ANADOLU ALEVİLERİ VE TAHTACILAR
Yusuf Ziya (Yörükan)
Bu makalenin konusu, Anadolu’da Tahtacı namını taşıyan Alevi zümrelerinin adetlerini, itikat ve ananelerini kendi aralarında görülen ve ocaklı namı taşıyan Tahtacı ileri gelenlerinden öğrenilen şekilde tesbit etmektir. Bu mevzu hakkında gözlemler yapmak ve Tahtacılarla ilişkiye girerek aralarında bulunan bilgileri toplamak için geçen tatil zamanında bunların bilhassa ocaklarının bulundukları köylere gittim.
Tahtacılar hakkında öteden beri, bunların kendilerinden olmayan yabancılarla asla temas etmedikleri ve zaruri olarak görüştükleri kimselerle de gayet yüzeysel görüştükleri söyleniyor ve bilhassa bunların adetlerine, ananelerine, ayin ve itikatlarına dair hiçbir ipucu vermedikleri söyleniyordu. Şu halde bunların arasına girip hususi surette manevi yönlerini araştırmak hakikaten zor idi. Bunun için Anadolu’da bulunan diğer Alevi zümreleri aralarında dolaşmak ve bunlarla temas çareleri hakkında edinebileceğimiz tecrübelerden istifa ederek Tahtacılar arasında başarılı olmağa çalışmak çaresine inanmam gerekirdi. Bu tarz hareketi tercih ettim. Bu suretle hem Anadolu’daki Alevi köylerinin gidişlerini ve düşünüşlerini öğrenmiş, hem de bunlar arasında Tahtacılar hakkındaki bilgileri toplayarak bir dereceye kadar hazırlanmış olacaktır.
Hakikaten olayların yardımıyla bu tarzda hareket çok faydalı neticeler verdi. Anadolu’nun geçirdiği acı felaketler ruhları birbirine yaklaştırmak hususunda derin etkiler yapmış, Alevi ve Sünni, bütün halk, düşman karşısında kendilerinin birliğini tamamen duymuşlar, şimdi birbirleriyle anlaşmak ve dertleşmek kabiliyetini gösteriyorlardı.
Aleviler, medrese, bab-ı fetva, hilafet gibi dini taassupların, anlaşma husulüne mani olan kuvvetlerin kaldırılmasından bir derece cesaret duymuşlar ve fakat kendi yollarında tarikat kokusu ve derneklerinde tekke şaibesi bulunduğu için tekkelerin kaldırılmasından da oldukça ürkmüş bulunuyorlardı.
Kısaca, inkılabımızın oluşturduğu bu gibi toplumsal ve ruhi tehevvüller, köylerde ve bilhassa Aleviler arasında gezmeğe ve maddeler toplamağa çok müsait zeminler hazırlamış ve eski güçlükleri kaldırmıştı.
Bundan başka bir takım güzel tesadüfler ve bazı kişilerin çabaları, Alevilerin ta harimine kadar sokulabilmekliğimi temin etti. Seyahatimin ilk aşamasında Çıbıkabat’tan o civardaki Alevilerin en büyük dedelerinin bulunduğu köye gidiyordum. Yolda bana arkadaş olarak verilen adamdan ufak tefek bilgi almak için bazı sorular soruyordum.
Canım, dedi. Neye uzun uzun konuşuyorsun! Açıkça söylesene, sen de Alevisin, ben de Aleviyim, serbestçe görüşelim.
Bu teklif karşısında bir an için kendimden geçtim.
-Peki ama sen benim Alevi olduğumu nereden biliyorsun?
-Biz insanı bir görüşte anlarız.
-Gerçi ben Aleviyim. Fakat burada kendimi gizledim, kimseye parola vermedim. Sen benden işaret almadan şimdi bana nasıl açılıyorsun?
-Biz emniyet ettiğimiz adamdan işaret istemeyiz. Bir nefes oku dedi ya bu işaret kafi.
Meğer kaza kaymakamı bunlardan bir ikisine benim Alevi olduğumu o kadar kuvvetli telkin etmiş ki şimdi ben arkadaşımdan, güya gidince nasıl niyaz etmeli, kendini tanıtmak için ne gibi işaretler vermeli, dostlar ile görüşürken nasıl hareket edilir, acaba buradaki Alevilerin adetleri ile benim bildiğim Alevilik adetleri arasında ne gibi farklar vardır, soruları ile bir müridin kolayca öğrenemediği bu lüzumlu şeyleri, daha yoldaki sohbetimiz arasında öğrendim.
Ertesi günü kaza merkezine avdet ettiğim zaman sanki telsiz ile haber almışlar, bazı Alevi köylerinden beni misafir götürmek için özel olarak adamlar geldiğine şahit oldum.
Bundan sonra artık gidilecek köye Alevi dedesi sıfatıyla girebilmek imkanını anlamak ve dede geldi diye benim için kurban kesilirse bunu tabi görmek kolaylaşmıştır zannederim.
Bu başlangıç ile başlayan seyahatim sonuna kadar böyle devam etti. Burada arz ettiğim tarzda Bala’da, Arabören’de, Narlıdere’de birçok kişi tarafından da yardımlar gördüm. Yardım eden kişiler ve buna dair olayların her birini yazmağa imkan yoktur. Çünkü temas ettiğim birçok memurlar ve öğretmenler bu hususta alaka gösterdiler ve yardımlarda bulundular. Bütün bunlarda Anadolu’yu öğrenmek aşkının heyecanını gördüm. Kendilerine bu sayfaların köşelerinden selamlar gönderirim.
İşte bu amaç uğrunda Çıbıkabat ve Şeamözi* kazaları sınırını oluşturan yaylalarda Türkmenlerden Kargın aşiretinin oluşturduğu Alevi köylerinden başlayarak Bala kazası ile Haymana ovası arasında Ebu Han sırtlarında oturan Abdal köyle dini ve Eskişehir ovasında Kekil ve Harmandalı boylarının oturduğu köylerle Seyitgazi’den Afyonkarahisar’ına doğru büyük yaylada Bulgarya’dan göç etmiş Alevi muhacirlerini gezdim. Bunlarla temas ettikten sonra İzmir tarafına, Tahtacı merkezlerine gittim.
Bu makalede Tahtacıların adetlerini, ananeleri ve manevi varlıklarını teşkil eden itikat, ayin gibi dini gerçekleri anlatacağım için şu gezdiğim yerlerde ayine ve itikatlara ait tesbit ettiklerimi maksada girmeden evvel faydalı olacağını zannediyorum. Esasen seyahatte bu yol takip edilmiş olduğundan görülen şeyleri olduğu gibi ve sırasıyla yazmak için bu tarzı arzulamak mecburiyetindeyim.
Bu sebeple makalenin birinci kısmı, seyahatimin ilk devresi olan Çıbık taraflarında toplanan bilgiye ayrılacaktır.
Bu yazılarda zaruret hissetmedikçe fikir veya mütalaa beyan edecek değilim. Gördüklerimi ve ocaklardan öğrendiklerimi yazmakla ve nihayet bunların bende oluşturdukları kanaati göstermekle yetineceğim.
Anadolu’da, Çıbık taraflarında, Abdal köylerinde ve Eskişehir civarlarında görülen Alevilik Anadolu’nun ekser yerlerinde olduğu gibi “Çelebi Kolu” Aleviliğidir.
Bunların merkezi, Hacıbektaş’ta oturan çelebidir. Çelebiden sonra ikinci derece merkezler gelir ki bunlar çelebilerle muhabereyi idare ederler. Bunlardan birisi Eskişehir civarındadır ve buna üçüncü derece merkezler tabidir. Üçüncü derece merkezleri Keskin’de Hisdede köyündedir. Çıbıktaki kargın köyünde bulunan ve o civarın en meşhur ockalısı olan dede Keskine bağlıdır. Ankara şehri içinde eski kalenin civarında ve içinde bulunan Aleviler kargın dedesine Çıbık taraflarında bulunan Sela köyü ocaklısı gibi dedelerde keza Kargınıye tabidirler. Dedelerin genellikle bilgisi ağızdan ve ataların ağzından gördükleri ve belledikleri şeylerdir. Bunlar içinden okur yazar takımı da vardır. Dedesi okumak bilmese bile herhalde ona tabi köyler içinde birkaç kişi okur yazar bulunur. Bu okuyucular dernek gecelerinde ve matem günlerinde ekseriyetle “Kumru ve Faziletname” denilen Türkçe manzum kitapları ve “Sakiname” gibi manzumeleri okudukları için umumiyetle dedelerin bilgileri bu kitaplardan ve saki namelerden alınmıştır.
