğinde gâyet cesur bir kimseydi. Bâzı kötü arkadaşlarla berâber olması sebebiyle bir müddet yol kesiciliğe heves edip gezip dolaşmış, sonra kendisinde bir hal meydana gelip bütün kötü işleri, sözleri ve hareketleri terk etmiş, köyündeki mallarını, çoluk-çocuğunu da bırakarak meczûbâne, mecnûnâne ve dîvâne bir halde dolaşmıştır. Çoğunlukla İştib, Kara Tuvâ ve Köstendil'de kalmıştır. Büyük küçük herkes kendisini severdi. Dâimâ sükût üzere olup, ağzında dili dâimâ bir şeyler okur gibi hareket ederdi. Fakat ne okuduğu anlaşılmazdı.
Bir gün Köstendil sâkinlerinden bir sipâhî, kış günü İstanbul'dan gelirken akşam vakti hava karlı ve gâyet fırtınalı imiş. Yolda Kabaşa'ya rastlayıp, selâm vermiş. Selâmını almış ve yol güzergâhını değiştirip Merîc Yalısına doğru gitmiş. Hattâ o sipâhînin hatırına; "Bu dîvane bu vakitte buralarda böyle yalnız ve yayan niçin gezer. Bu havada bir yerde helak olur, gider" diye gelmiş. Köstendil'e gece vakti gelip ertesi günü kahvehâneye gittiğinde Kabaşa'yı orada otururken görüp, hayretle Kabaşa'ya ne zaman geldin dediğinde; "Ne tûfan, ne bora idi o." deyip, başka bir şey konuşmamış.
Bahr-ul-Velâya kitabİnİn müellifi Süleymân bin Hasan Köstendilî anlatİr: "Yazİn ço?unlukla çiftli?imizde kalİrdİm. Bir gün meczûb KabaŞa yalnız başına çiftliğe gelip, doğruca harman yerine vardı. İki üç gün harmanda ırgatlar ile sabahtan akşama kadar çalıştı. Bir sabah âniden ortalıktan kayboldu. Bir gün büyük kardeşim ÇelebiEfendi hazretlerinin konağında, birâderlerim Emîn Ağa, Abdullah Ağa ve bu fakîr dîvânhânede dururken Kabaşa çıkageldi. Bir direğe yaslanıp, uzun müddet hepimize baktı. Sonra bana yönelip, hayli zaman gözünü başka tarafa çevirmeden devamlı baktı. Bu sırada söylediği sözler ile hoş anlar geçti.
Bir gün Kabaşa, kalabalık bir kahvede oturuyordu. Bu sırada başını kaldırıp; "Bak şuna! Beyaz tazı tilkiyi tuttu." deyip güldü. Orada bulunanlar, buna hayret edip, bunu söylemekle ne demek istediğine dâir sözler söylendi. Şeyh Mustafa Efendinin oğlu da oradaydı. Onun bu sözü boş değildir, diyerek merakla beklediler. O sırada, dağdan avcılar gelip, kahvehânenin önünden geçtiler. Çantalarında bir tilki asılı idi. Şeyh Mustafa Efendinin oğlu tilki sâhibine; "Bu tilkiyi hangi tazı tuttu, ne vakit tuttu." diye sordu. Avcı; "Şu beyaz tazı tuttu". Vakit olarak da Meczûb Kabaşa'nın o sözleri söylediği vakitte yakalandığını bildirdi.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SİNE SİNE
Bir sene yağmur yağmayıp, susuzluktan ekinler neredeyse kuruyup zâyi olacaktı. Halk perişanlık ve şaşkınlık içerisinde idi. Bir gün Kabaşa'nın bir direk üzerine binip "Sine sine, sine sine." dediğini görürler. Yanında bulunanlar onun bu sözünden bir şey anlamazlar ve; "Acabâ bu dîvânenin böyle söylemekten maksadı nedir?" derler. Bu sırada havada bulut yokken, birdenbire bulutlar görülür ve sine sine gâyet bol yağmur yağar. Birkaç gün devamlı sine sine yağmur yağıp, ekinler suya iyice kanmış. Allahü teâlânın izniyle kuraklık sıkıntısı gitmiş.

KAYNAKLAR
1) Bahr-ul-Vilâye

ÜRYÂNÎ MEHMED DEDE

ÜRYÂNÎ MEHMED DEDE


Rumeli velîlerinin büyüklerinden. İsmi Mehmed'dir. Rumeli'de Rusçuk yakınlarında Yergöğü kasabasında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Annesi sâliha bir hanım olup, asrının Râbia'sı diye bilinirdi. Her ikisinin de birçok kerâmetleri görüldü.
Küçük yaşta ilim tahsîli ile meşgûl olan Üryânî Dede, çeşitli dallarda ilim sâhibi olduktan sonra, aşk-ı ilâhî'nin cezbesine kapılıp kendinden geçti. Dizkapağı ile göbeği arası hâriç, diğer taraflarına bir şey giymez oldu. O şekilde etrafta dolaşmaya başladı. Mısır'a kadar gitti. Birkaç sene Kâhire çevresinde kalıp, sıkıntı ve riyâzetler çekti. Vahşîlerle birlikte nice yıllar geçirdi. Yıllar sonraKâhire'ye girdi. Gülşenî dergâhına vardı. O sırada İbrâhim Gülşenî hazretleri vefât etmiş, oğlu Emîr Ahmed Hayâlî yerine kalmıştı.Emîr Ahmed Hayâlî, Üryânî Dede'yi görünce; "Hüner, insan olmaktır, hayvan gibi ot otlamak değildir." deyip, nasîhatte bulundu. O da orada kalıp, Hayâlî'nin feyz ve himmetinden istifâde etti. Zâhir ve bâtın ilimlerinde kemâle geldi. Ahlâkı güzelleşti. İbâdet ve hâlleri düzeldi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını,Resûl-i ekremin yolunu yaymak vazifesi ile memleketine geri gönderildi.Yergöğü'nde ikâmet edip, İbrâhim Gülşenî hazretlerinin mesnevî tarzında yazdığı Mânevî adlı eserini okuyup açıkladı. İnsanlara nasîhatlerde bulundu. 1590 (H.999) senesinde Yergöğü'nde vefât edip annesininyanına defnedildi. "Yergöğü'nün kutbu vefât eyledi." şeklinde vefâtına târih düşürüldü. Her ikisinin kabri de ziyâretgâh olup, onları vesîle ederek yapılan duâların kabul olduğu çok kere görülmüştür.
Üryânî Dede, Yergöğü'nde birçok talebe yetiştirip, güzel nasîhatleri, tatlı dil ve güler yüzü, güzel ahlâkı, faydalı ilmi ile insanlara doğru yolu gösterdi. Kendisinde görülen hal ve kerâmetler, Allahü teâlânın izniyle birçok kimsenin sâlih müslüman olmakla şereflenmesine sebeb oldu.
Talebelerinden olan, Şah-ü-Gedâ adlı eserin müellifi Taşlıcalı Yahyâ Bey, Gülşen-i Envâr adlı manzûm eserinde, hocası Üryânî Dede için ayırdığı bölümde;

