Sultan Suc'a Türbesi..diyarbakır
Çoğunlukla türbeler,“Ziyaret” olarak tanımlanır, Şeyh Yusufî Hemedanî, Sarı Sadık Türbesi gibi. Halk arasında kabul görmüş olan büyüklerin türbeleri, genelde ziyaret olarak isimlendirilir. (4)
Halkın dua etmek, geçmişe duyulan saygı, dileklerin kabulü sebebiyle gittiği türbeler, son zamanlarda sadece bilenlerin uğrak yeri haline gelmiştir. Diyarbakır’da en çok bilinen Hazreti Süleyman ve diğer Sahabî’nin bir arada defnedildiği Meşhed, bu türbelerden farklıdır. (5)
Burada defnedilenler, tekildir, bilinen isimlerdir, belli bir tarikatın temsilcileridir. Fakat Meşhed, Hz. Muhammed(a)’i dünya gözüyle görenlerin şehrin alınışında şehit düşmeleriyle başka bir mana kazanmaktadır. Şehrin diğer yerlerinde kimi sahabe türbesi bulunmaktaysa da zaman içinde korunmadığı için ya yıkılmış, ya da yıktırılmıştır, şehrin ilk valisi Sultan Sa’sa’a Kabri gibi. (6)
Sultan Suc’a Türbesi’nin mimarî yapısının benzer olduğu Şeyh Yusufî Hemedanî, Sarı Sadık, Malikî Ejder Türbesi aynılık taşır, farklı zamanlarda yapılmasına rağmen. (7)
Sultan Suc’a hakkında kimi kaynaklarda yer alan bilgilere geçişte Diyarbakır’da mevcut diğer türbelerden bahsedilmemiştir. Sadece bilinmesinde fayda görülen kimi isimler hakkında bilgi verilmiştir. (8)
Sultan Suc’a’dan bahseden kaynaklardan seçtiğimiz bölümler:
“Mardin Kapısı’ndadır. Eski kayıtlara göre türbenin yanında aynı zata ait Medrese ve Çeşme mevcut idi. Çeşmesi halen durmaktadır. Çeşme üzerindeki kitabe H. 605 (M. 1208) tarihlidir. Medreseden hiçbir iz kalmamıştır. Türbe üzerinde kitabe bulunmamaktadır. Ancak çeşmedeki kitabeden türbenin aynı tarihlerde ya da XIII. YY’ın ilk çeyreğinde yapıldığı söylenebilir. Bu tarihlendirme yapının mimarisi ile de uyuşmaktadır. Bu durumda türbe, 1183-1231 tarihleri arasında Diyarbakır’da egemen olmuş Hısnıkeyfa Artuklular dönemine aittir.
Yapı siyah-beyaz yontma taş örgülü, kara planlı, konik biçimli üst örgüye sahiptir.” (9)
Her ne kadar bilgiye ulaşacağımız kaynakları vermiş olmamıza rağmen, bu kaynaklara ulaşmak araştırmacı olmayanlar için oldukça zordur. (9) Nolu dipnotta verdiğimiz kaynaklardan seçtiğimiz bölümler:
Metin Sözen:” Kesme ve moloz taşlardan yapılmış olan Sultan Şüca Türbesi, yüksek bir kare gövde üzerine pramidal çatıyla örtülüdür. Bugün pramidal çatı, oluklu kiremitlerle kaplıdır. Bu görünüşü, ilk şekli konusunda pek bir fikir vermemektedir. Ayrıca dış yüzeylerdeki onarım izleri de yapının bazı ufak değişiklikler geçirdiğini göstermektedir. Orijinal yapının kesme taşlardan özenle yapılmış olduğu, türbenin içine girilince daha belli olmaktadır.” Diyerek, gözlemlerini aktarır: “Dışarıya pencere açıklığı bulunmayan türbenin içi, tamamen kesme taşlardan yapılmıştır. Bu durum kubbede de kendini göstermektedir. Bu şekil bazı Diyarbakır türbelerinde sık tekrarlanan bir durumdur. Kubbeye (geçiş tromplarla sağlanmış bu trompların bazıları mukarnaslarla bezenmiştir. Düz duvar yüzeylerine, iki yerde niş yerleştirilmiştir. Bunlardan kuzey – batı köşesindeki, yere kadar inmektedir. Türbenin iç görünüşü, yapının özenle ele alındığını göstermektedir. Bu durum, belki dışarıda da tekrarlanmıştı. Fakat geçirdiği onarımlar, bu izleri silmiş bulunmaktadır. Ayrıca türbenin içinde bu gün sanduka izine rastlanmayışı ilginçtir. Çünkü Şeyh Şüca veya Şeyh Çoban, halk arasında ünlü bir kişiydi. Belki türbede eskiden sanduka bulunmaktaydı, zamanla kayboldu. Bu durumu açıklayıcı belgelerden yoksunuz.”