Bu kitaplardan başka “Devazda imam” dedikleri imamların mersiye ve medhiyesine dair manzumeleri, gülbankleri ve miraciyeleri ihtiva eden imamların menkıbelerinden bahseden mecmuaları vardır ki bunları çok gizli tutarlar. Bir de özel olarak nefes, deyiş, destan yazılmış olan defterler vardır. Aleviler bunları okurlar ve anlarlar, itikatlarını ve ananelerini bunlardan çıkarır veya bunlara dayandırılır.
Dernek gecelerinde veya sohbetlerinde nefesler umumiyetle saz ile okunur. Saz bulunmayan yerlerde bağlama saz vazifesini görür Bazı yerlerde mesela Abdallarda keman da vardır. Gerek sohbetleri ve gerek dernekleri çalgısız ve rakısız olamaz. İçkilerden özellikle rakı tercih olunur ve bu adetlerinin temelidir. Ayin esnasında rakı, kevser suyu vazifesi görür. Bununla birlikte bugün eğer dedeleri istisna ederseniz Aleviler, o derece rakıya düşkün değildirler. Yanlız dedeler her akşam bu dini vazifeyi sızıncaya kadar ifa ederler.
Kargın’a gittiğim zaman guruba daha bir saat vardı. Seksen yaşında dede, sızmış denecek bir halde selamlığa getirildi.
Yolda öğrendiklerimizi şimdi burada tatbik ettik. Diz çökerek sağ elimizi dedenin sol dizi üzerine koyduk ve elimizin üstünü öptük. Dede niyazın diğer şekli olan omuz öpme suretiyle karşılık verdi ve demin varmı evlat diye söze başladı Kendisi ile üç saat yalnız kaldık. Görüşmemiz pek neşeli geçti. Dede hiçbir noktada, bilgi vermekten çekinmiyordu. Ara sıra kendinin müritlerinden birkaç yıl önce ölen Sadık Ağa isminde bir aşığın nefeslerini ezberden okuyor ve bunları yazdığımdan dolayı memnun oluyordu. Sonra yine Sadık Ağanın Alevi itikatları hakkındaki bir deyişini okumaya başladı. Bu deyişte:
Binbir ismin vardır ki, bir ismin hudur
Kamillerin ezber, dediği budur
Münkirlere şektir ismi Dehla
Ta evvelden Elya diyenlerdeniz
dörtlüğüne gelince, “anladın mı evlat,” dedi ve açıkladı: “Tevrat’ta Yirye, İncil’de Elya ve Kuran’da Ali hepsi aynı. Bu dörtlük ona işarettir. Bu deyişin sonu da şöyledir;
Sadık derki levhde yazılmış böyle
Bunda dört kitabın harfini söyle
Gafil olma münkir gel iman eyle
Lafeti şehrini görenlerdeniz.
Bundan sonra Kul Hıkmet’in:
Dört kitap indi dördüna düştü
Kuran Muhammet’in virdine düştü
Kul Himmet Alinin derdine düştü
Allah bir Muhammet Ali diğerek
dörtlüğü ile sona eren devazda imamı okudu ve bana aşıkların pirlerini sordu. Bunlar yedi aşık imiş: Kul Himmet, Hüdayi Sultan, Pir Sultan, Şah Hatayi, Can Hatayi, Kız Oğlu Sultan, Nesimi Sultan.
Yolu, erkanı öğrenmek için İmam Caferi’nin Menakabını, Şeyh Safi’nin kitabını tavsiye etti. “Bu kitap, Acemlerin kütüphanesinde bulunur” dedi. Sohbet arasında şeriatta İmam-ı Azam mezhebinden tarikata Caferi mezhebinden olduklarını, kitabın sözü de bu, menakıbın sözü de bu, sözüyle tekrarlanıyordu. Şah Hatayi’nin niçin “Hatayi” mahlasını aldığını açıkladı. Birgün Şah İsmail Yezid’in oğlu Semmez’in (Halid olacak) torbasına ayağı ile vurmuş, gaipten “hata yaptın” diye bir ses gelmiş, o zaman Şah İsmail bu “devazda imam”ı yazmış.
Yarab hata ettim Hüda için bağışla
Muhammet Mustafa için bağışla
Asıl sofu Cüneyddin pir Haydar oğlu
Aliyyel Mürteza için bağışla
Alinin düldülü, Kamber’i bile
Zülfikar için bağışla
Huticetül ekberi, Fatma ül Zehra
Sülale-i al aba için bağışla
İmam Hüseyin aşkıyla meydana geldim
Hüseyin Kerbela için bağışla
Zeynel, Bakır, Cafer, Musa, Kâzım
Şah İmam Rıza için bağışla.
Naki, Naki Hasan, Ali Askeri
Mehdi-i sahib-i zaman için bağışla!
Bilirim günahım hadden aşıktır.
Eşiğinde geda için bağışla
Tamam oldu oniki imam nur oldu
“Şah Hatayi” hata için bağışla
Bundan dolayı ismi Hatayi kalmış. Şah İsmail’in ilk söylediği devazda imam bu imiş. Bundan sonra kabahatinden dolayı binbir devazda imam söylemiş.
Kargın dedesi en çok, kendisini hastaları okuyup iyileştirdiğinden bahsetmek istiyordu. Bunlara dair birçok menakıp anlattı. Bir zaman Ankara valileri bile hastalarını okutmak için kendisini davet ederler ve kendisine fevkalade ikramlarda bulunurmuşlar.
Nihayet sohbetimiz ayin konusuna geldi. Meğer ayin ile mirac arasında çok sıkı bir ilişki varmış. Bana “Miracı bilir misin?” diye sordu. Bir zaman Yanya‘da muhasere’de kalmış ve üç ay kadar bir Bektaşi babası ile bir odada oturmuştuk. Baba beni bektaşi yapmak istediği için birçok şeyleri heves ve itina ile bana anlatıyordu. Ondan öğrendiğime göre, Alevilere göre miraç, Hz. Muhammet’in üç defa Ali’nin kapısına gitmesi ve ikisinde “Kim o” sorusuna karşı “Muhammet Resullullah“, cevabını verdiği için içeriye alınmayıp üçüncüde “Muhammet bin Abdullah el Fakürül muhtaç“ demiş olduğundan Ali’nin huzuruna kabul edilmesi ve o gece Muhammet’in bütün esrarı öğrenmesi durumundan ibaretti. Bunu anlattım. Bereket versin dede dayanamadı ve coştu: Cebrail Muhammet’e geldi “Hak seni miraca davet ediyor: bir rehber tutasın!” dedi. Muhammet, rehberi ile birlikte dergaha gitti: kapıda bir aslanın yatmakta olduğunu gördü, korktu ve haykırdı. Bunun üzerine Hakk’tan bir nida geldi, “Aslan senden bir nişan ister, yüzüğünü ver!” Muhammet yüzüğünü aslanın ağzına attı ve yoluna devam etti. ”Eğer emmim oğlu Ali burada olsaydı şimdi bu aslanın hakkından gelirdi.” diyordu. Nihayet hakkın huzuruna vardı. Hak kendisine gözüktü. Muhammet hakk’ın yüzünü gördü ve Hakk ile doksan bin sır söyleşti ve hemen secdeye kapandı, ümmetini diledi. Hakk, ”kalk Habibim mümin kulları yarlıgadım ve ona bir salkım üzüm vererek, “Al habibim bunu Hasan Hüseyin’e götür,” dedi. Salman-ı Farsi, orada hazırdı Muhammet’e verilen üzümden Allah için bir parça istedi. Bunun üzerine Muhammet, Salman’a bir üzüm verdi ve yürüdü. Muhammet’ in yolu kırklara uğradı bunları görünce kim olduklarını sordu. “Biz kırklarız”, dediler, halbuki otuz dokuz kişi idiler, bunu Muhammet kendilerine söyledi. Fakat o sırada Salman geldi ve kırklar tamam oldu. Salman geldiği zaman kudretten bir el Salman’ın elindeki üzümü sıktı, kırklardan biri üzümün suyunu içti ve hepsi birden sarhoş oldular. Ve uryan olarak semaya kalktılar, Muhammet ve kırklar bile kalktı. Ellerinde çalpana, dillerinde hu vardı. -Şah merdan hepsinden coşkundu ve kendisini meydana koydu ve mührü ağzından çıkardı, o sırada kırkların birine neşter uruldu, hepsinin kanı birden aktı. Muhammet bunları görünce Aliyi anladı, Hakka ve Hakikate erdi.