"Sâlik-i meczûbların yoldaşı,
Başı kabak yalın ayaklar başı.
Zâhiri virâne ve uzletinde,
Bâtını ma'mûr Mehmed Dede."

kıtası ile söze başlayıp, şöyle anlatır: "Mehmed Dede, bizim vilâyetimizi şereflendirmişti. Yolda giderken karşılaştık. Elini göğsüme koydu. Beş parmağını kalbimin üstüne âdetâ resmetti. Bir gece önce rüyâmda beş Arabca beyit söylemiştim. Fakat hatırlayamıyordum. Mehmed Dede'nin elini göğsüme koymasıyla birlikte beyitleri hatırladım. Ondan aldığım bu feyz ve bereketle, daha birçok şiirler yazdım.

KAYNAKLAR

1) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.365
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.193

SOFYALI BÂLÎ EFENDİ

SOFYALI  BÂLÎ  EFENDİ




Rumeli'de yetişen büyük velîlerden. Bugünkü Arnavutluk sınırları içinde kalan Usturumca'da doğdu. 1553 (H.961) senesinde Sofya'da vefât etti.Kabri, Sofya yakınındaki Sâlihiyye'dedir.
Küçük yaştan îtibâren ilim öğrenmeye başlayan Bâlî Efendi, Sofya ve İstanbul'da ilim tahsil etti. Zamânının âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrenip âlim oldu. Velîlerin sohbetlerinde bulundu. Kalbinin tasfiyesi ve nefsinin tezkiyesi ile meşgûl oldu. Nefsinin kötü isteklerini terk ederek, kalbini temizledi.
Yedi sene dağlarda, mağaralarda dolaştı. Tek başına kalıp, herkesten uzak durdu. İstanbul'a gitti. Tavukpazarı yakınlarında, Hakîm Ali Paşanın kendisi için inşâ ettirdiği dergâhta, insanlara ilim öğretip feyz saçmakla meşgûl olan Kâsım Çelebi'nin hizmetine girdi. Kâsım Çelebi, Çelebi Halîfe nâmıyla meşhûr Cemâl Halvetî'nin talebesiydi. Kâsım Çelebi'nin ilim ve feyzinden istifâde ile kemâle gelip olgunlaşan Bâlî Efendi, ahlâkta güzel, amelde gayretli, ilimde üstün oldu.
Kâsım Çelebi'nin hizmetinde bulunduğu sırada Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin mânevî işâretiyleFusûsü'l-Hikem kitabına şerh yazdı.
Hâdise Şöyle nakledilir: Daha hocasİ Kâsİm Çelebi'nin hizmetinde, ilim ö?renmek, nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye etmekle meŞgûl iken ba?a gitmiŞti. Bir müddet ba?İn bakİmİ ile u?raŞtİktan sonra, yanİna biri geldi. Bu gelen tanİyİp gördü?ü, bilip iŞitti?i kimseye benzemiyordu. Selâm verdi ve; "Benim Füsûs adlı eserimin müşkillerini hâlleyle" deyip, Bâlî Efendinin eline birkaç kâğıt tutuşturdu. Bâlî Efendinin ŞaŞkİnlİ?İ arasİnda, geldi?i gibi kayboldu. Bağda işini bitiren Bâlî Efendi, dergâha döndü. Kâsım Çelebi'ye durumu arz etmek üzereyken, mübârek hocası durumdan haberdâr olduğunu işâret ettikten sonra şöyle anlattı: "Bundan önce âlem-i misâlde Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem huzûrundaydık. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri; "Ümmetinin büyüklerinden birinin benim kitabımı şerh edip şüpheleri gidermesini arzu ederim." dedi. Biz de hemen Resûl-i ekremin huzûrunda niyâzda bulunup; "Bu saâdet benim halîfelerimden birine nasîb olsun." diye yalvardığımda, arzum kabûl edilmiş, bu işin sana verildiği bildirilmişti. Bu mânâ bizim çoktan mâlumumuzdur. Haydi Allahü teâlâ mübârek etsin." buyurdu.
Tasavvuf yolunda ilerleyip olgunlaşan Sofyalı Bâlî Efendiye hocası icâzet verip, Allahü teâlânın dînini öğretmek vazîfesi ile bugün Bulgaristan sınırları dâhilindeki Sofya'ya gönderdi.
Orada yıllarca insanlara doğru yolu göstermek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmekle meşgûl oldu. Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân Hanın bâzı seferlerine katıldı. Allahü teâlânın dîninin yayılması ve insanlar üzerinden zulmün kaldırılıp adâletin hâkim kılınması için savaşan İslâm ordusunun muzafferiyeti için duâlarda bulundu. Pekçok kerâmetleri görüldü. Birçok talebe yetiştirip, çeşitli bölgelere gönderdi. Rumeli'nin müslümanlaşması, insanların Cehennem ateşinden kurtulması için durmadan çalıştı. On binden fazla talebesi arasında, en meşhûr iki halîfesi; Kurd Efendi ve Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendilerdi.Yavuz Sultan Selîm Hanın kâdıaskerlerinden Sarıgürz Nûreddîn Hamzâ Efendiye de mektuplar yazıp nasîhat ederdi.
Sofyalı Bâlî Efendi yetiştirdiği kıymetli talebeleri yanında pek faydalı eserler de yazdı. Bunlar:Şerh-i Füsûsü'l-Hikem, Etvâr-ı Seb'a, Şerhu Hadîs-i Küntû Kenzen, Risâletü'l-Kazâ vel-Kader, Kıssa-i İbrâhim Aleyhisselâm, Mecmûatü'n- Nesâih, Risâletü't-Tasavvuf ve Vâridâtadlı eserlerdir.
Hayâtını İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek ve insanlara anlatmakla geçiren Sofyalı Bâlî Efendi, Selânik yakınındaki Salâhiyye'de vefât etti ve orada defnedildi.
Kabri kazılırken, bir küp altın çıkarıldı. Çıkan altınlar kâdıya teslim edildi. Uçlardaki derviş gâzilerin her halleriyle yakînen ilgilenen Kânûnî Sultan Süleymân Hana durum arz edildi. Mezarından çıkan altınlarla kabri üzerinde bir dergâh ve câmi yapılmasını emretti. Bu işle Fâtih Sultan Mehmed Han devri âlimlerinden Ali Kuşçu'nun torunu Sofya kâdısı Abdurrahmân bin Abdülazîz Efendi'yi vazîfelendirdi. Sonunda güzel bir dergâh ile zarîf bir câmi inşâ edildi.
Bâlî Efendi pek güzel şiirler de yazmİŞtİr. Manzûme-i Vâridât adlİ eseri Şiirlerinden meydana gelmiştir.