1970 Yılında hazırlanan Diyarbakır’da Türk Mimarisi adlı eserinde bu görüşleri ortaya koymuştur. Kimi türbelerde sandukanın bulunmayışına Lala Beg Türbesi’nde de karşılaşıyoruz. Aynı şekilde Eğil’deki çift kümbette de türbeler bulunmamaktadır. Fakat, büyük ihtimalle mezarlar, kümbet altında zaman içinde düzleşmiş ve sandukaları kaldırılmıştır. Eğil’deki çift kümbetten birinde kümbetin kaçak kazısına tanıklık ettik. 2004 Senesinde uğradığımız Kalkan Köyü’nde kaçak kazı yapılan kümbetin altında mezar için bir bölümün taşlarla oluşturulduğu izlenimini veren yapının olduğunu gördük. Muhtemelen Lala Beğ ve Sultan Şüc’a Türbesi de aynı biçimdedir. Kimi kaynaklarda mumyalık olarak tarif edilen bölümün olup olmadığını bilmekten uzağız. Ki mumyalama işleminin o dönemde Diyarbekir’de olduğuna da ihtimal veremiyoruz.
Karacadağ Dergisi’nde konuyu irdeleyen Süleyman Savcı, “Kapıların şimaline düşen ve Polis karakolu bitişiğinde bulunan çeşme cephesindeki kitabe, tarihi kıymeti haiz, çok mühim bir vesikadır. Kitabede şu kelime ve rakamlar yazılıdır:
el-Fatiha el-sultan el-Şucâ sene hamset ve sittemiye(605)
Bu çeşmenin az şimalinde bulunan türbe ise, salnamelerde , halk arasında (Sultan Şuca) adiyle anılmaktadır. “
Savcı, türbe hakkında araştırmalarda bulunmuş, kendi kanaatine göre Sultan Şüc’a’nın Melik Şah ahfadından olduğudur:
“Diyarbakır’ı alakadar eden tarih kitaplarında (Sultan Şüca) hakkında kayd değer tesadüf edilmiyorsa da Ulu Camideki (garp maksuresi)nin alt kısmında (Melek Şah)’ın oğlu olan Sultan (Mehmed)’e ait bir kitabede (Ebu Şuca Mehmed) kelimesinin yazılışına göre bu zatın (Melek Şah) ahfadından olduğuna artık şüphe kalmıyor demektir. Bu adı taşıyan kitabenin tarihi ise (h.511)’dir.
511 ile 605 seneleri arasında yaşamış olan Sultan Şuca’nın İnal Nisan Oğulları zamanında Diyarbakır’da bulunup mevki-i hükümdariyi işgal etmiş olduğu anlaşılıyor.”