İşte muhabbetler böyle kadimdendir. Yol erkan daha burada, bu suretle kurulmuştur. Kargın dedesi, benimle ayin ve erkandan konuşmayı istemiyordu. Fakat sana rumuz ile anlattım, diyecek bir vaziyet oluyordu.
Hakikaten diğer Alevi köylerinde öğrendiğimize göre senede bir gece, zemherinin 18. gecesi yapılan toplantı, miracın temsilidir.Ayin bittikten sonra, derneğe katılanlar, birbirinin miracını kutlarlar. Ve “miracın kutlu olsun” diyerek birbirinden ayrılırlar. ve gerçekte dedenin bize bu anlattıklarını, ayin hakkında bildiklerimizle karşılaştırırsak hakikaten dedenin miraç hakkındaki anlattıklarının ayini açıklayıcı nitelikte olduğu görülür.
Ayine girmek ve Alevi olmak için bir rehbere ihtiyaç vardır, çünkü miraca çıkarken Muhammet bir rehber tuttu. Sahip ve musahip olmak, eş tutunmak lazımdır, çünkü Muhammet Ali ile musahiptir. Sahip ve musahip merasiminde pençelenme merasimi “pençe-i al aba” rumuzdur. Bir çarşaf altına sarmaştırıp yatırmaları, peygamberin bir aba altına Ali ve zevcesiyle girmesine işaret oluyor. Derneğe kapıdan girerek dara durmak aslan karşısında Muhammet’in durumunu temsil ediyor. Post, aslandan kinaye, miraçta üzüm, dernekte havuz-u kevser ve rakıya, Salman sakiye işarettir. Kırklardan birinin içmesi ile hepsinin sarhoş olması “lehmin lehmi “, cismin cismi sırrına işaret, ellerinde çalpana ve semai çalgı ve rakstır. Niyaz, namazın bedeli olması ve bazı yerlerde niyaza, görünme denilmesi dikkate alınırsa hakkın tecellisi ve Muhammet’in secdesi niyaz ile temsil olunur demek olur. Bunlar içinde dede, yalnız rehber, Cebrail’e, sahip ve müsahip Ali ile Muhammet’e, kırklar semai” lehmin lehmi” sırrına işaret olduğunu açıkladı. Diğerlerini onun ilham ettiği işaret etmek istediğini zannettiğim fikirler olarak yazıyorum.
Ancak, bugünden sonraki gittiğim yerlerdeki sohbetlerimizde miraç konusu bu dedenin tasvir ettiği şekilden farklı olarak anlatıldı. Bilhassa dikkat çekme olarak buralarda Hz. Muhammet, huzura çıktığı zaman Hakk ile perde arkasından konuşmuş ve perdenin kalkmasını istemesi üzerine perde kalkınca, perde arkasında Ali’yi görmüş olduğu söyleniyordu. Sonra dönüşünde Muhammet üçlere, kırklara uğrayarak geçmiş, fakat bunlar aynı şeylermiş. Bazen üçler suretinde görünen, bazen kırklar suretinde görünen Ali imiş. Bunların anlattıklarına göre Muhammet kırklara uğradığı zaman otuz sekiz kişi olarak gördü. İkisinin nerede olduğunu sordu, Kırklar cevap verdiler, “Biri Ali, biri Salman’dır”. Hakikaten elinde üzüm olarak Salman ve ağzında yüzük olarak Ali gelirler. Hz. Muhammet yüzüğü görünce aslanın kim olduğunu anlar, menkıbe bu suretle anlatılmıştı ki burada Ali hem aslan, hem Hak, hem Kırklar’dan gösterilmektedir.
Kargın dedesi oldukça mühim bir Alevi dedesidir. Yaşı seksen olduğu halde hafıza gücü yerinde ve hiç ayık gezmediği halde vücudu dayanıklıdır. Köylüler artık onun bunamağa başladığını, köye gelen rakıyı bitirmeden rahat edemediğini ve bu yüzden genellikle rahatsızlık geçirdiğini söylediler.
Dede bir zaman mahkeme azalığı etmiş ve memuriyetlerde bulunmuş. Bunun için gördüğüm Alevilerden daha çok görgülü ve bilgili bir dede idi. Bana gösterdiği muamele, bilgilerini göstermek için bir adam ararmış ta bana rastlamış hissini verdi. İhtimal içkinin vermiş olduğu baş ağrısının etkisiyle bu kadar açık ve serbest konuşuyordu. Bir aralık muhtar, yanına iki genç almış geldiler. Dede bunları görünce beni yalnız bırakmamak için bu kadar oturduğunu, akşamlığın etkisi ile diğer geceler daha karanlık olmadan uyuduğunu söyledi ve gitti. Meğer muhtarın getirdiği iki genç, civar köylerinden getirilmiş, halk şairleriymişler, bunlar ayinde zakirlik ederlermiş. Kendi söylediklerine göre bu gençler, o kadar çok nefes ezbere biliyorlarmış ki üç gün, üç gece söyleseler nefesler bitmezmiş. Doğrusu bunlardan bazı güzel nefesleri not aldım. Sonra bunlarla da miraç hakkında konuştuk, verdikleri bilgilerin hepsi dedenin söyledikleri şeylerdi. Fakat, bunlar bu bilgiyi bir “miraçname”‘den aldıklarını ima ettiler, derhal bunu yazdık. Bazı yerler eksik ve yanlış olmakla beraber önemli olduğu için yazıyorum:
Geldi Cebrail buyurdu Hakk Muhammet Mustafa
Seni miraca okudu davete kadar hoca
Ol emanet bu idi: Bir rehber tutasın!
Kadim erkana yatasın, Tarık-ı müstakime
Muhammet şöyle vardı, bu kadar bizden bir azim
Şimdi senden el tutayım, hak buyurdu vedduhi
İki gönül bir ettiler, yürüdüler dergaha.
Vardı dergah kapısına gördü bir aslan yatir
Haykırdı nebi, hamle kıldı başa koydu bir nida
Yine haktan bir nida geldi korkma habibim dedi
İstersen bir nişane Muhammet hatemin verdi
Aslan oldu yasaken yol verdiler Muhammet’e
Aslan gitti nihana vardı hakkı defaf (tavaf) etti.
Ne yavuz şir’in (aslan) varmış hayli cevr eyledi bize.
Gördü biçare dervişi, hemen yutmak diledi
Emmim oğlu Ali olsaydı dayanaydı o şire.
O senin şir-i devletin! sana tabidir habib!
Eşiğinde yaspan olmuş, kabeyi kıble nigaha
Doksanbin sır söyleşti, iki cihan dostu ile!
Tevhidi armağan verdi. yeryüzünde insana.
Eğildi secde eyledi “hoş kalk sultanım”, dedi
Muhammet ayağı kalktı, ümmeti diledi
“Mümin kulun yarlıgadığım”, dedi onda Kibriya
Secdeye koydu yüzün hakka teslim etti üzin
Hak verdi bir salkım üzüm al git Hasan Hüseyin’e
Salman, onda hazırdı şayellah diledi.
Muhammet bir üzüm koydu Salman’ın keşküllaha
Muhammet kalktı yürüdü, yol uğrattı kırklara
Vardı kırklar dergahına, sakin oldu oturdu
Cümlesi secde etti Hazreti Feyzullaha
Size kimler derler, dedi. Bize kırklar derler, dedi
Hani sizin bir taneni, Salman şeyenallahda,
Salman şeyenallahdan geldi, keşkülü meydana koydu
Kudretten bir el geldi, ezdi engür eyledi
İçinden biri nuş etti, cümlesi oldu sekran
Mümin müslim-i üryan, püryan hep kalktılar semaya
Muhammet’de bile kalktı kırklar ile semaya
Verildi düstüru, “kafi!”, dediler hüvellahuallah’a
Elleri çalpana çalar, dilleri lailahe illallah.
Muhabbetler kadim oldu yol erkan yolunu buldu.
Gönderdiler Muhammet’i hatırları oldu seva.
Ali geldi, tavaf etti, mührü ortaya koydu.
“Sen bir sırr-ı sırrülahsın”, dedi sıddık ya Ali
Evvelimsin, ahirimsin, zahirimsin, batınımsın.