Hûr-ı'nin düşme dâm-ı zülfüne zâhid gibi
Geç hevâsından behiştin maksad-ı Aksayı gör

beyti onun bu şiirlerindendir. Yâni; "Cennet hûrilerinin zülfünün tuzağına düşme.Cennet'in nîmetlerine de bakma, asıl maksadı gör. Allahü teâlânın rızâsını gözet." demektir.

KAYNAKLAR

1) Şakâyık-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.522
2) Tezkire-i Halvetiyye, Süleymâniye Kütüphânesi, Es'ad Efendi Kısmı, No: 1372, v.16b
3) Kitâb-ı Silsilet-il-Mukarrebîn ve Menâkıb-il-Müttekîn (Münîrî); v.119b
4) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.42
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.3, s.227
6) Sicilli Osmânî; c.2, s.4
7) Mu'cemü'l-Müellifîn; c.3, s.38

ESRÂR DEDE

ESRÂR DEDE




On sekizinci yüzyıl dîvân şâirlerinden ve mevlevî şeyhi. Asıl adı, Seyyid Mehmed'dir. 1748 (H.1162)'de İstanbul'da Sütlüce'de doğdu. 1796 (H.1211)'de Galata Mevlevîhânesinde vefât etti.
Âilesi ve soyu hakkında geniş bilgi yoktur. Babası Ahmed-i Bîzebân, onun babası Hasan ve onun da babasının ismi Osmân'dır. Eserlerinden anlaşıldığına göre, çok iyi bir öğrenim görmüştür. Arapça ve Farsça'ya tam vâkıf olduğu gibi; Latince, Yunanca ve İtalyanca da biliyordu. Devrin en yüksek medreselerinde fen ve din bilgileri öğrenmekte iken bir gün yolu Galata Mevlevîhânesine düştü. Bu sırada mevlevîhânede Şeyh Gâlib İslâmiyetin yayılması için gayret sarfetmekteydi.
Seyyid Mehmed merak ederek girdiği bu dergahta Gâlib Dede'nin sohbetinin tatlılığı, ruhlara hayat veren sözlerinin tesiriyle bir daha çıkmamak üzere kaldı. Şeyhe bağlılığını arz edip talebelerinden oldu. Seyyid Mehmed böylece tarîkata girip "Esrâr" mahlasını aldı ve bundan sonra Esrar Dede diye anıldı.
Mevlevîlik dâiresine katılan Esrar Dede'nin bundan sonraki hayâtı, hocası Şeyh Gâlib'in terbiyesi ve eğitimi altında geçti. Onunla her an berâber olacak kadar teslimiyet içinde olan ve her hâlini hocasının yaşayışına uyduran Esrar Dede, tezkireci ve meşîhat makamlığını kazandığı halde şeyhinin yanından ayrılmadı. Galata Mevlevîhânesinde kendisine ayrılan bir odada yaşadı. Bu sırada pekçok eser vücuda getirdi.
Dîvân edebiyâtının son büyük temsilcisi olan ve bu edebiyâta yeni bir söyleyiş getirip zenginlik kazandıran Şeyh Gâlib'in, talebesi Esrâr Dede'ye çok büyük tesiri oldu. Bu sebeple Esrar Dede şiirde Mevlevî olduktan sonra Şöhret buldu. Onun Şiirlerinin toplandİ?İ Dîvân'ı en önemli eseridir. Diğer önemli eserleri ise; Mübâreknâme-i Esrâr, Fütüvvetnâme-i Esrâr, Lugat-ı İtalyân ve Tezkire-i Şu'arâ-yı Mevleviyye'dir.
Esrâr Dede ve hocası Şeyh Gâlib'in Osmanlı Sultanı Üçüncü Selîm Hana tam bir muhabbet ve bağlılıkları vardı. Bu durum Sultanın aleyhinde olanların onlar hakkında ileri geri konuşmalarına sebeb oluyordu. Bunlara karşı Esrar Dede bir gazelinde;

Ne Süleymân ne Selîm'in kuluyuz,
Hazret-i Rabb-i Rahîmin kuluyuz.
Husrev-i âleme yok minnetimiz,
Öyle bir şâh-ı kerîmin kuluyuz.

diyerek çok güzel bir cevap vermiştir. Esrar Dede'nin şiirlerinde kırk yaşındayken girdiği Mevlevîlik yoluna ve evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye büyük bir sevgi duyduğu görülmektedir. Bu hususta yazdığı bir şiiri şu beyitle son bulmaktadır:

Lutfuna muhtaçtır Esrâr-ı zâr
El-meded ey hazret-i Mollâ-yı Rûm.

Dünyâya ve dünyâ bağlılarına rağbet etmeyen Esrar Dede, kendisinden nasîhat isteyenlere dünyâ nîmetlerinin ve güzelliklerinin geçici olduğunu söyler ve ölümü hatırlatırdı. Çok cömert olup, eline geçen malı ve parayı fakirlere dağıtırdı. Esrar Dede'nin şu şiiri onun ne kadar ince ruhlu olduğunu göstermektedir.

Derd-i dile bîgâne vü mahrem güler ben ağlarım
Özge belâ kim hâlime âlem güler ben ağlarım.

Hiç kimseye olmuş değil böyle belâ-yı bü'l-aceb
Kim beytü'l-ahzân-ı dilimde gam güler ben ağlarım.

Naz ü niyâza yok vakit hayran olur görse gözüm
Ancak hemen ol dilber-i gülfem güler ben ağlarım.

Nâdîde bir dîvaneyim baştan başa efsâneyim
Hicrânımın ahvâline mâtem güler ben ağlarım.

