KARIŞIK

23 Ocak 2016 Cumartesi

Emir’in Goru / Çelebi´nin Türbesi

Emir’in Goru / Çelebi´nin Türbesi 

Semerkand’da Timur’un muhteşem türbesi, “Gur-ı Mir” veya “Gur Emir” olarak adlandırılıyor. Türkçesi: Emir’in, yani Bey’in mezarı… Farsçadan geçen, “gur “veya “gor”, mezar, kabir demektir. (Emel Esin, Türkistan’da “kur” ve “kurgan”ın da aynı anlama geldiğini hatırlatıyor.) Hani türkçemizde hâlâ var olan, günlük hayatta sıkça kullanılan “elinin körü” deyimi bu “gor “ veya “gur”la ilgili. Daha doğrusu bu deyim “ölünün goru/ölünün mezarı” iken değişim geçirerek dilimizde kalmayı başarabilmiştir. Çünkü “gor” kelimesini biz çoktan unutmuşuz, Anadolu türkçesinde bu kelime yok. Ama batı türkçesinin Azerbaycan şivesinde hâlâ gor kullanılıyor. “Gor oğlu” da biliniyor, yani Köroğlu, Goroğlu olarak da tanınıyor. Biz gor’u unutunca, “ölünün goru” anlaşılması güç bir deyim olup çıkmış. Onu yapmışız “elinin körü” (yani, elinin tersi), eskiyen bir deyim böylece hayatiyet kazanmış!
Gur Emir - kubbe
Timur’un kabrinden bahsedecekken böyle konulara dalmak doğru mu? Osmanlı varisi ve Anadolulu ve bilhassa Ankaralı olarak Timur bahsinin bizi etkilememesi güç. Hele onun taşa, toprağa, çiniye bürünmüş mücessem temsili olan devasa türbesi karşısında karışık duygulara kapılmamamız imkânsız gibi. Ankara Savaşı’nın mağrur galibi, Osmanlı ifadesiyle “Koca Tatar” şimdi yaptırdığı külliyenin bir kısmında yatıyor.
 Belki de son “bozkır imparatoru” olan Timurlenk için neden basit bir “emir” (bey) sıfatı ile yetiniliyor? Bu onun mütevazılığından mı kaynaklanıyor? Belki ona da bir pay ayırabiliriz. Fakat bu mütevazılığı zorunlu kılan şartları dikkate almamız gerekir.
Gur Emir - kubbeTimur, 1336’da doğmuş. 1360 kadar olan hayatı fazla bilinmiyor. Bu tarihte, Moğol Hanı Tuğluk Timur’a bağlılık arz ederek memleketi olan Keş çevresine sahip olmuş. Babasının itibarlı bir boyun beyi olduğu söyleniyor. Sonradan tertib edilen şecerelere göre, atalarından biri beşinci göbekten Cengiz’in de ceddi imiş. Buna rağmen, han soyundan sayılmadığından, ancak han soyundan birine damat olarak otoritesini meşrulaştırabilmektedir. Onun sıfatlarından olan gürgan/küreken, moğolca “damat” demektir. Onun ilk damatlığı Çağatayların batı kolunun hanı Emir Kazagan’ın torunu Olcay Terken ile evliliğinden ötürüdür. Fakat asıl resmen “gürgân” sayılması, Kazan Halil Han’ın kızı Saray Melik Hatun’la evliliği üzerinedir.
Timur’un hayatı boyunca meşruiyet ilişkilerini ciddi biçimde gözettiği anlaşılıyor. Kendisi her şeyin sahibi olmasına rağmen, ülkesinde Cengiz soyundan bir Han her zaman şeklî olarak bulunmuştur. Buna “hanbazî” denirmiş, yani “han oynatma”! Diğer taraftan, kendisinden sonrası için veliahd düşündüğünde de, aynı dikkati göstermiştir. İlk olarak Anadolu’da vefat eden Cihangir’den torunu Muhammed Sultan’ı veliahd olarak görmüştür. Vefatı sırasında ise, yine Cihangir’in diğer oğlu Pir Muhammed’i halef olarak tayin etmiş ve yanında bulunlardan onu hükümdar tanımaları için yemin almıştır. Neden Timur onca oğluna rağmen bu iki torununu veliahd olarak görmüştür? Çünkü, sadece oğlu Cihanşah’ın annesi, cariye değildir!
Timur Saray Mülk hatunla evlendikten sonra, çocuğu olmayan bu hanımı hareminin baş kadını yapmış, han kızıyla evlendiği için “han güveyisi” unvanını taşımaya hak kazanmış, Semerkand’a gelmiş ve 1370 tarihinde tahta oturmuştur…
Bu tarih özetinin resmî bir zemini olduğu elbette hissedilmektedir. Timur nezdinde İspanyol elçisi olan Clavijo/Klaviyo’nun ülkesinden Türkistan’a gidiş gelişi ile ilgili seyahatnamede, belki biraz daha farklı bir bakış bulabiliriz. Klaviyo, Emir Timur’un hayatını onunla daha başlangıçta yola çıkan yaşlı arkadaşlarından da dinleyerek seyahatnamesinde yazmıştır:
Timur, gençliğinde etrafındaki dört beş atlı ile akıncılık/çapulculuk etmektedir. Zaman zaman topladığı ganimetlerle köyde ziyafetler verir. Yavaş yavaş arkadaşları çoğalır. Üç yüz atlıya ulaşır. Semerkant Sultanı onun yağmacılığını duyar ve tevkifini emreder. Fakat adamları arasında bazı soylular, Sultan’ı Timur’un kötü birisi olmadığına ikna ederler. Sultan onu affeder ve hizmetine alır. Bir süre sonra, her ne sebeptense Sultanın gözünden düşer, idamı emredilir. Timur kaçar, Sistan’a gider, orada yağmaya devam eder. Sistanlılar Timur ve arkadaşlarını tepelemek için harekete geçer. Timur bu kavgada sakatlanır. Sağ ayağı yaralanır, sağ elinin iki parmağını da kaybeder. Artık “aksak” Timur’dur, Timurlenk’tir… Hayatını güç bela kurtarır ve göçebelere sığınır. Yaraları iyileştikten sonra yine eski işine devam eder. Bu arada Semerkant Sultanı ahalinin gözünden düşmüştür. Bazıları Timur’u, Sultanı öldürüp yerine geçmesi için teşvik eder o da Semerkant yakınlarında kıstırır, Sultan öldükten sonra Timur Semerkant’ın idaresini ele alır...
Klaviyo seyahatnamesinde Timur’la ilgili olarak sadece bu bilgileri vermez, onun Semerkant hayatından da kesitler aktarır. Bunlardan en dikkate değerleri, onun inşacılığı ile ilgilidir. Ankara Harbi’nden sonra Timur’un büyük oğlu Cihangir’in oğlu Muhammet Sultan Karahisar’da vefat etmiştir. Timur çok sevdiği, veliahdi olarak gördüğü torununa bir cami yapılmasını, cesedinin de buraya gömülmesini emretmiştir. Klaviyo “cami”den söz ediyor. Belki de bu kadar büyük mezar olamayacağını düşündüğü için böyle sanıyor. Esasında, Muhammed Sultan, daha önce bir külliye veya medrese yaptırmıştır. Bu külliye içine sonradan bu türbenin yaptırıldığı anlaşılmaktadır.
Klaviyo, şöyle anlatıyor:
“Timur, o gün camie yakın sarayına inmiş, torununun bu camiye defni dolayısıyla yapılacak merasime iştirak etmek istemişti. Timur’un torunu Prens Mehmed, Türkiye’de öldükten sonra cesedi Semerkand’a naklolunmuş, caminin içinde defni için türbe yapılmıştı. Timur, karargâhtan dönüşü üzerine, inşa olunan türbeyi beğenmemiş, çok alçak yapıldığını söyleyerek duvarlarının yıkılmasını emretmiş, türbenin on günde yeniden yapılmasını istemişti. İnşaata yeniden başlanılarak gece gündüz çalışılmış, Timur, iki üç defa gelerek inşaatı teftiş etmişti. Timur, yorgunluk ve ihtiyarlık yüzünden ata binemediği için, sedye içinde geliyor ve vaziyeti görüyordu. Türbe muayyen müddet içinde inşa olundu. Bu kadar büyük bir binanın bu kadar kısa bir zamanda ikmali, hayrete değer bir şeydi.”
Sözü edilen türbe, sonradan Timur’un defnedileceği binadır… Belki de yaşlı Timur, kendisi için bir anıt mezar yaptırmak yerine, torunu için yaptırdığı bu mezara gömülmeyi o sıralar zihninden geçirmiştir. Ölümü muhtemelen kendisinden uzak görmektedir. Asıl hedefi olan Çin seferine çıkacaktır. Bu seferi mutlaka yapmak arzusundadır. Belki de bunun sebebi, devletinin Çin’e bir şekilde tâbi olma durumudur… Nitekim, Klaviyo’nun anlattığına göre, Çin elçisi Semerkand’a gelmiş, Timur’un huzuruna çıkmış ve Çin imparatorunun yedi yıllık vergi talebini bildirmiştir. Timurlenk, bu talebi hoş karşılamamıştır elbette. Hatta elçileri öldürtmeyi bile düşünmüştür.