Şevket Beysanoğlu, yukarıda verilen bilgiye karşılık, “Süleyman Savcı’nın bu görüşü, diğer tarihî belgelerle teyid edilmiş değildir. Sultan Şuca’nın kimliği henüz gün ışığına çıkarılmamıştır.” der, bir çalışmasında. (10)
Diyarbakır’da 1518 Tarihli Osmanlı Evkaf Tahrir Defteri’nde Mesudiye ve Ziyâiyye Medresesi beraberinde Şucaiyye Medresesi geçer. (11) Sucaiyye Medresesi, kimi kaynaklarda Sucaeddin Medresesi olarak da geçer. “Diyarbakır Medreseleri ve Osmanlı Eğitim Sistemi İçerisindek Yerleri” başlıklı bildirisinde Prof. Dr.Abdurrahman Acar, bu medrese hakkında şu bilgileri verir:”Mardin Kapısı’na yakın ve Deliller Hanı’nın karşısında bulunuyordu. Bir yapılar toluluğu (külliye) bünyesinde bulunan bu medresenin Artuklular devrinde inşa edildiğine dair görüşler bulunmaktadır. Abdulgani (Fahri) Bulduk, aynı mevkiîde yer alan çeşmenin 605/1208-9 tarihli kitâbesine dayanarak Şucâiyye medrese, türbe ve çeşmesinin, Ulu Cami’nin 511/117-18 tarihli kitâbesinde adı geçen Melikşah’ın oğlu Sultan Ebu Şuca Muhammed Tapar (Ö.1118) ‘ın oğlu Şucâ’a ait olabileceğini söylemektedir. Ancak biz Şucâiyye’nin, adı Mesudiye Medresesi’nin 620/1223 tarihli bir onarım kitâbesinde yapının planını çizen üstad olarak geçen ve yine Melik Salih Necmeddin zamanında Dağ Kapı’da tamir edilen iki burcun 634/1236-37 tarihli kitâbelerinde bunların planlarını çizen kişi olarak gösterilen Halepli Şucaeddin Cafer b. Mahmud ile irtibatlı olabileceğini tahmin etmekteyiz. 1518 tarihli Evkaf Tahrir Defteri’nde Şucaiyye Medresesi Vâkıfı’nın isminin Cafer olarak kayıtlı olması da bunun bir delili olarak kabul edilmelidir.” der.(12)
Vakfın günlük gelirinin 23 akçe olduğu,1518 Tarihli Evkaf Tahrir Defteri’nde yer almaktadır. Medrese’nin muhtemelen yol genişletme çalışmaları esnasında yıktırılması söz konusudur. Çeşmenin de yerinden alınarak, bu günkü yere nakledildiği bilinmektedir. (13)
Salname-i Diyarbekir’in 1316/1801-1802 tarihli 15. Sayısında “Sultan Şuc’â, Sahabe-i Kirâmdan Sultan Şecaaddin Hazretleri” olarak geçer ve varidat-ı seneviyesi 2400, Türbe ve Merâkıd-i Şerifeleri Mevkiî, “Diyarbekir’de Hazret-i Ömer Cami-i Şerif civarında bulunmaktadır.” şeklinde tarif edilerek, “ Türbe-i Şerifesi ma’mur. İki değirmen mevkûftur.” şeklinde bir açıklamayla geliratının kaynağı belirtilmiştir. (14)
Şeyh Çoban Türbesi, Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun “Sultan Şüca Türbesi” ismiyle 19.Ocak.1980 tarih ve A/2082 sayılı kararla tescili yapılmış olup, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün veritabanında 21.00.01/106 numaralı envanter sayısıyla “Türkiye Kültür Mirasları” arasında kaydı yapılmıştır.(15)
Konuyla ilgili derlemede bulunan Prof. Dr. Kenan Haspolat, Sultan Şuc’â hakkında öne sürülen iddiaları bir araya getirmiştir ve karşılaştırmalarda bulunmuştur.(16) Yine aynı sitede yazar, Sultan Suc’â’nın yanı başında(çevrede) iki sahabî mezarından bahsederek, çevrede bunu söyleyenlerin tanıklıklarına başvurur. Osmanlı Sal-nâmeleri’nde yer alan bilgiyi kabul ettiğimizde Diyarbakır’daki bilinen sahabî sayısında elbette bir artış daha olur.