(Gönül derdine yabancı ve dost güldüğü halde ben ağlıyorum. Bu âlemin güldüğü benim ağladığım başka bir derttir.
Böyle ziyâdesiyle şaşılacak belâyı hiç kimse görmedi. Ki o gönlümün hazret-i Yâkûb gibi hüzünlü evinde gam güldüğü halde ben ağlıyorum.
Gözüm görse nâz ve niyâza yalvarıp yakarmaya vakit bırakmadan hayran olup kendinden geçer. Fakat o gül ağızlı sevgili güldüğü halde ben ağlıyorum.
Eşi bulunmaz baştan başa efsâne olmuş bir deliyim, benim ayrılık hallerime mâtem güldüğü halde ben ağlıyorum).
Esrâr Dede mîrâc gecesine tesâdüf eden bir zamanda 1796 (H.1211)'de Galata Mevlevîhanesinde vefât etti. Bu sırada henüz kırk dokuz yaşındaydı. Ömrünün son dokuz yılını geçirdiği bu Mevlevîhânenin bahçesinde kendisinden yüz yıl önce ölen mevlevî dervişi Fasîh Dede'nin kabrinin sol yanına defnedildi. Hocası Şeyh Gâlib'in söylediği şu târih rubâisi, Esrâr Dede'nin mezar taşında yazılıdır.

Esrar Dede çileyi hatm ettiği dem
Sırr oldu serin hırka-i tâbûta çeküp
Gâlib dedi târihin efsûs efsûs
Hemdemlerini hayrân kodı Esrâr göçüp. 1211.

(Esrar Dede çileyi bitirince tâbût hırkasını başına çekip gizlendi. Gâlib ne yazık ki onun târihini "Arkadaşlarını Esrar hayran koyup göçüp gitti" diye söyledi)

KAYNAKLAR

1) Esrar Dede, Tezkîre-i Şu'ârâyı Mevleviyye, İ.Genç; s.1-35
2) Esrar Dede, R.Baykara, Türkiyât Enstitüsü; s.3-20
3) Türk Şâirleri, S.N.Ergun, 1345-1350

Şeyh İsa Dede Galata Mevlevihanesi-Beyoğlu-İstanbul

Şeyh İsa Dede
Galata Mevlevihanesi-Beyoğlu-İstanbul




Kamber dede Adıyaman–Merkez–Kındırali köyü


Kamber dede 
----Adıyaman–Merkez–Kındırali köyü
Ceddim Muhammed Alidir
Seyyid Mahmut Hayranidir
Pirim Bektaşi Velidir
Kamber dede derler bana


Kamber Dede Türbesinin Yeri: Adıyaman İli Merkez ilçesine bağlı Kındırali Köyünde türbesi vardır.

Kamber Dede Kimdir: Kamber Dede Kurayşen Ocağına bağlı bir pirdir. Aleviler tarafından eren olarak tanınır. Soyu İmam Hüseyin soyuna dayanmaktadır. Hıdırsor Aşiretinin yerlisidir. Kamber Dede taliplerini evlatlarından dahi üstün tutardı, bu yüzden bağlı olduğu aşiretlerde hakemlik yapar, bütün sorunları çözermiş. Kendisi hem Dede idi, hem de Ağa idi.  

Türbenin Durumu: Türbenin durumu hakkında herhangi bir bilgimiz yoktur.

Ziyaret Nedeni: Kamber Dede sağlığında sırt ağrısı için yanına gelenlerin sırtına terliğiyle vurarak iyi edermiş. Bu yüzden aynı dertten şifa bulmak isteyenler türbeyi bugün de ziyaret etmektedir.

Menkıbeler: 1-) Kıbrıs Savaşında kendisini görenler vardır.

Kaynakça: İsmail Celalettin Yaşar –Adıyaman İl ve İlçelerinde Evliya Anlatıları -2010 / Adıyaman Uluslar arası Safvan bin Muattal ve Ahlak Sempozyumu -2013

24 Ocak 2016 Pazar

Sümbül Efendi

Sümbül Efendi 








Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı'nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan'dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey'dir. 1475 - 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon'da yaptıktan sonra, İstanbul'a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)'in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi'nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O'na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.
Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife'nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan'la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, "bu süfîlerin meclisinde ne bulursun" diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı "işte bizim efendimiz geliyor" deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; "plav aşıkı bir süfîye benziyor" der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. "İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver" diyerek. Sinan'ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan'a dönerek; "dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler" deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan'ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan'ın başını dizine alarak, "getirin benim tenkitçi Sümbül'ümün feracesini, kendi elimle giydireyim" derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.
Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi'nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, "Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?" deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer. Sümbül Sinan
Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O'nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi'nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır'a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.
II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul'da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife'nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke'ye gelmesi için Mısır'da butunan Sümbüî Sinan'a Mekke'ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi'nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul'a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul'a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.
Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur'an-ı Kerim'i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan'ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça'yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.
İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı.
Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 - 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529'dur. Cenaze namazı Fatih camii2nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.
Kocamustafapaşa'daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa'nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi'nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.
Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa'nın türbesi vardır. Rıza Paşa'nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.
Kaynak ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları














Evliyalar'ın fotoğrafı.

Kakh-ı Ali Gapu ısfahan

Kakh-ı Ali Gapu ısfahan
Kelime anlamı Ali’nin kapısı demek olan bu saray 6 katlı yapısıyla meydana hakim durumdadır. Kraliyet ailesi, bu saraydan meydandaki faaliyetleri, şenlikleri izlerdi. Yüksek balkona çıkarsanız meydanın genel görünüşünü görebilirsiniz. Arka tarafta bulunan odalardaki dekorasyon da görmeye değer.
ali gapu
Ali Gapu Sarayı

Şah-e Çerağ Türbesi

Şah-e Çerağ Türbesi 
Şiiliğin önemli isimlerinden ve 12 imamdan biri olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyid Emir Ahmed 835 yılında Şiraz’da düşmanları tarafından öldürülmüş. 14. yüzyılda O’nun anısına mezarının bulunduğu yerde bu türbe yapılmış. Şii’liğin en önemli ziyaret yerlerinden biri olan bu türbe, gerçekten çok güzel dekore edilmiş.
sah_e cerag
Şah-e Cerag türbesi dışardan görünüşü
İsmi “Işıkların şahı” olarak çevrilebilen bu türbenin iç duvarları milyonlarca küçük ayna ile mozayik şeklinde işlenmiş. Küçücük bir ışık kaynağının bile milyonlarca ayna üzerinde değişik şekillerde yansıması, mozolenin gümüşten korumalarının parıltıları, türbenin çeşitli yerlerinden gelen yeşil ve sarı ışıkların beyaz ışıkla karışıp yansımaları, sürekli ziyaretçi akını, birçok kişinin burada namaza durması veya açıkça ağlaması, yarı karanlık ortamda mistik atmosferi aşırı derecede yoğunlaştırıyor. Dini inancınız ne olursa olsun, türbenin içine girdiğinizde ister istemez bir huşu, hüzün, ihtişam, eziklik ve hayranlık gibi karışık duygular hissedebilirsiniz. Bu türbedeki ortamdan etkilenmemeniz neredeyse imkansızdır.
sah_e cerag
Şah-e Cerağ türbesi içeriden görünüşü