Ben dahi sana bağlıyım imam Aliyyel Mürteza
“Şah Hatayi” m vakıf oldu bu sıırı söylemeğe
Hak sözüne inanmadı kalbi çürük evrahı.
Bir aralık sohbet arkadaşım, benim Aleviliğim hakkında benden açıklama istediler ve “henüz ayine girmedim, çocuk iken girdim. Fakat (yol arkadaşımdan öğrenmiştim) çocukları yarıda çıkarırlardı, sonra muhacir olduk, bir daha girmek nasip olmadı”, dedim. Halime çok acıdılar “vah, vah, vah demek ki daha içerisini bilmezsin!. Böyle bir eş tutsanız ne olur, kanımız sana çok kaynadı, damar kanı çeker”, diyorlardı.
Bu arkadaşlarımın ruhlarını Alevilik o kadar hareketle sarmıştı ki, halimden şüphe etmek asla akıllarına gelmedi. Sahip ve müsahip rehber usullerini tamamen anlattılar. Bu konular ileride tekrarlanacak ve bu kısmın sonunda genel olarak anlatılacaktır. Arkadaşlarım, “Erkan” denilen şeyin içeri girmeyenlere dost dahi olsa anlatmayacağını söylediler.
Ertesi günü bir heyet halinde kasabaya gidiyorduk, uzaktan bir kubbe göründü. Burası Hamdi Sultan’ın türbesi imiş. Hamdi Sultan, Kargın dedesinin büyük atası imiş. Eskiden bu aile Düdük köyünde oturuyorlarmış. Fakat Düdük köyü sünni olmuş. Şimdi orada yalnız türbe kalmış. Hamdi Sultan’ın babası “Kalender”, Sele köyünde yatır. Fakat hayattayken her ikisi karşıki tepede, Düdük Tepesinde oturuyorlardı.
Hacı Bektaş-i Veli, Malatya’dan Seyit Battal Gazi’nin ziyaretine giderken Düdük Tepesinde Kalenderi ziyaret etmiş. Kalender, pirinin geldiğini görünce “salakdaki “ kuzuların hepsini Pirin gelmesine kurban etmiş.
Akşam koyunlar gelince meleşiyor. Hacı Bektaş bunun sebebini soruyor ve kurban edilen koyunları tekrar salaktan çıkarıyor, Analarına gönderiyor. Bu sebeple düdük köyü tepesine kuzukıran tepesi denir. Halen kuzuların yattığı yerler bellidir. Hacı Bektaşi kütüğünde burası kuzu kıran dergahı diye okunur. Kalender Sultan Murat’ın alemdarıdır. Muharebe esnasında kendisinden su istemişler, eline bir sele geçmiş. Onunla su getirmiş. Bu sebeple mezarın bulunduğu köye Sele denilmiş.
Yol arkadaşlarım, bana o civarda görünen tepelerde birer “yatır” bulunduğunu ve bunlara ait menkıbeleri birer birer anlattılar. Bu kadar yatır (Evliya) bulunduğunu hiçbir yerde görmedim. Dur Hasan Baba, Türlü Baba, Kepçeli Baba, Sırıklı Baba, Üç baş, Yalın Gazi, Hüseyin Gazi, Yediler ve bunların her biri bir tepe tutmuş ve her tepe bu suretle yalnız maddeden değil manen de Alevileri ruhlarından cezbetmiştir. Bu bakımdan denebilir ki Aleviler yatırlar aracıyla vatandaşlarının taşını, toprağını kutsallaştırmışlardır.
Yolda Sele köyü hakkında edindiğim bilgi bende oraya gitmek arzusu uyandırmıştı. Çıbık’a geldiğim zaman Sele dedesinin oğlunun, beni misafir almak için geldiğini öğrendim. Biraz tereddütlü göründüm ve hatırlarından çıkamadım. Halbuki oraya gitmek (özellikle bu şekilde) benim için bulunmaz bir fırsattı. Hareket ettik. Şimdi bu genç ile dört saatlik yolu konuşa, konuşa gidiyoruz. Kasabadan çıkarken bir dükkanın kapısında bir adamın bize baktığını bana göstermişti ve bunu konu ederek anlatmaya başladı:
“Şu kapıda duran adamı gördünüz ya. Bu adam üç senedir bu yola girmek ister. Kendisi dosttur. Dışarıdan birisi, bizim yola girmek isterse onu üç sene deneriz, bakalım bizim yola dayanabilecek midir? Bizim yol çok incedir, herkesi almayız, bir yola girdin mi artık çıkmak yoktur. Ser vermek var, sır vermek yok. Üç seneden anladık ki bu adam sadıktır, Fakat henüz onu içeriye almadık.” –“Niçin?”- “Çünkü karısını daha yola getiremedi. Bilirsiniz ki bizim yola evli olmayanlar giremezler, evlenince de karısı ile girmesi lazımdır.”
-Tabi, bu adamın bir de musahibi olması gerekir. Kendisine musahip tutmuş mudur?
-Sahip ve müsahip, karı ile yola girecekleri zaman tutulur. Kadın olmazsa eş tutamazlar.
-Ya! Bizde daha küçük iken de sahip ve müsahip olurlar, evlenince de karılarıyla eş olurlar.
-Bizde öğle değil, sahip ve müsahip olmak için evli olmak şarttır, çünkü sahip ve musahip olmak için ayine girmek lazımdır.
-Gördün mü ya! Demek bizim taraflardaki yol adetleriyle buralardaki adetler arasında fark vardır, işte ben bunlara çok meraklıyım. Acaba bizdeki Alevilik adetleri ile sizdeki Alevilik usulleri arasında ne gibi farklar vardır. Bu meseleyi seninle yolda halledelim. Bir adam yola girmek için karar verecek; bunun sizde usulü nasıldır?
-Bizde bir adam eğer Alevi ailesine mensup ise onu denemeye lüzum yoktur. Ama Alevi ailesinden olmayıp ta demin söylediğim adam gibi dışarıdan girecekse onu üç sene denerler. Bu müddet bazen adamına göre azalır, bazen de çoğalır. Bu deneme müddetinde, bu adama bazı ağır tekliflerde bulunuruz, bakalım teslimiyet gösterecek mi diye. Deneme bittikten sonra, o adamın rehberi onu alır dedenin huzuruna çıkarır. Dede ona üç defa “biz seni bu yola almayız, bizim yolumuz incedir. Sen bu yükü kaldıramazsın! Gelme dönme, dönme! der. Talip her üç defasında “ben sadığım, ser veririm, sır vermem, beni irşat ediniz” der sonra dede ona yemin ettirir. “Eğer sözünden dönersen Alinin kılıcı başında olsun mu? On iki İmam azabı seni çarpsın mı? Bu ikrardan dönersen erenler huzurunda yüzün kara olsun mu; talip “olsun” cevabını verir ondan sonra da, “eline, diline, beline pek ol! On iki imamı hak bil; imanım, Allah Muhammet Ali, mezhebim Cafer-i sadık. Var rehberinden yol erkan öğren” der. Talip dedenin huzurundan çıkar.
-Dede hiçbir dua ya da gülbank okumaz mı?
-Okur ama ben o duaları bilirdim, unuttum. Şimdi bak ben sana hepsini anlatayım, sonra sen sizdekileri anlatırsın! Bu ikrar üç defa olur, yani üç sene tekrar edilir. Üçüncü defasında ikrar tamam icra edilir. Üçüncü ikrar. Ayin başlarken yapılır. Rehber ikrar vererek olan talipin boynuna bir yağlık parçası veya bir kuşak takar. O nu bir koyun gibi çekerek erenler meydanına getirir. Erenler hep postlarında dururlar. Rehber, “Ey ayn-i cem erenleri size bir kurban getirdim, kabul ediyor musunuz”der. Dede “bizim yolumuz incedir, gelme, gelme” der Ve bu üç defa tekrarlanır.
Üçüncü de, dede Talipin iki omuzu arasına alnını koyar, ”En yaba yevmin”duasını okur. Sonra talip kalkar, önce dedeye, sonra erenlere birer birer dua eder. Eğer sahip - müsahip töreni yapılacak ise bunun için gündüzden hazırlık yapılır. İhvana haber verilir, o gece hepsi toplanır, ayin başlar. Sahiplerin her birinin kurbanı, hepsinin bir kurbanı gelir, kurban ile beraber talip dara durur. Sonra kurban önce, kasaba sonra yüzücüye, bağırsakları ve kemikleri özel bir yere gömülür. Bunları yapanların her birinin vazifeleri vardır. Ayin gecesi herkes kendi işini, erkanını yapar. Bekçiler dışarıda çocukların içeri girmemesini ve dışarıdan yabancı gelmemesini sağlarlar İçeride meydancı, gözcü, zakirler, sakiler yerlerini alırlar. Meydana post kurulur, bu posta eşler yatırılır, üzerlerine bir çarşaf gerilir, dede bunları pençeler yani erkan değeneği ile üç defa “Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali” diyerek pençeler. Bu şekilde bu adamlar birbirleriyle kardeş olurlar.