Niçin Şeyh Çoban Deniliyor?
Acaba, Sultan Suc’â’ya halkın “Şeyh Çoban” demesi, Zatın ehl-i tasavvuf olması sebebiyle midir? “Şeyh” denilmesi, ilk etapta bu hususu akla getirir. Yine de temkinli olmada fayda vardır. Şayet bu Zat, “Şeyh” ünvanını taşısaydı, mutlaka kaynaklarda bağlı bulunduğu tarikat söz konusu olurdu. Şayet Sücaiyye Medresesi, kendisi tarafından kurulmuş ise ya da kendisi bu medresede ders vermiş, müderrislik yapmış ise “Şeyh” olarak anılması, kendisinin ilim ehli olduğunu gösteriri. Medresenin yıkılmış olması, çeşmenin yerinin değiştirilmesi, muhtemelen 20. yüzyılın ilk çeyreğinde olmuştur. Muallak Minarenin de yıkılması, Enver Paşa’nın Diyarbakır’a otomobiliyle gelmesine bağlanır.(17) Muallak Minarenin bilinen iki karesi vardır . Maalesef korunmamış olan bu deha ürünü yapı gibi Kara Camiî olmak üzere bir çok eser yıktırılmıştır, surlarla burçlarla beraber.( 18) Çünkü bu dönemde Sultan Sa’s’a Kabri ve Mescidi yıktırılıyor, yol genişletme amaçlı(!) çalışmalar öne sürülüyordu.(19)
Sonuç:Şeyh Çoban hakkında genel kaynaklarda yer alan bilgiler, zaman içinde değişecek mi? Bunu şimdilik bilmekten uzağız. Fakat, genelde anlatılanlar, kaynaklarda yer alan bilgiler bu şekildedir. İleride ulaşabildiğimiz bilgiler olursa, elbette bu araştırmamıza yansıtılacaktır.
Dipnotlar:
1-Yapı, klasik Selçuklu tarzında bir mimariye sahiptir. -
2-Bu türbeye “Şeyh Çoban”denilmesinin başlıca sebebi, halkın Sultan Suc’a ismini tellafuzdaki zorluğundandır.
3-Genelde Çobanlık, peygamberiî bir meslek olarak bilinir. Ehlî tasavvuf, tefekkür ve yalnız kalmak, nefsin terbiyesi için çobanlık yapmıştır. Kulp ilçesinde gazal (ceylan) besleyen, hayvanlarla haşır neşir olan bir zat, “İmamı Gazal” olarak anılır. Kimi kaynaklarda bu İmam-ı Gazalî olarak yanlış geçmiştir. İhya-ı Ulumu’d-din Sahibi İmam Gazalî’nin Kulp ile bir ilişkisi yoktur.
4-Misalen Çınar’da Altunakar Köyü’ndeki Şeyh Kasım Türbesi, “Kubb” olarak isimlendirilir. Bu isim, türbenin üzerindeki kubbeli yapıdan mıdır yoksa Kabe’den mülhem olarak mı kullanılır? Bu bilinmez. Hani’de, Hazro’da türbelere saygı, diğer ilçelerimizden daha fazladır. Şeyh Hasan” Ezrakî Türbesi, Diyarbakır’da ziyaret edilen türbelerden biridir. Yine Hani’deki Şeyh Bedreddin Türbesi, bunlardan biridir.
5- Meşhed Camiî, halk arasında “Hz. Süleyman” olarak bilinir. Kimi kaynaklarda Nasırriye ve Murtaza Paşa Camiî olarak geçer. Diyarbekir’in alınışı sırasında gizli su yolu geçidinden İç Kale’ye geçen sahabî’den 27 isim şehid düşmüş, bu isimler, sonradan yapılan mekânın alt katındadır. Mekân’da görülen sembolik mezar-sanduka’nın ön kısmındaki merdivenden alta inilir. Bu merdiven kapatılmış durumdadır. Gönül arzu eder ki meşhed ehli’nin bulunduğu ve toprakla (!) dolmuş denilen kısmı boşaltırılarak, herkesin bu kabirleri görmesi sağlanır. Dışarıdan yapılacak birkaç pencere ile aydınlatılan alan, ziyaretçiler tarafından görülsün. Maalesef, bu çalışma bu güne kadar yapılmamıştır.