Yedi yıldır tahsil edilmeyen vergiler, neden şimdi istenmektedir? Çünkü Çin bu yedi yıl boyunca bazı karışıklıklar içindedir. Şimdi toparlanmış ve alacağını tahsil için tahsildarlarını göndermiştir! Bu yedi yıl boyunca Timur ise, “yedi yıllık sefer” olarak bilinen batı seferindedir. Bu sefer Ankara savaşını da içine almaktadır. Batıda, Timur’un sahiplenmesi mümkün olmayan bir coğrafyada, biz gaza devleti olan Osmanlı’ya vurulan darbe, bu yedi yılın nirengi noktasıdır. Belki de Timur, bu seferden önce Çin’e sefer etmeliydi…Bunun bir vicdan azabına dönüştüğünü bile düşünebiliriz. Çünkü, çok yaşlı ve hasta olmasına rağmen bu sefere mutlaka çıkmak istemiştir!
Bu ertelenmiş sefer, Timur’un dilinden şöyle duyurulur elçilere: “İmparatorunuz yedi yıllık vergi taleb ediyorlar. Bu az buz bir şey değil. Sizin bunu götürmeniz mümkün olmaz. Bu vergiyi biz bizzat gelip vereceğiz!” Timur, ahir ömründe, Çin seferi için yola düşer ve 69 yaşındayken, Otrar’da ölür (1405).
Timur’un ölümünden sonra cesedi sağlığında küçük bulduğu, yeniden inşa ettirdiği bu türbeye gömülür; artık o Muhammed Sultan’ın türbesi değildir, “Emir’in guru”dur...Esasında bu türbe bir aile kabristanı sayılabilir, Timur dışında oğlu Miranşah, Şahruh, torunu Uluğ Beğ ve Muhammed Sultan burada yatarlar…
“Timurî mimarisi” Timur zamanında yapılan ve oğulları, torunları devrinde inşa edilen yapılarla belirgin bir tarz olarak Anadolu’dan Orta Asya içlerine kadar kendini belli ediyor. Timur’un ihtişamlı “gor”unu (anıt-kabrini) seyrederken Yıldırım’ın Bursa’da caminin gölgesinde, külliyesinin küçük bir parçası olan sade türbesi değil ama, Osmanlı Devleti’nin Ankara savaşından sonra ikinci kurucusu addedilen Çelebi Mehmed’in türbesi gözlerimizin önüne geliyor. Yeşil Türbe Timur’un goruyla kıyaslanırsa, çok mütevazı, bayağı küçük bir yapı. Bu küçük fakat her bakımdan güzel, eğimli araziye uyumlu yapıda yine de Timurlu mimarisini hatırlatan epeyce unsur varmış gibi geliyor bize. Gur-ı Emir’in taç kapısı ile Çelebi Mehmed’in türbe kapısının üstündeki dilimler ne kadar benzerlik taşıyor? Yeşil türbeye adını veren muhteşem çiniler de bizi Türkistan’a götürmüyor mu?
Bunlar bertaraf, kubbesi de birazcık sivri değil mi Yeşil Türbe’nin? Her ne kadar, Emir’in Goru’nun kubbesi ile kıyaslanamasa da, klasik Osmanlı kubbesinden biraz farklıdır hani…Mukayeseye devam etmektense, onun şiirimizdeki aksini hatırlamak daha doğru olur, elbetteAhmet Hamdi Tanpınar’ın Bursa’da zaman şiirinde geçtiği haliyle:
Yeşil türbesini gezdik dün akşam,
Duyduk bir mûsıkî gibi zamandan
Çiniler sinmiş Kur’an sesini
Fetih günlerinin saf neşesini
Aydınlanmış buldum tebessümünle.
İsterdim bu eski yerde seninle
Başbaşa uyumak son uykumuzu,
Bu hayal içinde.. Ve ufkumuzu
Çepçevre kaplasın bu ziya, bu renk,
Havayı dolduran uhrevî âhenk
Bir ilah uykusu olur elbette
Ölüm bu tılsımlı ebediyette,
Belki de rüyası büyük cedlerin
Beyaz bahçesinde su seslerinin.
Bursa ile Semerkand arasında bir irtibat kurulmak istenirse, her halde, iki şehrin de zamanlarında devletlerinin başkenti olmaları ilk akla gelir. Timur Anadolu’yu istila ettiğinde başkent Bursa idi. Muhtemelen Bursa’dan da bazı ilim adamları ve sanatkârlar Semerkand’a götürüldü. Onların eserlerini, izlerini Timur’un taht şehrinde nerede bulabiliriz? Mesela Gur Emir’de olabir mi? Gur emir, ihtişamı sadece taç kapıda değil, kubbede de arayan bir mimarî eser. Kubbe olağandan yüksek, içeriden neredeyse 23 metre yükseklikte. Dışarıdan daha da yüksek, iç yüksekliğe bir on metre daha ilave etmeniz gerekiyor. Dışarıdan kavuna benzetilen dilimli kubbe, kasnaktan taşarak yükselir ve tamamen çinilerle kaplıdır. Timur’un timsali olan bu kubbe, onun beşşehrinde yüzyıllarca otuz beş metre yüksekliği ile şehre uzaktan gelenleri kaç kilometre öteden parıl parıl parlayan çinileriyle etkilemiş olmalıdır.
Gur Emir’de Bursalı veya Anadolulu ustalar çalıştırılmış mıdır, bunu bilemiyoruz. Semerkand’ın hangi abidevî yapısında Rumlu ustaların izleri var, ondan da haberdar değiliz. Fakat onlardan sağ salim dönenler olmuş mudur? Olduysa eğer, Yeşil Türbe’nin yapımında emeği geçenler var mıdır? Türbedeki Türkistanî çinileri yapanlar, Türkistanlı ustalar mıydı, yoksa Semerkand’a giden ve orada bu fenni öğrenip Bursa’ya avdet edebilen Anadolulu hüner sahipleri mi?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın meşhur şiirinde ifadesini bulan Bursa’da zaman, bir anlamda Türkistan zamanı olabilir mi? Semarkand’da Gur-ı Mir’in zamanı ile, Yeşil Türbe’nin zamanı Türkiye ile Türkistan arasında en azından şekil yönünden bir sabitleme yapmamıza imkân sağlar mı? Yoksa bu Türkiye ile Türkistan arasında son sabitleme midir?
Çelebi Mehmed’in devrinin mimarisinden sonra Türkistan zamanını başka bir mimarî eserimizde hissedebilir miyiz? Bu sanırım erken verilmiş bir hüküm olur. Türkiye Türkistan ilişkileri, Çelebi Mehmet’ten sonra da sürer. Fatih devrinden bir örneğini hatırlayabiliriz mesela. İstanbul’daki Çinili Köşk hemen aklımıza geliverir. Belki 2. Bayazıd devrinde de görülür benzerlikler. O zaman da sürer alışveriş. Ya sonra? Yavuz’dan sonra bu tesiri görmek belki de imkânsızlaşır. Ve zaten görülmez…Çünkü araya Şah İsmail’in önce kızılbaş, sonra şii İran’ı girer. İran’ın katı şiî bir coğrafyaya dönüştürülmesi, Türkiye Türkistan ilişkilerini ciddi şekilde etkiler. Türkistan’dan esen rüzgârlar, İran’ı atlayıp Türkiye’ye ulaşamaz. Türkiye’den Türkistan’a doğru da rüzgârlar esmez…Türkistan doğuda şiî İran’a karşı hayli katı sününî bir kale oluşturur, farsçanın Orta Asya’da devam eden tesirine rağmen, İran’la ilişkiler zayıflar. Türkiye batıda aynı şeyi yapar. İran ise bir şiilik kalesi olarak, sanat itibarıyla timurlu tesirlerini sürdürür. Bu tesirler belki Hind’e gider ama, artık Türkiye’ye, Osmanlı’ya gelmez.
Emir’in Gur’undan çıkıyoruz. Bazı arkadaşlar, türbenin altında asıl mezarlığı, kabirleri merak ediyorlar. Türkiye’den gelmemizin hatırına, türbenin altındaki mezarlık kısmını açıyorlar. Biz daha fazlasında yokuz. Zaten, Timur’un kemiklerinin tamamı bile burada muhafaza edilememiş. Sovyet idaresi, bazı kemiklerini merkeze aldırmış. Galiba bundan Timur’un eşkalini çıkarmışlar.
Arkadaşlarımız Timur’un na tamam kemiklerinin bulunduğu bölmeye inerken biz Timur’un Gur’una nazır bir dükkânda dondurma yiyor ve meşrubat içiyoruz. Yanında muhtemelen küçük erkek kardeşi olan bir oğlan çocuğu ile ergenliğe geçiş çağında küçük bir kızcağızın yüzü ve bilhassa kaşları dikkatimizi çekiyor. Bu Osmanlı minyatürlerinde de çok sık gördüğümüz cinsten bir yüz ve çatık kaş. Küçük kızcağız eski nakış resimlerden çıkıp karşımıza gelmiş gibi âdeta. Muhtemelen Osmanlı nakkaşları geleneğe uyarak sonuna kadar bu yüzü, bu kaşı resmetmeye devam ettiler. Bu Türkistan güzelleri, belki de şimdilerde “Tacik” denilen ve ayrı bir devlet kimliği kazandırılan kavme mensup güzeller miydi?