Artık bunlar birbirlerinin evine gidip gece kalabilirler, istediği yemekleri sormadan alır, yer ve kendi evi gibi hareket ederler. Eğer müsahibi evde yok ise onun bacısı ile kalır, isterse orada yatar. Eğer eşinin bacısını çırılçıplak görürse katiyen yüreğini bozmayacaktır. Eşinin karısı ile bir yatakta yatsa kalbini pek tutacaktır. Sahip, müsahibini kendi karısı ile yatar görürse kalbine şüphe girmeyecektir. Kalbine şüphe girdimi, bitti. İşte bizim yolun inceliği buralardadır. Şimdi hükümet kadınlarla erkeklerin bir arada bulunmalarını ve ahlaklarını temizlemelerini sağlamaya çalışıyor. Bizde zaten bu vardır. Şimdi danslar moda oldu. Halbuki biz erkek kadın biliyorsun tabi, ayinde sema oyunu oynarız. Bizim yolumuzun güzelliği ve uygunluğu bununla da anlaşılıyor.
Bu sözü köye gittikten sonra yol arkadaşımın babası, asıl dede bir iki defa uygun zamanlarda tekrarladı.
Bu sıralarda artık köye yaklaşmıştık. Arkadaşım, etrafı dört duvar ile çevrilmiş bir yer gösterdi. Bu, Seyyid Siyami (Siyam-ı Fakih), köydeki büyük türbede yatmakta olan “Kalender”in babasıdır. Gerek Kalender gerek Seyyid Siyami’nin yattıkları yerler çok dilnişindir, iki tarafı çamlık ve ağaçlık olan sıra tepelerin arasında Çıbık suyu akıyor. Dere kenarı hep bahçeliktir. İkisinin de kabirleri, dere kenarından ağaçlıklar arasındadır. Yalnız Seyid’i Siyami’nin türbesi yoktur. Çünkü Horasan erenlerindendir. Horasan’dan gelen erenler, gayet gazaplı ve sıkıntılı oldukları için üzerlerinde kubbe tutmazlar. Bu köydeki ocaklılarda kendilerini Kalender nesline dayandırırlar. Halbuki bunlar “Türkmen değiliz” derler. Kargındaki dede ise halis Türkmen olduklarını söyledikleri halde kendi neslini Kalendere dayandırıyordu. Köye geç vakit girmiştik. Bir çok canlar geldi, görüştük. Dedeye haber verdiler, gelmedi. Zannediyorum, sızmış bir halde idi.
Bunlarda ateşin bir Alevilik ruhu var. Hep sohbetimiz, Aleviliğin güzellikleri hakkındaydı. Bunlar, bilmem neden hükümetin icraatından bahsetmeyi çok isterler ve daime hükümetin emirlerini alkışlarlardı. Alevilik aşkıyla büyükleri ziyaret amacıyla buralara kadar zahmet eden misafirlerini, bu aşkından, bu fedakarlığından dolayı tebrik ediyorlardı.
Ertesi gün erkenden dede geldi, ”Demin var mı oğul?” İnhisar İdaresi’nin bu günlerde Çıbık merkezine müskirat gönderememesine ve hiç kimsede rakı kalmamış olmasına rağmen dedenin çekmecesinden şişeler çıkmağa başladı. Dede, bizim sohbetimizden pek hoşlanmış, çay kenarına sessiz bir yere gitmemizi teklif etti. Midemin alışmadığı bu zehri hiç yüzümü ekşitmeden içmek mecburiyeti vardı. İlk kadehlerde dedenin oğlu sakilik ediyordu. Kadehi avuç içinde tutar ve iki el ile diz çökerek sunardı. Dede kadehleri tokuşturmağı da unutmadı. Aşkımıza, sohbetimize, erenlerin (bu sözlerden sonra dede birkaç cümle adeta dua okur gibi okudu. Çok dikkat ettiğim halde anlamaya muvafık olamadım) diyerek iki el ile kadehi yuvarladı. Ve boş kadehi bir el ile üstünü kapar gibi yapar gibi yaparak sakiye geri verdi. Saki yine diz üstü dedenin elini öper gibi eğildi. Kadehi aldıktan sonra tekrar dua etti. Dedeye “Aşk olsun” dedik, dede ilk kelimesi “aşkın” diye başlayan bir şeyler söyledi. Ve her defasında böyle söylediği halde yine anlamak nasip olmadı. Biz bu gibi yerlerde “Eyvallah” erenler kabul etsin, şeklinde genel cevap vermeyi usul olarak kabul etmiştik. Dede, bir aralık yalnız kalmamızı istedi, fakat bundan yalnız, sakilik ederek, kendimi zehri içmekten kurtarmış oldum. Esrar hakkında görüşemedik.
Dede, Kalender’in hayatından ve Seyyid Siyami den bahsetti. ”Bu türbeye deliler gelir ve iki üç gün kalır. ve ifakat bulur”, diyordu. Bunların isimler üzerinde misaller söyledi. Hacı Bektaşın hayatından bahsetti. Hacı Bektaş Seyyit Baddal Gazinin oğlu imiş. Hacı Bektaş yetmişbin erenlerle Horasan’dan gelmiş, kendisine dünya ve ahiret sultanlığı verilmiş. Fakat yalnız ahiret sultanlığını kabul etmiş. Her tarafa halifelerini göndermiş, Kalender de onun halifesiymiş.
Seyid Battal Gazinin adı Abdulvahab Gazidir. Babası Hüseyin Gazi, Ankara’da yatıyormuş. Enguri’nin adı memuriye-i selasedir ve 1984 mahallesi varmış. Halife Bağdat’ta oturuyormuş. Bunlar Malatya’dan göç etmişler. Köpekleri Abdüsselam dağında yatıyormuş. (Ayaş taraflarında). Seyyid Battal, Kalecik (Çıbık kazasına sınır olan kaza merkezi) kalesini fethettiği zaman oranın halkı ağaca taparlarmış. Ağaca aman demişler, ağacın adı aman ağacı kalmış. Halen orada “aman” ağacı isminde bir piknik yeri varmış.
Kendisinin yedi parça köyü varmış. Bu köyler Sele ocağına bağlı. Ayine kendisi başkanlık ediyor. Bunlardan bir zaman hak alırmış. Bir hakta Çelebi Efendimiz için alırmış fakat şimdi birkaç senedir ne ayin oluyor, ne de hak alıyor. Onun için kendisi bahçede bu ihtiyar halinde çalışıyormuş. Bizde kaç göç yoktur. Bir insanın iyiliği, kadınlarda beraber bulunup ta kalbini bozmaması ile belli olur. Kadınla ilişki kurmalı, fakat, önemli olan, kalbi bozmamalı. Kalbi bozdun mu suçlu oldun! Onun cezası var. Bu gibi cezaları dede kendisi verir.
Fakat kabahat büyük olursa mesela birisi karısını boşarsa bunun cezasını daha büyük dede, kargın dedesi verir. O luzüm görürse Çelebi’ye kadar gönderir. Çelebi ondan ceza nakdi alır ve kusurunu affeder. Bizim yolumuzda kadın terketme yoktur. İki kadın almak vardır ama onu da yapmayız. Karısını terkeden veya ona hıyanet eden kimseler ceza olarak meydana alınmaz.
Öğle yemeği zamanı gelmişti. Özel misafirlere kurban kesilmezse muhakkak bir horoz kesilir. Akşamda, öğlende bize birer horoz kesilmişti. Yemek yemede de bir takım merasim var, Şah Merdan, pirimiz, Hacı Bektaş kelimelerinin geçtiği bir dua ile yemek yenilir, yemeğin sonunda pirlerden, erenlerin ruhlarından bahsedilen dualar okunur.