Türbe binasının önündeki geniş bahçede bir süre oturarak etrafı seyredin. Ana binanın altın kaplı kubbesi; duvarlardaki eşsiz mavi çiniler ve mozayikler; ‹ran’ın her yerinden gelmiş ziyaretçileri, genelde siyah çarşaf giymiş kadınların oradan oraya koşuşturmalarını ve kadın erkek birçok ziyaretçinin içeriden ağlayarak çıkmalarını seyrederek burada uzun süre kalabilirsiniz.
Şah-ı Çerağ türbesinin bizim kameramızla çekilmiş görüntüleri aşağıdadır :
Türbeye giriş ücretsiz. Erkekler ve kadınlar ayrı kapılardan giriyor ve birbirinden tamamen ayrı mekanlarda ziyaretlerini yapıyor. Ancak, mozolenin her iki yanında da uygun bölümler hazırlanarak her iki grubun da mozoleden eşit miktarda faydalanması sağlanmış. Kadın ziyaretçilerin “çadoor” denilen siyah çarşaf giymeleri şart. Çarşafı olmayanlara girişteki bölümde emanet olarak veriliyor. Görevli bayanlar, nasıl giyileceğini ve yürürken, dolaşırken çadoorun nasıl kontrol altında tutulacağını öğretiyor.
Sah-ı Cerag
Şah-ı Çerağda kadınlar bölümü
Türbeye girerken ayakkabılarınızı çıkarıp emanete bırakmalısınız. Fotoğraf çekmek içerde yasak fakat avluda serbest. Flaş kullanmamak şartıyla gizlice fotoğraf çekmeyi de deneyebilirsiniz. ‹çerisi çok kalabalık olduğu zamanlarda farkedilmeyebilir.

İRAN'DA DİN

İRAN'DA DİN
İran, kökleri tarihin derinliklerine kadar giden üç semavi dinin kurulduğu ve geliştiği bir coğrafyadır. Birçok kişi bu dinler arasında müslümanlığın da var olduğunu sanabilir, ama yoktur! Bab’îlik dinini kuran Bab (sonradan bu dinin devamı sayılacak olan Bahaî’lik); Zerdüştlük dinini kuran Zerdüşt; Mani ve Mazdek dinlerini kuran Mani, bu topraklarda doğmuş ve yaşamıştır.

ŞİİLİK

“Şii” sözcüğü anlam olarak “taraftar” demektir. Şia ise “Taraftarlık anlamına gelir. Muaviye karşısında Hz. Ali taraftarları için kullanılan bu sözcük, kısa zamanda bu mezhebin ismi olmuştur. Türkçede “Şii” olarak bilinen bu terim, yabancı dillerde ve özellikle İngilizcede “Şia” şeklinde söylenmektedir.

Müslümanlık içindeki bu en önemli ayrılık Hz. Muhammedin vefatından sonra kimin “halife” ya da “imam” olacağı üzerine ortaya çıkmıştır. Burada sözü edilen imam; “lider, başkan” anlamındadır. Şiilikte “imam”, toplumu ve devleti yönettiği gibi müslümanların da dini lideridir ve en iyi Kuran-ı Kerim tefsirlerini de onun yaptığına inanılır.

Şiiler, Kuran-ı Kerim’den bazı ayetlerde imamlara inanmayı emreden bölümler bularak düşüncelerine dayanak da sağlamışlardır.

Şiilere göre Hz. Peygamberin halefinin belirlenmesi konusu, peygamberin “Hz.Ali’yi” kendi yerine bizzat tayin etmesiyle netleşmiştir. Geleneğe göre her imam, kendisinden sonraki imamı belirler. Sunnilere göre Hz. Peygamber ve Kur’an bir halife tayin ETMEMİŞTİR. Halifenin, ‘imam’ın ya da devlet başkanının nasıl seçileceğini topluma bırakmıştır. 
ali
İran'ın her yerinde bol bol Hz. Ali posteri bulunur.

Şiilere göre ise Allah ve Peygamber tarafından tayin edilen ilk İmam, Hz. Ali’dir ve onun soyundan 11 imam daha gelmiştir. Bu imamlar : Hz Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed Bakır, Cafer Sadık, Musa Kazım, Ali Rıza, Muhammed et-Taki, Ali en-Naki, Hasan Askeri ve onikinci imam olarak da Muhammed el-Mehdi.

Safevi kralı Azeri kökenli Şah İsmail, yedinci imam olan Musa Kazım’ın soyundan geldiğini iddia etmiştir.
esmail
Şah İsmail
Aşağıdaki tabloda 12 imamın isimleri, doğum ve ölüm tarihleri ve defnedildikleri yerler verilmiştir. 12. İmam olan Muhammed el-Mehdî, şu anda gaybtadır, yani görünmezdir ve bilinmeyen bir tarihte Mehdî olarak gelecek ve zulümleri kaldırıp, adaleti kuracaktır.. 
1Hz. Ali599-661Necef, Irak
2Hz. Hasan624-670Medine, Suudi Arabistan
3Hz. Hüseyin626-680Kerbela, Irak
4Zeynel Abidin658-713Medine, Suudi Arabistan
5Muhammed el Bakır670-743Medine, Suudi Arabistan
6Cafer-i Sadık699-765Medine, Suudi Arabistan
7Musa el-Kazım745-799Bağdat, Irak
8Ali er-Rıza765-818Meşhed, İran
9Muhammed et-Taki810-835Bğdat, Irak
10Ali en-Naki827-868Samarra, Irak
11Hasan Askeri846-874Samarra, Irak
12Muhammed Mehdi868 - ?Gaybda

Şii’lerin gözünde oniki İmamın sözleri ve davranışları Peygamberinkiler kadar değerlidir. Oniki imam Allah tarafından vahiy alır, günah işlemez ve yanılmaz. Böylece Şiilik’te İmam’lık bir iman konusu haline gelmiştir. Şiiler, iman’ın şartları arasına 12 imama inanmayı da eklemişlerdir.

İmamlık sadece ruhanî veya dünyevî bir makam değildir ve imama uyulması Allah’ın emridir. İmamların buyrukları Allahın emri; yasakları da Allah’ın yasaklarıdır. Şiilikte dini ve siyasi otorite birbirinden ayrılmaz. Bu durumda “Oniki İmam” ve “Mehdi”nin yeryüzündeki vekili en üst düzey Şii uleması, diğer adıyla “Ayetullah” tır. Ayetullah makamındaki bir kişinin sözü, Allah’ın ayeti kadar güvenilir ve sağlamdır.