Tavus Baba, Hatamu Dede

Tavus Baba
Hatamu Dede

Tavus Baba Türbesi

Tavus Baba kimdir? Bir şeyh midir, yoksa bir kadın ermiş midir? Hâlâ bilinmemektedir. İbrahim Hakkı Konyalı:
“Hatamu Dede Zaviyesi Meram’dadır. Bugün bunun yerini bilemiyoruz. Biz bu zaviyenin bugün TAVUS BABA TÜRBESİ adını alan türbe ittisalinde (bitişiğinde) olduğunu tahmin ediyoruz. Tavus Baba bu zaviyenin şeyhlerinden birinin adı olması çok muhtemeldir. Türbenin içi tuğla, dışı taşla yapılmıştır. Üstü Manastır tonozu denilen şekilde örtülmüştür. Sağına yalnız bir pencere açılmıştır. İçinde âdi harçla sıvanmış bir lahit vardır.” der ve burada yatan zatla ilgili herhangi bir isim vermez.
Mesut Koman Bey’le, Mehmet Önder merhum, burada yatan zatın adının Şeyh Tavus Mehmet olduğu görüşündedir.
İncelemelerden çıkan diğer bir sonuç da şudur:
Tavus Baba’nın asıl adı Mehmet, memleketi Hindistan’dır. Anadolu Selçuklu sultanlarından Rükneddin Süleyman ve Alâeddin Keykubat dönemlerinde yaşamıştır. O dönemin meşayihindendir. Selçuklu sultanlarının kültür adamları ile tasavvuf erbabına gösterdikleri hürmetten dolayı Konya’ya gelip yerleşmiştir. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemektedir. (M. Ferit Uğur, Konya)
Tavus Baba ile ilgili mekıbelerden birisi şöyledir:
Tavus Baba Türbesi
Tavus Baba Türbesi
“Hazreti Mevlâna döneminde, uzak diyarlardan Hazreti Mevlâna’yı görmeye, onun sohbetinde bulunmaya pek çok insan gelir. İşte bunlardan birisi de, bir hanım âşıktır. Gelip bugün türbesinin bulunduğu yerde bir kulübeye yerleşir. Kulübeden, rebab sesleri gelir. Hazreti Mevlâna sıcak yaz gecelerini, Meram’ın bülbül sesleriyle dolu muhtelif semtlerinde geçirir. Yine böyle bir gece, Meram Tepesi eteklerinde, sohbet ve zikir meclisi açılır, fakat o gece kulübeden, her gece etrafa yayılan rebab sesi duyulmaz.
Sabah olup da meclis dağılınca, Hazreti Mevlâna:
‘- Gidin, kulübeye bakın bakalım’ buyurur
Bir kaç mürit kapısı açık kulübeden içeri girince, köşede bir yığın tavus tüyünden başka bir şey bulamazlar. O güne kadar onun kim olduğu bilinmediği gibi, ondan sonra da bilinmez. Hazreti Mevlâna kulübenin bulunduğu yere bir türbe yapılmasını emreder.”
Karamanoğlu II. Mehmet Bey zamanında türbenin doğusuna, büyük bir mescitle, onun da doğu bitişiğine kesme taşlardan bir Darü’l-Hufaz inşa edilir. Bunlar hâlen ayaktadır. Yalnız adı geçen zaviyeden eser kalmamıştır.
Gordelevski’ye göre Tavus, bir kadındır. Vefatından sonra Bektaşi cemaati ona Tavus Baba adını takmıştır. Mevlevîler’in kuvvet kazanması ile Bektaşi’ler buradan çekilmişlerdir. Bir zamanlar Meram’da ve Konya çevresinde Bektaşi ve Ahilerin arazileri vardır.
Zamanla harap olan türbe, 1905 yılında Postnişin Abdülvahid Çelebi, 1958 yılında da Konyalı bir hayır sahibi tarafından onarıldı.
Burada yatan kim olursa olsun, önemli olan onun asırlardan beri halk arasında bir veli olarak anılmasıdır.
Tavus Baba’nın Türbesi bilhassa yaz aylarında çokça ziyaret edilen yerlerin başında gelmektedir.
KAYNAKLAR
Konyalı, a.g.e. s. 614;
Önder, 1971, a.g.e. s. 193-194;
Özönder, a.g.e. s. 133;
Es, (Haz. Uz), a.g. ansiklopedi, II/409;
M. Ferit Uğur, ‘‘Tavus Baba’’ Konya, 1941, 37/15-17;
Gordelevski, a.g. dergi, s. 1057.

Yunus Emre

Yunus Emre


Yunus Emre
(ö. 720/1320)



Anadolu’da Türk milletinin bağrında yetişen büyük şair ve Hak âşıklarımızdan birisi de, hiç şüphesiz Yunus Emre’dir. Çağları kucaklayan, bugün dahi hiçbir sınır tanımayan ve her faniye nasip olmayan bir şöhret ve ölmezliğe sahip olan Yunus Emre, her halde bu özelliğini şairliğinden ziyade dervişliğine, Hak yola olan bağlılığına, telkin ettiği sevgi ve gösterdiği sonsuz müsamahasına borçludur. Mevlâna da olduğu gibi, onda da şiir, gaye değil bir vasıtadır.