Bundan sonra Kalender’in türbesini ziyaret ettik. Türbe taştan ve oldukça muazzam kubbesi ile eski bir tarihe ait olduğunu gösteriyordu. Türbenin hiçbir yerinde tarih yok. Köylüler arasında da buna dair bir anane mevcut değil. Bu köyün muahher zamanda oluştuğu ve türbenin çok eski olduğu anlaşılıyor. Türbenin duvarında kan pıhtıları görünüyor. Demek ki kurbanlar orada boğazlanıyormuş. Türbenin birinci kapısından içeri girdik. Burada geyik boynuzları ve boynuzlara bağlanmış bir çok bez parçaları görüldü. Köşede terste konmuş bir sütun başlığı duruyor. Üzerinde sekiz on küçük taş var bunlar da fal taşı imiş. Muradı olan bu taşları çift tek ayırır, arasına para karıştırır. Ve niyetine göre cevap alır. İkinci kapıdan girince türbe görülür. Burada da bir çok bez parçaları. Türbe örtüsü parçalanmış, niyet maksadıyla ondan parçalar koparıldığı anlaşılıyor. Türbenin bir tarafında zeminden altına doğru bir delik var. İçinde bez, pamuk, taş, toprak var. Bunlar eline ne gelirse niyet ve ilaç kabul edilecek şeyler. Türbe resmen kapalı olmakla beraber şamdanların hepsi içinde... Hükümetin dikkatini çekecek özellikte değil. Fakat Kalender’in asıl dikkati çeken yeri Damlalıtaş’taki çilehanesidir. Burası köye yarım saat uzakta. Damlalıtaş büyük bir kayadan su sızmasından dolayı bu adı almıştır.
Burada Hz. Ali’nin atının izi ve kılıcının işareti var. Karşı tepede yatan “Yatır” bir kızı takip edermiş. Kız bu taşın içine dalmış ve taş kızı içine aldığı için yatırın bedduasına uğramış, sonsuza dek gözünün yaşı dinmesin. Bundan dolayı damlalar devam ediyormuş.
Bu uçurum gibi kayanın üzerinde güçlükle gidilebilen bir yerde, çilehane, bir taş kovuğundan, küçük bir inden ibaret. İnin tavanı ortasına tel ile bir nal parçası bağlanmış. Gerek tel ve gerek nal parçasının etrafı bez parçaları ile dolu.
Dede ve akrabası herhalde daha bir kaç gece misafir olamaklığımı ısrarla istediler. İhtiyar bacılarda böyle ufak bir misafirlikten birşey anlamadıklarını söylediler. Bu tartışmalarla saatler geçti. Zaten midem büzülmüştü, bir gece daha kalırsam halim yaman olurdu. Bir aralık kadınlar arasında bir gürültü oldu, meğer bir yolcu oradan geçerken “bu köy Kızılbaş” köyü demiş, kadınlar Kızılbaş tabirinden çok kızıyorlar, maksatları belki bir fayda olur ümidiyle meseleyi bana işittirmekti.
Nihayet geç vakit Şabanözü kazasına bağlı bir köye gitmek üzere yola çıktık. Onbeş yaşında bir çocuk bana yol arkadaşı olması için verildi. Bütün bildiklerini tüm samimiyetle bana anlatan, bu Alevi çocuğu benim için bir şevkat kesilmişti. Hakikaten yolda biraz rahatsızlanmıştım fakat o benden daha çok acı çekiyordu.
Seyahatim sırasında dini bir heyecanın böyle ortaya çıkmasından daha çok beni düşündüren birşey olmadı. Ortak inançların bulunması veya öyle bilinmesi insanı en kuvvetli bağlardan daha çok birbirine çekiyor.
İşte bu manzara canlı bir suretle karşımda duruyordu. Bir zamanki Batıni fedailerini, haşşaşin müridlerini şimdi daha iyi anlıyordum. Anadolu’da Alevilik ruhunu tahrik eden asi mücedditlerin dayandıkları kuvveti, şimdi tamamen karşımda gördüm. Bu ruh geleceğin bir günü için korkunç bir heyula özelliğine sahip.
Hakikaten bundan sonra gittiğim üç dört köyün birinde, birisi ”Beyefendi biz, çok şükür, çok kalabalığız. Siz Dersim taraflarına, daha içerilere gittiniz mi, ora da hep bizdendir. Sen buralara bakma, buraları hiç” diyordu. Bu söz gereksiz yere söyleniyordu. Bunu gerektirecek herhangi bir sebep yoktu. “Eğer insanları bilinçten daha çok, bilinç altı kontrol eder” ifadesinde bir hakikat varsa bu durumun önemi belli olur.
Bu köylerde askerliğe karşı bir eğilim olmadığına şahit oldum. Bir zaman kapkaçlar varmış. Yoldan çocukları kapar kaçarlarmış ve asker ocağına verirlermiş. Bir daha da o çocuk evine geri dönmezmiş. Bu geleneğin korkusu hala ruhlarda mevcuttur. Bura köylüleri, Türkmen adetlerine çok bağlı. Emirler köyünün üç yüz seksen iki senelik Yeniköy’- ün doksan senelik olduğunu biliyorlar. Atalarının isimlerini sırasıyla bilenler de var. Çünkü ocaklılarda silsilename bulunuyor. Ve dedeler halkı kendine bağlamak için eski adetlerin korunmasını sağlamaya çalışıyorlar. Bunların bu köylerde oturmadan evvel nerelerde gezdiklerini ve mensup oldukları ecdad-ı yatırların tercüme-i halini bilenler de görülür.
Yeniköy’deki dede, Cibali çocuklarından imiş. Bunlardan biri, kırk kişi ile Rumeline geçerek Bolayır’da şehit düşmüş. Cibali ise İstanbul’da Haliçte gömülü imiş ve buna dair bir çok hikaye.
Bu köylerden Şabanözü’ne bağlı köye, orda bir takım halk şairleri olduğunu duyduğum için gitmiştim. Bunlarla görüştük; kendi söyledikleri nefesleri ve beğendikleri meşhur nefesleri okudular.
Bunlar içinde aşık Ali’nin bir nefesi, Şah Merdan Ali‘yi yüceltiyor. Bunu birçok yerleri yanlış ve manasız olmakla beraber örnek olması bakımından yazıyorum.
Nefes
Seraser, peyapey, sensin her rahmin damarı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Yoktur gayrın sen devasın iki cihanın şahı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Bir noktadan halk eyledin 18 bin alemi
Nihan kısmına hakda çaldın kalemi
Musa’ya turda bin bir kelamı
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Vema erresuluneke ala rahmeten lil alemin
Bu ayetin hürmetine halk ordu asman-ı zemin
“Ve hüvve ali küllü şeyin kadir”sin hemin
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ve hadde la şerike la elhamdülillah çok şükür
Kimi eyledin la-ihtiyaç, kimi eyledin fakir.
Evliyalar, enbiyalar daima bunu okur.
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ruzesi gün-i cihanım senden olur muayyen
Bin bir ismin zikrederler cümle can
Sekiz uçmak ziynetinde zikrederler hur-i gılman
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali
Ali der cürmümü af eyle Hakk-ı şehid-i Kerbela
Hanedan Mustafa’sın sensin cümleden ala
La ya’lemül gaybüllahi teala
Laftasın, noktadasın, hal-i etasın ya Ali.
Köyde Sivri Sadık isminde kısa bir süre önce ölen bir şair varmış. Bunun nefesleri ve manzum parçaları elden ele dolaşıyor.
Sen seni deneme eyli neylersin!
Eldeki kusuru neye gördün sen.
Şakır bülbüllerin firdevs bağında,
Vefası olmayan bir dikene kondun sen!
Mevt olamayınca ceset yunur mu,
Gizli sırrın her nadana denir mi?
Altın kerpiç taş duvara konur mu,
Niçin böyle çamur ile sürdün sen!
Ben arifim dersen şakır dilin yok,
Açılmış bahçesin gonca gülün yok,
Şeriatte, tarikatte yolun yok,
Niçin böyle marifeti derdin sen!
“Sivri Sadık” böyle gördü karayı,
Aşık olan maşukunu arayı,
Ne ile yapılır gönül sarayı?
Niçin böyle fehimsizsin kırdın sen!