6-Sultan Sa’sa’a’nın kabri daha önce Eski Belediye Binası ile Mescid arasında bulunmaktaydı. Bu konu hakkında yaptığımız çalışmaların bir bölümü Yeni Yurt Gazetesi2nde yayınlanmıştı. Aynı konuda Mevlüt Mergen imzalı bir makale de yayınlanmıştı. Araştırmamıza, www.bilinmeyendiyarbekir.com sitesinde yer alan Sultan Sa’sa’a bölümünden ulaşılabilir.
7-Şeyh Yusufî Hemedanî hakkında değişik rivayet mevcuttur. Adına inşâ elden Camiî-Mescid, Melik Ahmed Camiî yakınında, Yeni İlkokul(Tevfik Fikret İ. Ö. O) sırasındadır. Türbe, mekânın girişinde solda yer almaktadır. Malikî Ejder(Eşter)’in savaşta vucudundan kopan bir uzvunun (parmak?) defnedildiği söylenmektedir. Malikî Ejder'e Maraş'ta da türbe izafe edilmektedir. Malikî Ejder'in vefat ettiği yer bişlinmesine rağmen.Diyarbakır'daki mekân, Aşefçiler ‘dedir. Sarı Sadık Türbesi, Gülşenî Tekkesi’nin yanındadır. Tekke, yol genişletme amaçlı (!) çalışmalar bahane edilerek yıktırılmıştır. Urfa Kapı’dan aşağı inilirken sağdadır. Melik Ahmed Lisesi üstünde bulunan bu Türbe, kimilerince Sarı Saltuk’a nisbet edilmekteyse de bu türbenin Sarı Saltuk’a ait olduğuna dair rivayetler oldukça zayıftır.
8- Konu hakkında bilgi edinmek isteyenler, Şevket Beysanoğlu’nun sonradan kitaplaşan “Diyarbakır’da Meşhur Gömülü Adamlar” için 10 Numaralı dipnota bakınız.
(9)Kaynak: Dr. Adil TEKİN, Diyarbakır Anadolu Tarihinin Taşlara Yazıldığı Kent D. Ü. Basımevi İşletme Müd. Diyarbakır 1997 /Dr. Tekin’den aldığımız bilgiler, 1973 Diyarbakır İl Yıllığı’nda yer almaktadır: Sayfa: 357-358/ Süleyman Savcı Sultan Süca Türbesi ve Mardinkapı’daki İzler Karacadağ Dergisi Halk evi Yayın Organı Diyarbakır1943 Sayı:60-61 Sayfa: 748-750/Metin Sözen Diyarbakır’da Türk Mimarisi Sayfa:160-161/Orhan Cezmi Tuncer Diyarbakır Sultan Şücaeddin Türbesi Önasya Degisi sayı:76 Sayfa: 8-9
10-Şevket Beysanoğlu Diyarbakır’da Gömülü Meşhur Adamlar Ziya Gökalp Dergisi Cilt 7 Sayı:39 Temmuz Eylül 1985 Sayfa:85 (Bu araştırma, sonradan kitaplaşmıştır. M. Ali Abakay)
11-Alpay Bizbirlik “1518 Tarihi Diyarbekir Eyaleti Evkaf Tahrir Defteri Üzerine” 1. Bütün Yönleri İle Diyarbakır Sempozyumu Ankara 2000 Sayfa 49-102 Sayfa 51