Toplumun en karışık, içtimâi çalkantıların ve sıkıntıların en kesif olduğu dönemlerde, Mevlânalar, Yunuslar, Hacı Bektaş ve Hacı Bayram Veliler; bu gönül sultanları dostluk ve sevgi ile çevrelerine yaşama gücü ve sevinci vermeye çalışmışlardır.
Bilhassa Yunus Emre ve Mevlâna hem asır iki insan olarak, devlet otoritesinin yok olmaya yüz tuttuğu, beyliklerin biribirleriyle olan mücadelelerinin büyük boyutlara ulaştığı, hepsinin üzerinde, Anadolu’yu baştanbaşa yakıp yıkan Moğol istilasının mal, can ve namus emniyetini yok ettiği, bâtınî cereyanların alabildiğine inançları sarstığı, bunların devlete bile kafa tutar hale geldiği bir dönemde bunlar, halkı ayakta tutmaya, onlara yaşama gücü vermeye çalışmıştır. Bütün insanları birliğe, kardeşliğe ve dostluğa çağırmışlar ve yine bunlar, sünnî mutasavvıfar zincirinin de, birer halkasını temsil etmişlerdir. Onları başka cereyanların adamı gibi göstermeye çalışmak büyük haksızlık olur.
Maalesef ünü dünyayı tutan bu şairimizin ve Hak aşığımızın hayatı hakkında bilgi mevcut değildir. Halk arasında efsaneleşen bir hayatı vardır. Zaten halk, herkes tarafından bilinen ve sevdiği insanların hayatını efsaneleştirir. Osmanlı sultanlarından bile, pek çoğu efsaneleşmiş, hayatlarına menkıbeler katılmıştır. Bunlarla verilmek istenen mesajlar vardır. İşte Yunus Emre’nin de hayatını, gerçek bilgilerden ziyade böyle efsane ve menkıbelerden öğrenmeye çalışıyoruz.
Onun hakkında en doğru bilgi, Risaletü’n-Nushiye adındaki eserini 707 H. 1307-1308 Milâdî yılında yazdığıdır. Yunus Emre bunu, eserinin sonunda şöyle açıklar:
Söze tarih yidiyüz yidiydi
Yûnus canı bu yolda fidiydi
Yine bazı kayıtlardan öğrendiğimize göre, Yunus Emre’nin 1240-1241 M. yıllarında doğduğu, 1320-1321 yıllarında da vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Yunus’un adı geçen eserinde verilen 707 H. tarihinin, şairin tarikata intisap ettiği tarih olduğunu ileri sürenler de vardır.
Bu rivayete göre de Yunus 82 değil, 72 yaşlarında vefat etmiştir. Bu duruma göre de onun doğum tarihi, 1250-1251 yılları olması gerekir. Onun 1240-1320 yılları arasında yaşadığı kabul görmektedir.
Yunus Emre’nin Karaman veya Sarıköy’de yaşadığı hususu hâlâ münakaşalıdır. Fakat onun, pek çok yerde makamının bulunduğu bilinmektedir. Yunus’un şiirlerinden onun, Mevlâna’nın sohbetinde bulunduğunu öğreniyoruz. Bu ve diğer bazı hususlar dikkate alındığında, Yunus’un Karaman’da yaşadığı ihtimali kuvvet kazanmaktadır.
Yunus’un Hazreti Mevlâna ile görüştüğü, hiç değilse onun sohbetinde bulunduğunu şu beyitlerden anlaşılmaktadır:
Mevlâna Hüdavendigâr bize nazar kıldı
Onun görklü nazarı, gönlümüzün aynasıdır.
* * *
Mevlâna sohbetinde saz ile işret oldu
Arif manaya daldı çün biledir ferişteh.
Mevlâna’da Yunus hakkında, onun:
Ete kemiğe burundum;
Yunus diye güründüm
Mısralarını görünce:
“Bunu söyleyebilseydim, Divan-ı Kebir’i yazmazdım” dediği rivayet olunduğu gibi,
Yine Mevlâna’nın Yunusu kastederek:
“Hangi makama çıktıysam, o Türkmen Kocası’nın ayak izlerini önümde gördüm.” demesi, aralarında mânevi alışverişi ortaya koyar. Fakat kesin olarak bunların doğru olup olmadığını bilemiyoruz.
YUNUS’ UN DERGÂHTAN KAÇIŞI VE GERİ DÖNÜŞÜ
Kırk yıl hizmet ettiği halde, himmete eremediği düşüncesiyle, iyice bunaldığı bir gün Yunus, kimseden habersiz dergahı terkeder ve yola koyulur.
Yunus, yolda giderken iki dervişle daha karşılaşır. Bunlarla arkadaş olur. O gün akşam olunca, dervişlerden birisi dua eder ve gayb âleminden bir sofra gelir, karınlarını doyurur, Allah’a şükrederler. Ertesi günü, diğer arkadaşları dua eder, aynı şekilde bir sofra daha gelir. Dua sırası Yunus’a gelmiştir, fakat Yunus mahcup olmaktan o kadar korkar ki, gözyaşı dökerek, halisane bir duada bulunur. Bu sefer iki sofra birden gelir. Arkadaşları bu işe hayret edip. Yunus’dan nasıl bir dua ettiğini sorarlar.
Yunus:
“- Önce siz söyleyin der.
Onlar da:
“- Taptuk Emre’nin müridi Yunus Emre’nin yüzü suyu hürmetine dua ettik” deyince Yunus; himmete erdiğini ve hata yaptığını anlayarak tekrar dergaha geri döner. Şeyhinin hanımı Ana Bacı’dan, şeyhinin kendisini afetmesi için, vasıta olmasını rica eder Ana Bacı araya girmek istemez.
Ona bir yol gösterir:
“- Sen kapının eşiğine yatarsın! O, sabah namazına kalktığında ayağı sana dokununca; bu kim? diye sorar.
Ben:
“Yunus!” derim.
Eğer Şeyh:
“- Bizim Yunus mu?” derse, bil ki afedildin.
Ama:
“ Hangi Yunus?!” derse bil ki, gönlünden çıkmışsın; o takdirde başının çaresine bak!” der.
Yunus, Ana Bacı’nın dediği gibi yapar, kapının eşiğine yatar. Sabahleyin ihtiyarlıktan gözleri görmez olan Şeyhin ayağı Yunus’a takılınca, Taptuk Emre Ana Bacı’ya sorar:
“- Bu kim!”
Ana Bacı: “-Yunus!” deyince,
Şeyhi:
“- Bizim Yunus mu?” der demez, Yunus Şeyhi’nin ayağına kapanır ve af diler.
Şeyhi Yunus’u afetmiş ama:
“- Mertebeni öğrenmeden bana inanmadın. Artık nasibin burdan kesildi. Asamı atacağım; o nereye düşerse, orada Mevlâ’ya kavuş!” der.
Taptuk Emre; asasını fırlatır atar; asa Sarıköy’e düşer. Yunus da, Asanın ardından oraya gider ve ömrünün sonuna kadar orada kalır.
Hacı Bektaş-ı Veli Velâyetnamesi’nin Yunusla ilgili bölümün sonunda, şöyle bir rivayete de yer verilir:
“Yunus, Taptuk Emre’nin tekkesine odun çeker, arkasıyla getirirdi. Yaş ağaç kesmez, eğri odun getirmezdi. Kırk yıl hizmet etti. Günün birinde Taptuk Emre’ye bir neşe geldi, hâllendi. Meclisinde Yunus-u Güyende adlı bir şâir vardı, ona söyle dedi. O, mırın gırın etti söylemedi. Taptuk; Yunus dedi, sohbet et, şevkimiz var, işitelim. Yunus gene söylemedi. Bu sefer Taptuk, Yunus Emre’ye döndü. Hünkâr’ın nefesi yerine geldi, vakit tamam oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini verdik, hadi söyle dedi. Hemen Yunus Emre’nin gözünden bir perde kalktı, söylemeye başladı. Söylediği nefesler, büyük bir divan oldu.”
Yunus’un şiirleri ile ilgili diğer bir menkıbe de şöyledir:
Yunus üç bin şiir söylemiş. Zamanla Yunus’un bu şiirleri Molla Kasım adında bir hocanın eline geçmiş. Molla Kasım birgün oturup bu şiirleri okumaya başlamış; Şeriata aykırı gördüklerinden binini denize atmış, binini de yakmış. Üç bininci şiire başlayınca;
Molla Kasım, Yunus’un şu şiirini görmüş;
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme/ Seni sığaya çeken bir Molla Kasım gelür.”
Molla Kasım, bu beyti okur okumaz Yunus’un kerametine ve onun büyüklüğüne inanıp, divanı öpüp başına koymuş; fakat elde de bin şiir kalmış. İşte o günden beri, şiirlerinden binini denizde balıklar, binini gökte melekler, binini de insanlar okumakta imiş.
YUNUS’UN DÜŞÜNCELERİ VE SANATI
Oğuz lehçesiyle yazan Yunus Emre, tasav-vufi halk edebiyatımızın en büyük şairidir. Her ne kadar kendisi; “Ümmîyim” diyorsa da, şiirlerinden anlaşılacağı üzere, onun düzgün bir medrese tahsili yaptığı söylenebilir. Arapça ve Farsça bildiği kesindir.
Yunus’un Mevlâna ve Muhyiddin Arabî gibi mutasavvıfarın tesirinde kaldığı söylenir ki, bu doğrudur. Zira Yunus da da aynı fikir ve konulara çokça tesadüf edilmektedir. Bilhassa Yunus’la Mevlâna arasındaki manevî bağ bunu açıkça göstermektedir.
Meselâ Muhyiddin Arabî; “Nefsini bilen Rabbini bilir” hikmetini bütün teferruatıyla işlerken, Yunus da Türkçe olarak:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, ya bu nice okumaktır.
Okumaktan manâ ne? Kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin ha kuru emektir!
der.
Mevlâna gibi, Yunus’a da sağlığında taan edenler, ona düşmanlık besleyenler, hatta namaz kılmaz diyenler bile çıkmış; fakat Yunus bunlara kin tutmadığı gibi, en küçük düşmanlık da beslememiştir. İşte Yunus’un kendisine düşmanlık besliyenlere karşı tavrı:
Biz kimseye kin tutmazız
Ağyar dahi dosttur bize.
Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmazız
Kamu âlem birdir bize
Bana namaz kılmaz diyen
Ben kılarım namazımı
Kılarısam kılmazısam
Ol Hakk bilir niyazımı
Hazreti Mevlâna bir beytinde:
Mesnevi’miz vahdet dükkânıdır. Onda Vâhid’den yani Allah’dan, gayrı ne görsen puttur.
derken,
Yunus da:
Tevhid imiş cümle âlem
Tevhidi bilendir âdem
Bu tevhidi inkâr eden
Öz canına düşman imiş
Hazreti Mevlâna gibi Yunus da, gerçek bir aşk adamıdır. Muhabbetullah her zerre ve her anını kaplar:
Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü, bana seni gerek seni.
Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.
Demesi ondadır.
Yunus’un şiirlerinin bir bölümü ölümle ilgilidir. İnsanlara ölümü hatırlatarak, onları gafletten uyandırmak ister:
Bu dünya kimseye kalmaz
Anadur ölmeğin zinhar
Kimse kaçan gide gelmez
Anadur ölmeğin zinhar
Gelen göçer konan göçer
Nasib oldukça yer içer
Ecel ömre kefen biçer
Anadur ölmeğin zinhar
Sen onu sanma malındır
Haram ise vebalindir
Helâl ise suâlindir
Anadur ölmeğin zinhar
Hazreti Mevlâna ile gönüle bakış açıları da aynıdır. Mevlâna:
“ Kâbe bünyad-ı Halil-i Âzerest
Dil tecelligâhı Celil-i Ekberest”
 derken,
Yunus da:
Gönül Çalab’ın tahtı
Çalap gönüle baktı
Kim gönül yıkar ise
iki cihan bedbahtı
Yine Yunus:
Bir kez gönül yıktın ise,
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi,
Elin yüzün yumaz değil der.
Dervişlik anlayışını da şöyle formüle eder:
Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil
Hırkanın ne suçu var, sen yoluna varmazsan
Var sen yolunca yürü, er yolu kalmaz değil.
Yunus’dan birkaç örnek daha:
Aşksızlara verme öğüt, öğüdünden alır değil
Aşksız âdem hayvan olur, öğüt bilir değil.
** *
Yunus olma cahillerden ırak olma ehillerden
Câhil ne var mü’min ise, cahillikten kalır değil.
DERVİŞLİĞE ÇAĞRI
Dervişlerin yoluna sıdk ile gelen gelsin
Hakk ‘tan özge nesneyi gönülden silen gelsin
Dervişlik dedikleri bir tükenmez kân olur
Hâs ü âm, kul ü sultân, bu kândan alan gelsin
** *
Dervişleri gözü açık, dün ü günü uyanık
Bu söze Tanrım tanık, bakmadan gören gelsin
Dervişin duyduğu hak, Hakk ‘tan işitir sabak
Teprenmeden dil, dudak sözü işiten gelsin.