Şiilikte din adamları zamanla çok büyük karizma ve güç kazanmıştır. Tarih boyunca imamların gücü ile devlet adamlarının gücü karşı karşıya gelmiş durumdadır. Şiiler tarih boyunca devlet kurumu ve siyasi iktidarın, İmamlardan gasp edildiğini düşündüler. Bu durum, en sonunda İran İslam Devriminde, siyasi iktidarla dini yönetimin tek elde toplanmasıyla çözüme ulaşmış oldu.

Sosyal yapı olarak da Şiilik, öteki mezheplerden çok farklıdır. Örneğin Şiilikte zekât, ulema tarafından toplanır ve ulemalar eliyle dağıtılır. Başka mezheplerde ise zekâtı ya devlet toplar ya da zekat veren doğrudan doğruya istediği kişiye verir. Şiiliğin bu özelliği ile Ulema, müthiş bir sosyal güç kazanmıştır. Bu geleneğin tarih boyunca gelişmesiyle devlet giderek zayıflamış, vergi bile toplayamaz hale gelmiştir. Ulema ise vakıflar aracılığıyla siyasi otoriteden bağımsız kalabilmiş ve büyük bir ekonomik güç haline gelmiştir.
ali tasi
Şii'ler namaz kılarken alınlarını mutlaka taşa koyarlar. Camilerde halı da kaplı olsa hazır bulundurulan bu taşları kullanırlar. Bu taşa kazılı olan şekil ve dualar alınlarına çıkar.
Din figürü İran topraklarında sürekli olarak hep ön planda olmuştur. İran coğrafyasında yer almış olan dinlerin ve inanışların tarihini şöyle sıralayabiliriz.

Akamenidler döneminde (M.Ö 464 - 331) Zerdüştlük, devletin resmi dini olarak kabul edilmiştir. İranlı Partlar da Zerdüştlük dininin yayılmasında çok büyük rol oynamışlardır. M.S. 226 yılında Sasani devletinin kurulmasıyla diğer inançlara karşı (Musevilik, Budistlik, Brahmin inancı, Hıristiyanlık ve Mani Dini gibi) baskılar uygulanmaya başlanmıştır. Bu dönemde devlet ile din kurumu arasında çok güçlü bağlar kurulmuş, din adamları, devletin bütün işlerinde belirleyici olmaya başlamıştır. İran coğrafyasında gelenekselleşen din-devlet içiçeliğinin temelleri belki de bu dönemde atılmıştır. Dini eğitim, bu dönemde standartlaşmış, dini ilkeler net olarak belirlenmiş ve bu ilkelerin dışındaki düşünce ve inanışlar yok edilmeye çalışılmıştır.
kus
Zerdüştlerin sembolü Kuş Adam
İran coğrafyasında gerçekleşen din temelli savaş ve çatışmaları şöyle sıralayabiliriz. 641 yılında Arap işgali ile Emeviler ve Abbasiler, Zerdüştleri ve daha sonraları Şiileri, Sabii inancı sahiplerini ve Haricileri kıyıma uğratmıştır. Türklerin İran’a hakim olmalarıyla özellikle Şiilere (Gali ve Ilımlı olanlara) baskılar yapılmıştır. Azeri - Safevi devleti kurulduğunda 12 İmamlı Gali Şiiliği ve Kızılbaşlık resmi din ilan edilmiş, Sunniler, Zeydiler ve hatta İsmaililer kıyıma uğratılmıştır. Azeri Şah Abbas, başa geçtiğinde 12 İmamlı Caferi İmamilik resmi din olmuş ve en başta 12 İmamlı Gali Şiilerden Kızılbaşlar ve Bektaşiler katledilmiştir. 19. yüzyılda Babî’ler ve Bahaî’ler katliama uğrayan gruplar olmuştur.

(Kızılbaş ismi Sultan Heyder’in 12 İmam anısına taktığı 12 dilimli Kırmızı başlıktan ve Şah İsmailin ordusunun taktığı Kırmızı Başlıktan (kızılbörk) gelmektedir.)
* Şah İsmail diyor ki :
“Üreği dağ olmayınca bağrı qanlı le’l tek;
Heç kimin heddi yoxdur Qızılbaş olmağa”


(Bağrı kana bulanmış lal gibi, kızgın demirle yüreği dağlanmadan, Kızılbaş olmak, hiç kimsenin haddi değildir.)


veya

“Qırmızı taçlı bozatlı Qaziler, Şah menem.”

20. yüzyıl başlarında özellikle İran Azerilerince laik devlet düşüncesi geliştirilmeye çalışılmıştır. Ancak Azeri kökenli ve Kızılbaş inançlı Kaçar Hanedanlığı bir darbe ile yıkılmış ve Fars kökenli Pehlevi rejimi kurulmuştur. Bu dönemden sonra devletin resmi dini İmamî (Caferî) olarak belirlenmiştir. Anayasa’da adı geçen Hristiyanlık, Musevilik, Zerdüştlük, Sünnilik ve Zeydîlik gayrıresmidir ama tanınmıştır. Ehli Hak olarak bilinen 12 İmamlı Gali Şiilik (Alevilik), Bahaîlik, Yezidîlik, İsmailîlik, Sih Dini ve Hindu dini gayrı resmidir, tanınmamıştır, yasadışı sayılır ve herhangi bir yasal hak ve hukuka sahip değildirler.

Azeri kral Şah İsmail’in İran’ın resmi mezhebi olarak ilan ettiği mezhep, 12 İmamlı Gali Şiilik (Kızılbaş - Bektaşi) inancıdır. Günümüz İran devletinin resmi olarak kabul ettiği mezheb ise 12 İmamlı Ilımlı Şiilik olan İmamî - Caferî mezhebidir. Bu ikisini birbirine karıştırmamaya dikkat edin. Bu iki mezhep arasındaki ayırım o kadar keskindir ki Caferî din adamlarına göre Gali Şiilik mürtedlik yani din dışılıktır.

ETNİK TEMEL AÇISINDAN ALEVİLİK

Türkiye’deki bütün 12 İmamlı Gali Şiilere “Alevî” dendiği gibi İranda da etnik kökenleri ne olursa olsun bütün 12 İmamlı Gali Şiileri “Ehlihak” adı altında birleştirme eğilimi vardır. Biz sitemizde Türkiye’deki 12 İmamlılarla (Alevilikle) karıştırılmaması için Gali Şiilik veya Ehlihak inancı ismini kullanacağız.