Bu adamın çırakları arasında, okur yazar olmayan bu şairler ve zakirler arasında, manası anlaşılmayan Arapça cümlelerden oluşmuş nefesler okuma eğilimi çok:
Fienna nokta tül tehtül bae
Aba altında bir nokta al aba
Diğer:
Hakkında laftı dindi ise zahit
Lehmin lehmi demek ise şahit
Enna medine min nu Vahit
Ali Muhammet, Muhammet Ali
Diğer:
Hakkında laftı enna fetihna
Enna medine, Ali bu baha
Sure-i ümrani okur raveye
Koy tut, koy verme oniki darı
Buralardan topladığım nefesleri ve diğer manzumeleri bu makaleye almak konu dışındadır. Fakat bu taraftaki Alevilerin hayatını ve maneviyatını anlamak için bu konuda bir fikir vermeği gerekli görüyorum. Bunlardan aldığım manzumeler arasında Mir Ata’nın bir destanı vardır. Bu destanı Alevilerin hepsi ezbere biliyorlardı. Anlaşılması oldukça orta bir seviyeye açık olan bu destanı köylüler çok güzel anlıyorlar. Seviyelerinin derecesini ve bağlandıkları fikirleri göstermek itibarıyla önemli olan bu destanı da buraya alıyorum:
Guş eyle bendemi ey yar-ı dana!
Dana isen fehm et sırr-ı yezdanı.
Acep ne hikmetin elyiyor nema.
Nema etmek için zat-ı sühhanı.
Zatına tecelli kıldı ilah da,
Tecelli den bir nur eyledi peyda.
Fikret, nedir bir kez kudret-i Mevla!
Bırakmadı dilinden vird-i mesani.
Çünkü yaratıldı ol nur-u alem,
Andan zuhur oldu ervah-ı adem.
Ruh-i Mustafa’ya kıldı mükerrem.
O sebepten halk etli kevni, mekanı.
“Kün”dedi, var oldu bu kevn-i mekanı,
Melaik ile o kubbe-i asuman.
Evvela aydınlık oldu nümayan,
Kurdu bu eflaki, çarh-ı devranı.
Akla, fikre sığmaz hikmet-i settar.
Hak dostuna eyledi gururu ağyar,
Ol Halililullaha gülzar oldu nar.
Böyle oldu hakkın emri, fermanı.
Halk tecelli kıldı Tur’da Musa’ya,
Anda hayran kaldı sırr-ı maveraya,
Rab ereni, dedi durdu duaya.
Ol zaman işitti ol “len-i teranı”.
Ey peder zuhura geldi Mesih’a,
Nice muhazzat eyledi icra.
Erecekti onu kavm-i nisarı,
İnkar eylediler ruh-ı rahmanı.
Şeriat sancağın dikti ol resul.
Kuran’ı itti ona Huda’dan nüzul.
Onun gayretini edenler kabul.
Buldular cenneti, bağ-ı cenanı.
Şeriatın kurdu şah-ı enbiya.
Sevenler dost oldu sevmeyen ida.
Doğdu geldi hem Aliyyel Mürteza,
Tarikat bir cenne dikti nişanı.
Alinin sırrına akıllar ermez,
Aklı erenlerde beyana urmaz.
Cihan heder olsa kör olan görmez.
Aşk olsun görene kendi nihanı.
Fesada düştü bir ali melun.
Ahdı peygambere ederler mağbun .
Abdallar Cemoğlu Mülcem döktü hun.
Gör neye uğradı hakkın aslanı.
Namaz kılmak için mesaide vardı,
İbn-i Mülecem onun vakti arardı,
Namaz kılar iken ol Şahı urdu.
Bilmedi melun yediği nanı.
Şahın şehit olduğunu bildiler,
Ol vakit meluna haber saldılar,
İmam-ı Hasan’a zehir saldılar,
Soldurdular o gonce-i hanedanı.
Tenha kaldı ulu Hüseyin şehzade,
Yezidi dert alıp düştü fesada.
Leşker çekip kasdı Ali evladı.
Kurdular Kûfe’ye ulu divanı.
Mervan Kerbela’ya vardı oturdu.
Cenk ü cidal için ordusun kurdu.
İbadet ederdi, ezan okurdu.
İbadetsiz geçirmezdi zamanı.
Hüseyin bunları gördü “anda” heman,
Dedi: “Yarab bunlar nasıl müslüman?
Evlad-ı Resule oldular düşman”!
Kimse görmemiş böyle seyranı.
Hüseyin dedi “öldüm” ey Kavm-i Adv!
Verin yetimlere içsin birer su,
Ahirette yeriniz olmasın tamu,
Mekân etmeyin kendinize niranı.
Bu ise (sözden) hiç kimse olmadı memnun,
Kaldı teşdediller ciğer yangın-ı (pürhun)
Şahı şehit etti ol şebir, melun!
Deşt-i Kerbelaya akıttı kanı.
Oniki imamla ondört masumun.
Kanını akıttılar bunca mazlumun,
Hak belasın versin ol kavm-i şümun.
Ehl-i Beyte kıldı bunca ziyanı.
Nice kanlar içti hak-i Kerbela .
Kıyamet-i haşre dek kaldı macera.
Bu dua alemde söylenir hala,
Hakk-ı devir etsin bizden şerr-i Mervani.
Mir Ata böyle imiş bizlerde adet.
Peygamber dostuna ederiz rahmet.
Düşmana olsun sadhüzar-ı lanet.
Zira terk etmeyiz yolu, erkânı..
Bu köy halkı çok neşe ve zevk içindeydi. Çocuklar oynuyor, kızlar türkü söylüyor, kadınlar bir yamaçtan karşı yamaçtakiler ile görüşüyor, büyükler dem çekiyor, bütün köy çığlık içinde.
Burada başka bir köye giderken yine yanıma bir delikanlı verdiler. Esasen en büyük yararı yalnız kaldığımız bir arkadaştan görüyorum. Bunun içinde en iyi fırsat yol arkadaşlığı idi. Bu arkadaşlar, yolda benimle yalnız kalmaktan istifade ederek Alevilik hakkında bazı şeyler öğrenmek isterlerdi. Bende onlardan özellikle şu, mum söndürmek diye bilinen olayı öğrenmeye çalışırdım. Bunlar içinde bana hikaye anlatanlarda vardı; Mekke’de bir çocuk tas içinde yağ götürüyormuş, tası elinden düşürmüş ve tastaki yağ kumun içine karışmış. Çocuk ağlamaya başlamış ve karşısında Hz. Ali yi görmüş. Ali kumları sıkmış ve tası yağ ile doldurmuş, bunu anlatan, hikâyeden sonra, “Efendim” dedi, “Şah Merdan efendimiz buraya geldi mi?”
-Niçin soruyorsun?
-Ankara’da bir zaman gaddar bir kral varmış, bu kral bazı adamları ile Mekke’ye gitmiş. Orada Hasan Hüseyin efendimizi çocuk iken görmüşler, bu çocukların yüzlerindeki nuru görünce, iki cihan padişahlığının bunların olduğunu anlamışlar onları çalıp Ankara dolaylarındaki kalelerin bodrumundahapis etmişler. Hz. Ali efendimiz haber alınca gelmiş ve bir nara atmış, kaleler yıkılmış: bir nara atmış kral ve uyruğu yere serilmiş, bir nara atmış hapishane yıkılmış ve Hasan Hüseyin efendimizi kurtarmış. Şimdi burada Hz. Ali’nin atının izleri var.
-Peki ama Hz. Ali Mekke’den buraya ne kadar zaman içinde gelmiş?
-Bir anda.
-Şu halde kral nasıl ondan evvel gelmiş de çocukları hapis etmiş, demek ki bu hikaye düşüncesi olmayan insanları aldatmak içindir.
Ben de bunlardan dedelerinin hal ve hareketini ve onlara müritler tarafından nasıl hürmet edildiğini, onlardaki aile adetlerini, düğün ve bayramlar hakkındaki gelenek ve göreneklerini sorup öğrenmeye çalışırdım. Cem ayini hakkında genellikle bilgi vermekten çekinirlerdi. Bunları ben diğerlerinden öğrendiğim şekliyle anlattı ve yalnız arkadaşımdan onların düzeltilmesini beklerdim. Bunlardan birisi ile dedeliğin gereklerinden bahsettik.
-”Bizde“ dedim, Cem ayini sırasında hamile kalan kadından doğan çocuk dede olur, sizde dahi dedeler hep böyledir değil mi?
-Kadının cem ayini sırasında hamile kaldığını nasıl bilebilirsiniz?
-Şüphesi olan kadın bir müddet korunur ve çocuk doğduğu zaman dokuz ay on gün sayılır.
-Bizde böyle adet yoktur. dedeler hep ocak soyundan gelenlerdir, cevabını verdi.