KAYNAKLAR
Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre Hayatı Sanatı Şiirleri, İstanbul 1952, s. 3-14;
Hüseyin Arif, Yunus Emre Divanı ve Hayatı, İstanbul 1977, s.13-26; Büyük Türk Klasikleri, İstanbul 1985, s. 277-278;
Orhan F. Köprülü, Türk Klâsikleri İstanbul 1985, s. 1-2;
Cemil Yener, Türk Halk Edebiyatı Antolojisi, 1stanbul 1973, s. 251-256;
Hüseyin Özbay-Mustafa Tatcı, Yunus Emre (Makalelerden Seçmeler), Arif Nihat Asya, “Yunus Emre”, İstanbul 1994, s. 31-35.

Ateşbaz-ı Veli

Ateşbaz-ı Veli
Ateşbaz Veli Türbesi

(ö. 684/1285)
Ateşbaz-ı Veli, Hazreti Mevlâna’nın muasırı olup, esas ismi Şemseddin Yusuf, babasının adı İzzeddin’dir. Ateşbaz-ı Veli olarak ün yapmış ve gönüllerde taht kurmuştur.
Ateşbaz-ı Veli’nin, Bahâ Veled’le birlikte Belh’ten veya Karaman’dan geldiği, dergâhta yetiştiği ve aşçılık yaptığı rivayet edilir. Ateşbaz, ateşle oynayan demektir. Onun, Hazret-i Mevlâna ve Mevleviler arasında önemli bir yeri vardır. Ateşbaz Makamı, bir terbiye ve eğitim makamıdır.
Mevlevi tekkelerinin ruhu, mutfaktır. Aşçı Dede, Kazancı Dede, İçeri Meydancı’sı ve Bulaşıkçı Dedeler, tekkenin mürebbileridir. Aşçı Dede en büyük zabittir. Kazancı Dede de ikinci zabittir.


Aşçı Dede’nin hizmeti, çilekeşlere nezaret etmektir. Mutfağa gelen can, aşçı dedenin huzurunda ikrar verir, sonra kazancıya teslim edilir. Çile bittikten sonra aşçıbaşı, yalnızca dervişe öğüt verdikten sonra şu gülbangı çeker:
“Vakt-i Şerif hayrola; hayırlar fethola; şerler defola; derviş kardeşimizin hizmetleri mübarek ola. Dem-i Hazret-i Mevlâna, sırrı Şems-i Tebrizî Kerem-i İmâm Ali, Hû diyelim, Hû..”
Aşçı Dede’den başka, mutfakta on sekiz görevli daha vardır. Bu da, mutfak hizmetine ne kadar önem verildiğini gösterir. Kazancı Dede’den ayakçıya kadar, herkesin ayrı bir görevi vardır.
Mutfak müştemilâtından bulunan Meydan-ı Şerifte’ki beyaz postun adı, Ateşbâz-ı Veli Makamı’dır. Bunun yanında ve üst taraftaki kırmızı post da, “Sultan Veled” makamıdır.
Ateşbâz-ı Veli ile ilgili pekçok menkıbe anlatılır. Bunlardan birisi şöyledir:
Birgün, dergâhın mutfağında yemek pişirmek için odun kalmamıştır. Dergâhın aşçısı olan Ateşbâz-ı Veli, durumu Hazret-i Mevlâna’ya bildirince, Hazret-i Mevlâna lâtife yollu:
“- Odun kalmadıysa, ayaklarını kazanın altına sok da yemeği onunla pişir!” der.
Ateşbaz için şaka da olsa emir, emirdir. Mutfağa gider, ayaklarını kazanın altına sokar ve parmak uçlarından çıkan ateşle yemeği pişirir. Büyükler arasında açık keramet izhârı hoş karşılanmadığından;
Hazreti Mevlâna, bu duruma muttali olunca, hoşnutsuzluğunu:
“- Hay ateşbaz hay!” diyerek ortaya koyar.
Ateşbâz-ı Veli’nin türbesi, Havzan semtinin üst tarafında, Yeni Meram yolu üzerinde, eski Sigorta Hastahanesi’nin güneydoğusunda bulunmaktadır. Türbe klasik Selçuklu kümbetleri tipindedir. Kesme taştan, sekiz köşeli gövdesi üzerine, tuğla ile örülmüş; sekizgen pramid külahı oturur.
Türbenin kıblesinde küçük pencere üzerindeki kitabesi şöyledir:
“ Bu kabir, kutlu şehit rahmetli İzzeddin oğlu, milletin ve dinin güneşi Yusuf Ateşbaz’in kabridir. 684 yılı Recep ayının ortasında Allah’ın rahmetine kavuştu. Allah yarlığasın.”
Arteşbaz Veli Türbesi içinden bir görüntü
Arteşbaz Veli Türbesi içinden bir görüntü
Bugün, içi dışı ve çevresi itibariyle Konya’da en temiz ve bakımlı türbe, Ateşbâz-ı Veli Türbesi’dir. Türbenin yanında bulunan ve türbedarın ikamet ettiği ev, Vilâyet ve Emniyet Müdürlüğünün katkılarıyla yıkılarak yeniden yapılmıştır.
Diğer türbelerin de bu hâle getirilmesi en büyük dileğimizdir.
KAYNAKLAR
Asaf Halet Çelebi, ‘‘Bazı Mevlevi Âdetleri’’, Türk Yurdu Dergisi, 1955 s. 251.
Abdûlbaki Gölpınarlı. Mevlevi Adap ve Erkânı, İstanbul 1963. s.135;
Önder,197, a.g.e. s.181-186;
Özönder, a.g.e. s. 115-120;
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’dan Sonra Mevlevîlik, 1963 İstanbul. s. 39;
Nezahat Bekleyiciler, Ateşbâz-ı Velî, Konya 2007;
Konyalı Konya Tarihi, 1964, s.587-588.