12 İmamlı Gali Şiiliğin Türkî ve İranî kolları arasında çok belirgin olan farklar şunlardır:

- Türki (Azeri) kolda Hz. Ali merkezi bir rol oynuyorsa da İrani (Kürt, Lek, Guran vs.) Hz. Ali çok sevildiği halde merkezi bir şahsiyet değildir.

- Türki kol Panteizm, Vahdet-i Vücut, Hurufilik, Ahilik gibi felsefeleri sentezleyebilmiş ve önemli bir literatür geliştirebilmiştir (Nesimî, Şah İsmail, Fuzulî gibi). İrani kol ise daha çok dervişlik, mistik düşünceler ve tasavvuf tarikatları düzeyinde kalmış ve dinî - ebedî konularda fazlaca eser yaratamamıştır.

- Türki kol, tarih boyunca sosyal başkaldırıların ve demokratik hareketlerin önderi olmuştur (Hurremîlik, Hurufîlik, Kızılbaşlık vs. gibi). Zamanla Karakoyunlu, Safevi ve bir ölçüde Afşar, Kacar Devletlerini kurarak devlet geleneğine ulaşmıştır. İrani kol ise dervişlik ve sofuluk düşüncelerini ancak yerel düzeyde sürdürebilmiştir.

- “Kadına bakış” açısından Türki kolda kadın - erkek hemen hemen aynı eşit statüye sahiptir, kadınlar dinî törenlere katılabilir, türban takmaz, çok eşlilik yoktur. İrani kolda ise dinî törenlere kadınlar giremez, türban takmak zorundadır ve çok eşlilik vardır.

İmamilerin Ehlihak inancına karşı davranışları

Ilımlı Şiiler (Caferîler ve Zeydîler), Alevi ve İsmailîleri Şii olarak kabul etmezler. Fakat Aleviler kendilerini Caferî sayarlar. Bunun nedeni şudur : Kızılbaşlar Ramazan ayında oruç tutmaz, sadece Muharrem ayının ilk 12 günü oruç tutarlar. Bunu da Sunniler gibi değil Caferiler gibi tutarlar. Namazları da 5 vakit değil, Caferîler gibi 3 vakittir.

Azeri - Safevi kral Şah Abbas döneminde Kızılbaşlara büyük darbe indirilmişti. Hükümet, sofuları başkent olan İsfehandan sürdü, ve zikir halkalarını yasakladı. Hatta tasavvufun izlerini silmek için halkın “yahu” demesini bile yasakladı. (“Yahu” = “ya hu” tasavvufta “ben” “im” demektir ve “ben Allah’ım” deyişiyle aynı anlama gelmektedir.) O dönemden sonra dini yapı Kızılbaşlığın aleyhine ve Caferîliğin lehine değişim göstermiştir. 17. yüzyılda bütün Azeriler Kızılbaş - Bektaşi inancına sahipken bu oranın günümüzde % 10 - 20’lere düştüğü sanılmaktadır.

16. yüzyılda  Kızılbaş soyluları Safevi devletine hakim durumdaydı. Şah İsmail’in iktidara gelmesine yardımcı olan 32 Kızılbaş aşireti devlette egemen soylular durumundaydı. Ancak daha sonra gelen Azeri kral Şah Abbas, bu egemenliği kırmak için başka bir aşiret grubu olan “Şahseven”ler birliğini oluşturdu. Şah’ın isteği üzerine Anadolu’dan birçok Alevi, Kızılbaş zannettikleri Şah’a ulaşmak için İran’a göç etmişti.
“Açılsın kapılar Şah’a gidelim
Yıkılsın zindanlar Şah’a gidelim”
Günümüzde Şahsevenler, Kızılbaşlığı devam ettiren ender Azeri boylarındandır.

Aliallahiler
Goranlar (Güranlar) da denilir. Gali Şiilerin Tasavvuf gelenekleri etkisi altında kalmış bir koludur. İnançlarında Manicilik, Musevilik ve Zerdüştlükten izler vardır. İmamlar hakkında aşırı fikirleri vardır ve onlarda Tanrısal özün “Hülûl” ettiğine (cisimlendiğine) inanırlar. Özellikle Tanrı’nın Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Davud gibi Hz. Ali’de de tecessüm ettiğine (cisimlendiğine) inanırlar. Şah İsmail’in bile Allah - Ali’nin tecessümü olduğuna inanan Goranlar vardır.

Kuran-ı Kerimin değiştirildiğine inanırlar. Mevcut Kuran’ı kabul etmez ve Hz. Osman tarafından değiştirildiğini savunurlar. Orijinal Kuran’ın bugünkünün 3 katı büyüklüğünde olduğuna inanırlar. Bu orijinal Kuran, bir imamdan ötekine geçmektedir ve sonunda 12. imam olan Mehdi’ye ulaşacaktır.

Ölümden sonra yaşam olmadığına, ruh göçüne inanırlar; cennet ve cehennem kavramlarını ise bilgi ve bilgisizlik olarak yorumlarlar. Takiyye ilkesini kabul eder ve inançlarını başkalarından saklarlar. Şafağın kırmızı renginin Kerbela’daki İmam Hüseyin’in kanından olduğuna ve o olaydan önce şafağın kırmızı olmadığına da inanırlar.

Çok eşliliği reddederler ve boşanmayı uygun bulmazlar. Kadınları dini törenlere türbansız olarak katılır. Sakallarını traş ederler ama bıyıklarını ömür boyu kesmezler. Saçlarını da kesmezler. Dini törenlerini yaptıkları yere Cemhane (cemevi) derler. Törenlerinde saz ve ud eşliğinde türkü ve ilahiler söylerler. Sigara içmez, tavşan eti yemezler. Başka Şiilerle evlenebilirler fakat Goran (Kızılbaş) olduklarını eşlerinden bile saklarlar.


İsmailîler
Gali Şiilerdendir ve ötekiler gibi “tevil”, “hülûl” ve “tenasüh” e inanırlar. Bedensel cennet ve cehenneme, kıyamete ve haşr ve neşre inanmazlar.

İran İsmailîleri köken olarak Nezarîdirler. İlk defa Rey şehrinden ünlü Hasan Sabbah, Nezar’ın halifeliğini desteklemiştir. 1094 yılında Kazvin kentinin yakınındaki Alamut Kalesini ele geçirmiş ve kendisini “Şeyh-ül Cebel” “Dağların Piri” diye isimlendirmiştir. Hasan Sabbah hakkında ayrıntılı bilgi için sitemizin Tarih bölümüne bakın.