12- agb. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Diyarbakır Cilt 1 Sayfa 133 TC Diyarbakır Valiliği Ankara 2008 Sayın Acar’ın Merhum Abdulgani Fahri Bulduk’a katılmaması, Vâkıf’ın kayda geçerken “Cafer “ ismini taşımasıdır. Bizce bu mekân, Merhum Savcı ile Merhum Bulduk’un ifade ettiği Melikşah’ın ahfadına aittir. Çünkü bu güne kadar kale-sur-burç mimarisinde çalışan hiçbir usta adına yapılmış bir kabir-türbe ya da vakıf söz konusu değildir. Ki Sayın Acar’ın belirttiği Şucaeddin Cafer bin Mahmud el-Halebî, Memleket olarak Halepli’dir. Devegeçidi/Cümek Köprüsü (Hicri 615/1218 kendisi tarafından Emir adına yaptırılmıştır. Sayın Acar’ın belirttiği kitabede sanatçı ifadesi “Mahmud el-Halebî ve zalike fi senet ‘işrine ve sittemae” şeklindedir. Melikşâh’ın vefatı 1091-1092 olduğuna göre çeşme kitabesindeki tarih, bu türbede medfun bulunan zatın Melikşah’ın ahfadından olması ağır basan bir görüştür. Bu görüş de Sal-nâme’de Sultan Suc’â’nın Sahabe-i Kirâm’dan gösterilmesi doğru ise yaygın olan kanaat yanlış olur. “Sultan” ünvanı, genelde Diyarbakır ve çevresinde sadece yöneticiye verilen paye değildir. Sahabî Sa’s’a’ya “bu ünvanın verilmesi valilik makamında olmaktan ziyade “Sahabî” oluşundan dolayıdır. Aynı biçimde tasavvuf ehline de “Sultan” ismi verilir: Sultan Şeyhmus /Şeyh Musa” el-Zillî. Sultan Şeyhmus, Şeyh Abdulkadir-i Geylanî ile aynı dönemde yaşamıştır. Kabri ve ahvadıyla beraber aynı ismi taşıyan Mazıdağı’na bağlı Sultanköy’dedir. Kız çocukları doğunca “Sultan”, erkek çocukları doğunca “Şeyhmus” ismini alması, Güneydoğu’da Sultan Şeyhmus sebebiyledir. Çocuğu olmayanların türbeye giderek, adak adar, dua eder. Çocukları olunca kız ise “Sultan”, erkek ise “Şeyhmus” ismini kor. Aynı durum Diyarbakır’da Hz. Süleyman’a ziyarete gelenlerde de görülür. Hz. Süleyman’da çocuk erkek doğarsa “Süleyman” ismi verilir. (Mehmet Ali Abakay)
13-Konu hakkında Dr. Abdüssettar Hayati Avşar, çeşmenin daha önce türbe yanında olduğunu, yol genişletme amaçlı çalışmalarda çeşmenin şimdiki alana nakledildiğini bir görüşmemizde belirtmiştir. Yol genişletme çalışmalarında çeşme yerinden kaldırıldığına göre medrese yıktırılmıştır. (Görüşme Tarihi 21/10/1993 Bağlar’daki Ev Görüşmesinde)
14-Diyarbakır Salnâmleri Cilt 4 XV Sayfa: 209 DBB Yayınları İstanbul 1999
15-Diyarbakır İl Müftülüğü Resmî Sitesi’nden alınan bilgi
16-www.bilinmeyendiyarbekir.com’da Sahabe Sultan Sücaeddin Türbesi bölümüne bakınız.
17-Dr. Abdüssettar Hayati Avşar ile bir görüşmemizden..
18-Konu hakkında Kara Amid Dergisi’nin yayınlanan 2. sayısında Mustafa Akif Tütenk’in el yazmasından aktarılan bilgilere bakınız.
19-Sultan Sa’sa’a hakkında yapmış olduğumuz araştırmanın bir bölümü için www.bilinmeyendiyarbekir.com’a bakınız.
Not : Türkiye Yazarlar Birliği’nden alıntılandı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.