Kalender Baba

Kalender Baba

Kalender Baba Türbesi


Kesikbaş Türbesi

Konya’da Beşyol’da, Ankara Yolu’nun başlangıcında, eski Kalenderhane Mahallesi’nde iki Selçuklu tipi türbe bulunmaktadır. Türbelerden birisi Kalender Baba, diğeri ise Kesikbaş Türbesi olarak isimlendirilmekte, fakat bu iki türbe de, içinde yatanlar da biri birine karıştırılmaktadır.
Tokatlı olan Kalender Baba (Ebubekir Niksari) bir kalenderi şeyhidir. Cavlakîde denilen bu şeyh, Cemaledin Savi’nin halifelerindendir. Bir süre Şam’da bulunan Ebubekir Niksari, 602/1205-1206 yıllarında Konya’ya gelip yerleşmiş ve etrafına bir hayli mürit toplayarak zaviyesini kurmuştur. Hazret-i Mevlâna ile çağdaştır. Ahmet Efaki’nin ifadesine göre Kalederilerle Mevleviler arasında iyi münasebetlerin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Kalender Baba Türbesi
Konyalı, 833/1428 tarihli bir vakfiye ile Pir Hüseyin Bey tarafından vakfedilen bir kalender haneden bahseder. Bu tarih Ebubekir Niksari’nin vefatından çok sonraki bir tarihtir. Halbuki Efâkî’nin beyanından, kalenderhane Niksari’nin vefatından önce mevcut gözükmektedir. Bazı kaynaklarda Ebubekir Niksari’nin de başının kesilerek idam edildiği zikredilirse de, bunun diğer türbede yatan zatla karıştırıldığı tahmin edilmektedir.
Veliler listesinde adı geçen Ebubekir Niksari, Mevlâna’nın vefatından sonraki bir tarihte vefat etmiştir. Bundan onun doksan yaşının üzerinde iken vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Bu kalender haneden ve Kalenderilerden dolayı bölge asırlarca Kalenderhane Mahallesi olarak anılmıştır.

Kesikbaş Türbesi
Zamanla kalender hane yıkılmış ayakta sadece iki türbe kalmıştır. Her iki türbede de içerisinde yatanların hüviyetine ışık tutacak bir kitabe mevcut değildir.
Bir zamanlar özel mülkiyet içerisinde bulunan türbelerin etrafı açılarak çevre düzenlemeleri yapılmış ve bölge park haline getirilmiştir.


KAYNAKLAR
– Konyalı, a.g.e. s. 622;
– Önder, a.g.e. s. 220-221;
– Uz, a.g. ansiklopedi, 1/120;
– Gordlevski, a.g.e. s. 323;
– Sefer Solmaz, Konya Ansiklopedisi, 3/153.

Üçler Sultanlar

Üçler Sultanlar
Üçler Sultanlar’ın kabirleri

Halk arasındaki menkıbelerden birisi şöyledir:
Konya’nın büyük üç kabristanından birisine adı verilen üç kardeşten ikisinin, Konya’da Üçler Kabristanı’nda, birisinin de Manisa’da metfun bulunduğu rivayet edilir.Rivayet mevsuk değildir.
Bu üç kardeşin anneleri olan Emine Hanım, Kafas Türklerindendir. Babaları Hüseyin Mahmut Efendi’nin, Peygamber Sallallahü Aleyhi Vesellem’in soyundan olduğu ve arkasında namaz kıldığı söylenir.
Üç kardeşten en büyükleri Mustafa Efendi Manisa’da, ortanca İsmail Efendi (250-310 H.) ile küçükleri İbrahim Efendi Konya’da metfundur.
Mevlâna Türbesi’nin hemen güneyindeki kabristanın birinci kapısının girişinde ve solda metfun bulunan bu iki kardeşin kabrinin çevresi ziyaretçilerle dolup taşar.
Üçler Sultanlar’ın kabirleri
Üçler Sultanlar’ın kabirleri
Bir zamanlar kabristanın girişinde bulunan levhadan alınan bu bilgilerden, İsmail Efendi ile verilen doğum ve ölüm tarihleri doğru ise, Baba Mahmud Efendi’nin ashaptan olması ve Peygamber (Sallallahü aleyhi vesellem) Efendimiz’in arkasında namaz kılması için, iki buçuk asırlık bir ömür sürmesi gerekir ki, bu pek mümkün görülmemektedir. Levha sonradan bunun için kaldırılmış olmalıdır. Halk Arasında Üçler’le ilgili pek çok menkıbe nakledilir. Önemli olan Üçler Sultanlar’ın, veliler listesinde yer almış olmalarıdır.
Üç Horasan eri, mürşitlerinin vasiyeti üzerine, uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Konya’ya gelirler. Onları şehrin girişinde yüzü peçeli bir derviş karşılar. Bu zat onlara izzet ve ikramda bulunur ve kendisinin Hz. Mevlâna dervişlerinden olduğunu ve onların da bu dergâhın dervişlerinden sayılacağını söyler. İşte Üçlerin girişinde yatan zatlar bu Horasan erleridir. Rivayete göre yüzü peçeli zat da bunların Konya’ya gitmelerini vasıyet eden mürşitleridir.
Başka bir menkıbeye göre de, uçarak Anadolu’ya gelen üç dervişten birisi, Konya üzerine geldiklerinde arkadaşlarına, “Konâlim mı?” diye sorunca liderleri durumunda olan zat, “Kon ya!” der. Bunun üzerine bu üç derviş, Konya’yı mekan tutar, şehrin adı da o günden itibaren “Konya” diye anılmaya başlar. Bu üç derviş de ölünce bugünkü yerlerine gömülür.
Selçuk Es de, benzer bir menkıbe ile kabristanla ilgili bir kitabe metni verir.
KAYNAKLAR
Saim Sakaoğlu, 101 Anadolu Efsanesi, Anmara 2003, s. 217;
ES. Muhtasar Konya Ansiklopedisi (Haz. Uz), s. 2/428.

Ulaş Baba

Ulaş Baba
Ulaş Baba Türbesi

Ulaş Baba veya Ulaş Dede olarak ün yapan bu zatın da, doğum ve ölüm tarihleri malum değildir. Türbesi Kalenderhane Mahellesi’nde, eski Musalla Caddesi, Numune Hastahanesi eski Acil Servis giriş kapısı yanındadır. Meram’da bir zaviye ve kalenderhânesi ile adını taşıyan bir değirmeni vardır. Gordelevski, “Ulaşbaba’dan geçen su, Yaka’da veya Hocacihan’da iki kola ayrılır. Ulaş, bir zenginin veya bir dervişin adı olmalıdır.” der. Ulaş Baba, Selçuklu dönemi büyüklerindendir. Adı veliler listesinde geçmektedir.
Şimdi bu zaviye ve kalenderhaneden bir eser kalmamıştır. Yağmalanan vakıfar arasındadır. Osmanlı’nın son zamanlarına kadar hüccetlerde adı geçen kalenderhane, zaviye ve üç çark üzere devreden değirmenin şimdi yeri bile malum değildir.
Yakın bir zamanda yaptığmı bir araştırmada Yaşlı Dereliler Ulaş Değirmeni’nin Dere’de Elektrik Santrali’nin batısında boğaziçinde olduğunu ifade ettiler.
İbrahim Hakkı Konyalı “Ulaş Baba bir ilim veya din adamı mıdır? Yoksa bir devlet ulusu, kumandan veya emir midir? Bunu şimdilik kesin olarak tespit edemiyoruz” der.
Ulaş Baba Türbesi
Ulaş Baba Türbesi
Biz bu zatın halk arasında anılagelen unvanından ve türbesinin bulunduğu bölge ve Meram’daki kalenderha-nesinden onun, Kalenderî tarikatına mensup bir zat olduğunu tahmin ediyoruz.
Ulaş Baba türbesinin içi ve çevresi, Konya Selçuklu Belediyesi tarafından düzenlenmiş ve tertemiz bir hale getirilmiştir. Belediyelerimizin bu tür çalışmalarını da takdirle karşılamak gerekir.
KAYNAKLAR
Konyalı, Konya Tarihi a.g.e. s. 780;
ES, Muhtasar Konya Ansiklopedisi (Haz. Uz), s. 2/419;
V.A. Gordelevski, ‘‘Konya İrva ve İska Tarihine Dair Materyeller’’ (Çecv. Hasan Ortekin), Konya, 1936, S. 18-19, s. 1054.