19. yüzyıl ortalarında İsmailîlerin lideri Ağa Han Mehellati, Hindistan’da Bombay şehrine göç etmiş, zamanla İngiltere’nin etkisi altına girmiştir. Kendisinden sonra gelenlerden en sonuncusu olan Ağa Han IV. Kerim, 1957’den beri çok zengin bir toplum lideri olarak İsmailîlerin önderidir.

Zerdüştlük
Zerdüşt isimli bir peygamber tarafından oluşturulmuş bir dindir. Tamamen bir yanlış anlama nedeniyle “Ateşe Tapanlar” olarak isimlendirilmişlerdir. İran’da Zerdüştlere “Zartosht” ve “Mecusi” ismi verilmektedir.
zerdust
Zerdüşt peygamberin temsili resmi
M.Ö. 683 yılında Zerdüşt peygamber doğduğunda henuz iki yaşındayken başka din adamları onun büyüyü yok edeceğine inanıp bir ateş tapınağına götürür ve orada terk ederler. Daha sonra çocuğun ateşle oynadığını görüp şaşırırlar. Zerdüşt, 7 yaşında dini eğitim almaya başlar ve sonra gezgin bir derviş olarak köy köy dolaşmaya çıkar. Dünyadan kötülüğü yok etme yolunda aradığı bilgiyi bulabilmek için Sabelan Dağına tırmanır ve burada Tanrı Ahura Mazda’yı görür. Tanrı ona Avesta isimli bilgelik öğretilerini aktarır. Bu öğretilere göre evrende iyilik ve kötülük olarak iki büyük güç vardır. Ahura Mazda, her zaman iyilikle beraberdir. İnsanoğlu bu iki güçten hangisini seçerse bu, onun kaderi olacaktır.

Avesta öğretilerini bir araya topladığı kutsal kitap, Pehlevi (Eski Farsça) dilinde yazılmıştır. Avesta, kelime olarak “hikmet” ve “bilgi“ demektir. Kitabın ilk bölümünde doğrudan doğruya Zerdüşt’ten geldiğine inanılan ilahiler vardır.

Ahura Mazda alemin tanrısı idi. Alemdeki maddi ve manevi nizamı yaratan, tabiat kanunlarını koyan, Ahura Mazda'dır. Kötülüklerin kaynağı ise Ehrimen'dir. Ahura Mazda önce manevi bir varlık olarak kabul edilirken sonraları, ateşle birlikte var olan yaratılmamış bir ışık olarak düşünüldü ve böylece bir ateş kültü gelişti (Mecusilik). Zerdüşt'e göre bir tarafta sağduyu, iyilik ve aydınlıktan oluşan “Aşa” (alem nizamı), öteki tarafta da suç, kötülük ve karanlığı içinde bulunduran “Drug” (yalan, anarşi ve fesat) vardır. İnsanın iyilik tarafını seçmesi gerekir. Bu seçim, öteki dünyada sonuç verecektir.

Zerdüştlerin İran dışındaki ülkelerdeki ismi “Parsîler”dir. Bu isim, aynı zamanda Hindistan’da Mumbai şehrinde yaşayan Zerdüşti topluluğa verilmiştir. Parsîler, 8. yy’dan itibaren Hindistan'a göç etmiş olan İranlı Zerdüştlerdir. İran'da kalıp inançlarını devam ettirenler de olmuştur. Bunlara “Ceberler” (Geber’ler) denir. Parsîler, Hindistan’da ticarette çok başarılı oldular ve maddi refaha kavuştular. Günümüz Hindistan’ında büyük sanayicilerden biri olan TATA ve Tata ailesi aslen İran’lı ve Zerdüşttür.
parsee
Hindistandaki Parsilerin giyim tarzı.

Zerdüştler, ölülerini şehirden uzak ölü kulelerine (sessizlik kuleleri) bırakırlar. Kuleler, 10 - 15 metre yükseklikte, silindirik yapılardır. Terasında çıplak ölüler sıra halinde yatırılır. Yırtıcı kuşlar ve akbabalar ölülerin etlerini gagalar ve yerler. Kalan kemikler, kulenin içinde depolanır. Böylece ölülerin toprağı kirletmediğine inanılır. Hindistan'daki Parsî toplulukları bu geleneği halen devam ettirmektedirler. İran’da ise buna izin verilmemektedir. İran’daki Zerdüştler, ölülerini mezarlara gömmektedir.
dakhme
Dakhme - Sessizlik Kulesi. Sağ tarafta ve ortada iki kule, sağda su deposu- Ab Anbar
Günümüzdeki Zerdüştlük, monoteist karakterlidir. Dinin temeli Tanrı’nın sembolü olan ateştir. Zerdüşt tapınaklarına Parsî olmayanlar alınmaz. Ateşin temizliğini korumak için günde beş defa temizleme ayinleri yapılır. Bu ayinler, rahiplerin nezaretinde yürütülür ve bu sırada Avesta'dan ilahiler okunur. Ayinlerde bulunan herkesin ağzı, beyaz maskelerle kapatılır, böylece ateşin nefes ile kirletilmesi önlenmiş olur.

Zerdüştler günümüzde “Dünya Zerdüştler Birliği” adı altında örgütlenmiştir. Hindistan, ABD, Pakistan, İngiltere, Kanada gibi ülkelerde örgütlenmeleri vardır. Bu ülkelerde Zerdüşt Tapınakları da mevcuttur. Günümüzde Zerdüştlerin sayısının 200 bin kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bunun 40 bin kadarı İran’da ve 100 bin kadarı Hindistan'da yaşamaktadır. Geriye kalanın büyük bölümü İngiltere, ABD, Pakistan, Kanada’dadır.

Nevruz kutlamaları, Nevruz’da ateşin üstünden atlama törenleri, İran’da çok yaygın olarak kutlanan ve sonbaharın gelişini duyuran Şeb-i Yelda bayramları Zerdüştlük dininin günümüze kadar yansıyan uygulamalarıdır.

Zerdüştlerin yoğun olarak bulunduğu Yezd şehrinde bile dini ibadetlerini yaparken baskı altında kaldıkları söylenmektedir. Zerdüşt dini günümüz İran’ında Anayasa tarafından tanınmıştır ve Zerdüştler başka dini azınlıklar gibi ayrı sandıklarda oy kullanır.

Dünya Zerdüşt toplumunun çok tanınmış kişilikleri de vardır. Bunlar arasında Queen isimli Rock müziği topluluğunun solisti (şimdi yaşamayan) Freddie Mercury ve Hint asıllı ünlü orkestra şefi Zubin Mehta sayılabilir.