Cemel Ali Dede

Cemel Ali Dede

Cemel Ali Dede Cami ve Türbesi


(ö.659/1261)
Cemel Ali Dede, Hz. Mevlâna’nın muasırı¬dır. Maveraünnehirli’dir Mevlâna’nın lalasıdır. Ri¬vayetlere göre Hazreti Mevlâna’ya karşı derin bir saygı ve sevgisi vardır. Bundan dolayı Mevlâna’yı çocukluğunda sırtında taşır, deve taklidi yapar¬mış. Bunun için kendisi “Deve” anlamına gelen “Cemel” adı ile şöhret bulmuş.
Türbesi, Fidanlık durağından Meram Yeni Yola paralel ve Dere Yolu üzerinde; Turut Mevkii’ndedir. Türbe altı taş, üstü tuğla ile yapılmıştır. Türbeye bitişik mescit vardır. Cenazeliğe arka sokaktaki kapıdan girilmektedir. Türbedeki yedi sandukadan birisi Cemel Ali Dede’ye, diğerleri¬nin ise zaviyede şeyhlik yapmış zatlara ait olduğu tahmin edilmektedir. Aynı yerde bulunan sıbyan mektebi, günümüze kadar gelememiştir.
Şeyh Turut Selçuklu dönemi ileri gelen zatlarından birisi olup, zaviyenin şeyhliğinde bulunmuş ve bu sebeple bölge onun adıyla anılmış¬tır.
Mescit ve mektep, Cemel Ali Dede ta¬rafından inşa edilmiştir. İbrahim Hakkı Konyalı, Mevlâna’nın mektuplarında adı geçen Hoca Ali’nin, Cemel Ali olduğunu, tahmin ettiğini söyler.
Mevlâna’nın Meram’da sık sık geziye çık¬tığı bölgelerden birisi olan bu yöredeki mescit ve türbe, yakın bir zamanda aslına uygun şekilde restore edilmiş, bahçesi de düzene sokulmuştur. Şimdi önünde bir de tatlı su çeşmesi vardır. Şehir ırmağı da bahçesinin içerisinden geçer. Mescit ve türbenin doğusunda Yaka Yoluna ve Fidanlık durağına kadar uzanan geniş bir alan, Dede Bağı olarak anılmış, sonradan bu araziler özel mülkiyete intikal etmiştir. Son zamanlarda da Dede Bağı’nın ortasından, Yeni Meram Yolu ile Dere Yolu arasın¬da bir sokak açılmıştır.
Cemel Ali Dede Cami ve Türbesi
Cemel Ali Dede Cami ve Türbesi
Sultanü’l Ulema ile Konya’ya gelen Cemel Ali Dede, 659/1261 yıllarında vefat etmiştir.
Külliyenin batısında bir değirmen külliye¬nin vakıfarı arasındadır. Yine külliyenin batı bitişiğinde zaviyedarların oturduğu sonradan yapılan bir de küçük köşk vardır. Her ikisi de günümüze gelememiştir. Zaviyenin, 1886-1887 yıllarında zaviyedarı, Hasan Ziya Dede’dir.
Osmanlı’nın son dönemlerine kadar mes¬cit ve zaviyenin çevresinde, bakkal, kasap ve kahvehaneler vardır. Eskiden bölge daha mamur durumdadır. Turut ve çevresi tarihi konaklarla doludur. Bunlardan bir tanesi son zamanlarda belediye tarafından restore edilmiştir.
KAYNAKLAR
– 1886-1887 yılı Konya Salnameleri;
– Konyalı, Konya Tarihi, a.g.e. s. 565-566;
– Önder, 1971, a.g.e. s.129-130;
– Özönder, a.g.e. s. 111;
– ES. Muhtasar Konya Ansiklopedisi (Haz. Uz), s. 2/102;
– Uz, “Cemel Ali Dede” , Konya Ansiklopedisi, 2011,s.2/246.

Mehmet Esat İleri

Mehmet Esat İleri Kabri – Altındağ – ( Bornova )


Mehmet Esat İleri 

İlerici bir din adamı olduğu ve 30 Ağustostaki tarihi emrini verdiğinde (Ordular!..İlk hedefiniz Akdeniz’dir!.İLERİ!..) O’ da o an yanında bulunduğu için, Yeni ve ileri fikirlere ilgisi nedeniyle Atatürk tarafından kendisine İLERİ soyadı verilerek onurlandırılmıştır. 1925 yılında yapılan kıyafet inkılabını hemen benimseyen, şapka giyen ilk din adamlarındandır.
Esat İLERİ, iyi yazar, iyi konuşur, bir şair yapısına sahip, cesur atılgan ve ilerici bir din adamıdır. 2. Ekim 1948’de Türk Basın Birliğinin, elli yıl Türk basınına ve maarifine hizmet edenler için düzenlediği jübilede yer aldı.
* 15 Nisan 1957'de İzmir-Torbalı yolu üzerinde bir trafik kazasında, 75 yaşında vefat etti. Cenazesi İzmir’de Kokluca mezarlığında toprağa verilmiştir. Esat İleri’nin şahsi eşyaları (silah, madalya, ..vb) torunu emekli öğretmen Çiçek Şimşir tarafından TBMM müzesine bağışlanmıştır. Dört çocuk sahibi olmuştur. Yazdığı bazı eserleri: Türk dilinde Kinayat , İzmir,1340, Hadis-i Şerif tercemesi ,İzmir, 1942, Sözlerin özü atalar sözü , İzmir, 1947, Türk Dilinde Darbımeseller, İzmir,
Mehmet Esat İleri Kabri – Altındağ – ( Bornova ) 

Hayıt Dede – ( Bornova )

Hayıt Dede – ( Bornova )

Hadım Dede diye de anılan Hayıt Dede’nin yatırı İzmir Bornova Doğanlar semtindedir. Bu mezarın yine yol yapımında kaldırılmak istenmesine rağmen kaldırılamadığı ve yolun kenarında kaldığı söylenmektedir. Mezar taşını da yan evin sahibi gördüğü rüya üzerine yaptırmıştır, denilir. Bornova\'daki yedi kardeş evliyadan birisi olduğuna inanılır.





22 Ocak 2016 Cuma

Canların Dört Kapısı (Alevilik Belgeseli)

ANADOLUDA ALEVİ OCAKLARI DERVİŞLER . Belgesel . Hü Dost !!!

Anadolu Erenleri - Yaren Dede

YÂREN DEDE



YÂREN DEDE

Horasan'dan Anadolu'ya İslâmiyeti yaymak için gelen gâzi dervişlerden. Hayâtı ve hangi devirde yaşadığı hakkında bilgi bulunamayan Yâren Dede'nin kabri, Aydın'ın Sultanhisar ilçesinin Kabaca köyünde olup ziyâret edilmektedir.

DEDEBAĞ DEDE

DEDEBAĞ DEDE


Ne zaman yaşadığı bilinmeyen Dedebağ Dede'nin kabri Aydın Karacasu'daki Dedebağ yaylasındadır. Bölge halkı tarafından sık sık ziyâret edilmektedir.

GANİ BABA

GANİ BABA




Horasan'dan Anadolu'ya İslâmiyeti yaymak için gelen gâzi dervişlerdendir. İsmi Şeyh Abdülganî el-Halveti olup bölgede Gani Baba diye meşhurdur. Bahar aylarında ziyâretçi akınına uğrar. Ziyâretçiler tarafından kurbanlar kesilip, eti fakirlere dağıtılır. Sevâbı Gani Babaya hediye edilerek duâlar edilir. Kabri Amasya Suluova'ya bağlı Saygılı köyünün altında Tersakan Irmağının kenarındadır.

YÛSUF HAKÎKÎ BABA

YÛSUF HAKÎKÎ BABA


Aksaray'da medfûn evliyâdan. Halk arasında Somuncu Baba diye meşhur olan Hamîd-i Velî hazretlerinin oğludur. Çocukluğundan îtibâren babasının terbiyesi altında yetişip kemâle eren Yûsuf Hakîkî Baba, Konya ve Aksaray medreselerinde de okudu. Babasından sonra vefâtına kadar Aksaray'daki hankâhda şeyhlik yaptı. Hakîkînâme, Muhabbetnâme, Metâli-ül-Îmân kitapları yanında tasavvuf âdâbıyla ilgili eseri ve babasının Şerh-i Hadîs-i Erba'în adlı eserine hâşiyesi olan Yûsuf Hakîkî Baba'nın türbesi Aksaray'da Şeyh Hamîd Mahallesindeki hankâhın bahçesindedir.

SULTAN DÎVÂNÎ

SULTAN DÎVÂNÎ



Afyon'da yaşayan büyük velîlerden. İsmi Mehmed Çelebi olup, babası büyük velî Abapûş-i Velî'dir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Afyon'da doğdu. Doğum târihi belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Sultan Dîvânî, babasının yanında yetişti. Abapûş-i Velî zamânında Afyon'da şiddetli bir vebâ salgını hüküm sürdü ve yakınlarını birer birer kaybetti. Abapûş-i Velî'ye bir gün en çok sevdiği küçük oğlu Mehmed Çelebi'nin vefât haberi geldi. O zaman, Abapûş-i Velî; "Hakk'ın rahmetine mi kavuştu? Hayır yanlışınız var, uyuyor o. Bu sefer yanıldınız." dedikten sonra, hemen küçük oğlunun yattığı odaya sessizce girdi. Üzerindeki örtüyü kaldırarak; "Uyuyor musun Mehmed'im? Bu ne uykusu? Senin bu dünyâda hizmetin var. Uyan Mehmed'im uyan!" dedi. Mehmed Çelebi, uykudan uyanırcasına, tatlı bir mahmurlukla gözlerini açtı ve babasına uzun uzun baktı.
Abapûş-i Velî hemen oğlunu dergâha götürerek, kırk günlük riyâzet ve uzlete soktu. Bu müddet içinde Sultan Dîvânî tasavvufta büyük dereceler elde etti. Babasının sağlığında, yerine geçerek talebe yetiştirmeye başladı.
Sultan Dîvânî, babasının yerine geçtikten sonra, Konya'ya Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret için yola çıktığında şehrin ileri gelenleri tarafından uğurlandı. Yolun yarısında Beşâre denilen yere geldiğinde Konya'dan karşılamaya gelenler oldu. Sultan Dîvânî burada nice tesirli sohbetler yaptıktan sonra yoluna devâm etti. Konya'da Celâleddîn-i Rûmî'nin kabr-i şerîflerini ziyâreti esnâsında, Sultan Dîvânî'yi bir hal kapladı. Bu durumu garipsiyenlerin halleri Sultan Dîvânî'ye mâlûm olunca, dergâh hamamının yanmakta olan ocağına girdi.Allahü teâlânın izni ile ocaktaki ateş ona hiç tesir etmedi. Bu durumu gören sû-i zan sâhiplerinin kalplerindeki bozuk düşünceler kayboldu ve o büyük zâta samîmî olarak bağlandı.
Tîmûr Han zamânında, devlet hazînesinin süsü olmak üzere bir fermanla Celâleddîn-i Rûmî'ninDîvân-ı Kebîr'i türbeden alınarak Mâverâünnehr'e götürüldü. Daha sonra bölgede çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bozuk bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil'in eline geçti. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî'ye mânevî işâretle Dîvân-ı Kebîr'i o bid'at ehlinin elinden kurtarması, eski yerine koyması emredildi. Bu sebeple Afyon'dan yola çıkan Sultan Dîvânî, önce Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etti. Sonra İran'a doğru yola çıkan Dîvânî, her uğradığı yerde insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı. İran sınırında Şah İsmâil'in muhâfızları ile karşılaştı. Onlar, gelip geçenlere nereden gelip, nereye gittiklerini sorarlardı. Bu sorgulamada muhâfızların başındaki çavuş, Sultan Dîvânî'ye edepsizlik etti. Bu yüzden dili tutulup, bu halde reislerinin yanına gittiğinde, oradakiler, çavuşun hâlini görünce, içlerinden biri Sultan Dîvânî'nin üzerine doğru yürürken eli felç oldu. Onlardan Sultan Dîvânî'ye zarar vermek isteyenlerden herbirinin başına bir iş geldi.
Böylece Sultan Dîvânî'ye zarar veremeyeceklerini anlayıp, ona iyi muâmelede bulunmak zorunda kaldılar. Sultan Dîvânî rahat bir şekilde Şah İsmâil'in başkentine vardı.Şah İsmâil, Sultan Dîvânî'nin geldiğini duyunca, görünüşte, gelişini tebrik etmek hakikâtte ise, onun ahvâlini araştırmak maksadıyla adamlarını yanına gönderdi. Adamlarından herbirisi kendilerine göre Şah İsmâil'e rapor verdi. Şah İsmâil adamları ile görüştükten sonra ikrâm görünüşünde, onun için bir dergâh yaptırıp, her bakımdan onu kayıt altına almak ve onun tekrar memleketine dönmesine mâni olmak istedi. Bunun üzerine Sultan Dîvânî; "Dervişlere ikrâm, Dîvân-ı Kebîr'in teslimi iledir." buyurarak, maksadını ifâde etti. Şah ve vezîri aralarında anlaşarak bir ziyâfet esnâsında Sultan Dîvânî'nin zehirlenmesine karar verildi. Bu durum Allahü teâlânın izni ile Sultan Dîvânî'ye mâlûm oldu. Yemek sırasında verilen zehirli şerbet kâsesini alıp, Şah İsmâil'e hitâben; "Bu can eriten kâseyi Şah mı yoksa, vezir ile mi içeyim?" dedikten sonra vezire yüzünü çevirdi. Bir yudumda içti. Allahü teâlânın ihsânı olarak, zehrin tesiri kalmadı. Şâh İsmâil onun bu kerâmeti karşısında istemeyerek de olsa, Dîvân-ı Kebîr'in kendisine verilmesini emretti. Sultan Dîvânî'nin bu kerâmetini gören devlet ricâli arasında onu sevip, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı inancından vazgeçerek Ehl-i sünnet îtikâdına dönenler oldu.
Sultan Dîvânî, Dîvân-ı Kebîr'i teslim alacağı yere talebeleri ile birlikte büyük bir şevk ve heyecanla vardı. Halk onları büyük bir merakla tâkib ediyordu. Sultan Dîvânî orada insanlara nasîhat dolu güzel bir vâz verdi.Teslim işleri bitip ayrılacakları sırada, birçok kimse Ehl-i sünnet îtikâdına dönerek, Sultan Dîvânî'nin elini öpmek için sıraya girdiler. Bunlar arasında Şah İsmâil'in oğlu da vardı. Şah İsmâil bunu duyunca çok kızdı ve Sultan Dîvânî'nin arkasından askerler gönderdi. Askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu kervana yaklaşınca, başındaki külahı kılıç gibi onlara doğru tuttuğunda, askerler perişan oldu. Kurtulanlardan bâzısı kaçtı, bâzısı da tövbe ederek Ehl-i sünnet îtikâdına girdi.
Sultan Dîvânî dönüşünde Bağdât, Halep üzerinden Konya'ya geldi. Dîvân-ı Kebîr'i yerine koydu. Bu sırada kırk kişi ona halîfe olmakla şereflendi.
İbrâhim Gülşenî, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada SultanDîvânî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.
Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. SultanDîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden SultanDîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.
Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz SultanSelîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.
Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, SultanDîvânî ile Yavuz SultanSelîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde SultanDîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.
Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı.Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "YarınCumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.
Sadrâzam KaraMustafa Paşa, SultanDîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, SultanDîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.
Sultan Dîvânî'nin şiirlerinden birisi şöyledir:

Şem-i rûyına cismimi pervâne düşürdüm
Evrâk-ı dili âteş-i sûzâne düşürdüm

Bir katre iken kendimi ummâna düşürdüm
Eyvah yolumu vadi-i hüsrâna düşürdüm.

Takrîr edemem, derd-i derûnum elemim var
Mevlâ'yı seversen beni söyletme gamım var!

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

MESNEVÎ OKUTABİLİRSİN
Sultan Dîvânî, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu. Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu.Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.

KAYNAKLAR

1) Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyân; s.15