Bir diğeri ile de şunları konuştuk:
-Bazı yerlerde cem ayini gecesi fener yanında horoz bulundururlar. Erkan başlarken bu horoz, Allah tarafından kanatlarını sallar ve mum söner. Sizde böyle değil mi? Ben bunu gözümle gördüm; dedim.
-Ben bunu görmedim ve işitmedim bizde böyle şeyler yoktur, cevabını verdi.
Diğer birisine bu suali şu surette vaz ettim: “Bizim bu Alevilik çok iyidir. Eskiden babamız erenlerin yolundan giderlermiş, şimdi yolumuz bozulmaya başladı. Eskiden erkân başlarken mum sönermiş, kadın – erkek, birbirine karışırmış, ama bu pirlerimizin yolu diye yapılırmış, şimdi bazı yerlerde mum sönmeden kadın – erkek karışmağa başlamış, bilmem sizin buralarda bu adet nasıl?”
Zavallı muhatabım kızardı ve hayret etti. “Ben bunu hiç görmedim”, dedi.
Burada okurlarımı temin ederim ki bu aldığım cevaplar gayet samimi idi. Çünkü muhataplarım bana o kadar güveniyorlardı ki benimle en gizli sırları görüşmekten çekinmemişlerdi ve kalplerinde bana derin muhabbetleri her hareketlerinden belli idi. Bu adamlar şu kaba sorularım üzerine de bana kızmadılar. Ve yine hürmette kusur etmediler. Bunların birisinden “bana kızdı, fakat hissiyatını gizliyor” diye şüphe etmiştim. Halbuki bu yol arkadaşı beni gideceğim köye ve dede evine, Alevilerin girdiği gibi kaç göç sormadan girdik. Erkekler evde bulunmadıkları için ihtiyar iki kadına benim Alevi dedesi olduğumu söyledi ve bana niyaz ederek ayrıldı.
Batınılerin eski tarihlerinde ve özellikle onların “kızıllar” kolunu oluşturan ve hicri ikinci asır sonlarına doğru Azerbaycan Türkleri arasında çıkan “Babeki” kısmında “mum söndürme” usulünün bulunması ve Anadolu Alevileri hakkında da halkın dilinde de bu gibi söylentilerin dolaşması, bizi çok şüphelendirmişti. Bu nedenle küstahça denilecek bir şekilde meseleyi kurcalamıştım.
İtiraf ederim ki yukarıda aldığımı belirttiğim bu cevaplar, benim bu konudaki şüphelerimi yok etmemişti, bilakis birincinin cevabını mahut usulü kabul ve dedeliğin bu suretle reddi mahiyetinde anlamıştım.
Bu sırada yine oralarda bir memura rastladım. Bu Alevi benim Alevi ocak zadelerinden olduğumu anlamış ve esasen köylülere müjdeleyen de bu adammış.
Bu adamla musahabelerimiz bir gün öğleden sonra akşama kadar devam etti. Aleviliğin meziyetlerinden, faydalarından, iyiliklerinden bol bol bahsetti. “Alevilik ham ruhları terbiye ediyor, en kaba insanları inceltiyor, kadınlara karşı hürmet telkin ediyor ve insanları birbirine bağlıyor. Bunları büyük bir itimat ve emniyet ile anlatıyordu. Alevi köyleri birbirinin aleyhlerinde bulunmazlar, aralarında bir olay olursa onu gizler, birbirinin sırrını saklarlar, aralarındaki ihtilafları dedenin kararına uyarak hemen hallederler. İçerler fakat sarhoş olmazlar, lutilik bilmezler kadınlar ve erkekler helalinden başkasına göz dikmezler, pek afiftirler ve hülasa, Aleviler namuslu, faziletli çalışkan, muti, sadık... elahir insanlardır,” diyordu.
Kendisi Anadolu’nun içlerinden imiş. Bir çok yerleri gezmiş, her yerdeki Alevileri bilirmiş. Burada (beraber bulunduğumuz yerlerde)ki Alevilerle daha içerilerdeki Aleviler arasında farklar bulunduğunu ve bu farkların genel hatlarını anlattı.
Kendi memleketi etrafındaki Aleviler, daha saf ve daha hakiki imiş. Buradakiler aralarında çıkan olaylardan dolayı hükümete başvururlarmış. Halbuki buna lüzum kalmamalı imiş. Oralarda sahip ve musahip ayininde eş olan erkekler birbirine sarılıp post altına yatırılır ve üzerlerine çarşaf örtülür. Bunların kadınları da biri diğerinin ayak ucunda olmak üzere çömelir üzerine örttükleri çarşafın uçlarını yalnız erkeklerin ayakları üzerine örterlermiş.
Buralarda ise kadınlar ayak ucunda ayakta dururlarmış. Buralarda bazı köylerde ayine kız ve oğlanlar ve genellikle evli olmayanlar asla alınmazlar, bazı köylerde ise alsalar bile erkan başlayacağı zaman hepsini dışarı çıkarırlarmış. (Filhakika öyledir) Fakat kendi taraflarında çocukları bile dışarı çıkarmazlarmış ve kapı dışında gözcüler yokmuş, yalnız içeride gözcüler varmış ki bunlar düzeni sağlarlar ve fazla sarhoş olanları sıkışıklıktan korurlarmış. Oralarda kadınlar, ayin esnasında içeride erkeklerden ayrı otururlarmış. Onların meclisi aynı meydanda fakat ayrıca kurulur ve bunlar kendi aralarında sema oynarlar, erkeklerde kendi aralarında oynarlarmış. Onların sakileri kendilerinden, erkeklerin sakileri de erkeklerden olurmuş. Buralarda ise bir erkek bir kadın karşılıklı sema oynarlarmış. Bu iyi bir şey değilmiş. Diğer bazı yerlerde ise Aleviler arasında bir takım farklar daha varmış. İkrar merasiminde talipi bir ip ile bağlarlar ve bu ip müridin yanında bağlılık alameti olarak, Bektaşilerdeki teslim taşı gibi, kalırmış. Bununla mürid, kendini gerekirse dostlarına tanıtırmış. Fakat bu adet buralarda değil, İzmir tarafındaki Alevilerde varmış.
Hakikaten Bayat Aşiretinin yaşadığı İzmir köyünde bu adeti araştırdım. Bu ip özel olarak Meşhed’ten, Meşhed Rıza Ocaklarından getiriliyor. Bunlara başka yerlerde rastlamadım. Arkadaşımızın verdiği bilgiye bakılırsa o taraflardaki Alevilik bazı mühim unsurlardan yoksunmuş ve şu halde artık bu Aleviliğin niçin sır olarak devam ettiğinin sorulması lazım gelirdi.
Bu noktayı da kendisi açıkladı. ”Bence Aleviliği gizli bir tarikat diye nitelemeye gerek yoktur. Bunun gizlenecek neresi var ki ?.. Geçen senelerde, İstanbul’da bu konu hakkında bir kongre yaptık. Kongrede birçok Alevi ileri gelenleri vardı. Aleviliğe yeni bir yön, yeni bir kisve vermeyi düşündük. Bir çokları bunu açığa vurmağı teklif etti. Fakat zamanı uygun bulmadık. İstanbul'da Alevilerin birkaç yerde dernek ve ayin yaptıkları merkezler vardır. Bunların en birincisi Unkapanı civarındadır. Sonra Kadırga’daki toplanma yerini anlattı, Taksim’de, Ayazpaşa’da merkezleri bulunduğunu, bazen Haydarpaşa’da da toplandıklarını ekledi ve bunlar için birçok adresler verdi. Adresler içinde yüksek memurlar, odacı başı, kapıcı gibileri vardı. Bunlarla görüşmemi ve toplantılara gitmemi tavsiye etti. Nihayet beni akşam yemeğine götürdü. Zaten daima sarhoş olan, konuşurken uzun bıyıklarının altında ağzı ve parmakları titrer bir halde olmasına rağmen odasında bir şişe daha açtı, pir aşkına kabul etmemi rica etti.
Her yerde Alevilerin sakal ve bıyıkları birbirine karışıktır. Rakı içilirken genellikle bıyık süzgecinden geçer. Arkadaşım bıyığını sakalına, sakalını dolusuna karıştırarak özel merasimi ve adetleri ile şişeyi bitirdi, kahvehaneye çıktık. Bir saat sonra hareket etmek üzere bir otomobil bulmuştum. Artık ne olursa olsun bir saat sonra ayrılacağım için bana gücenmesini arzu etmemekle beraber herhalde kafamı kurcalayan soruyu kendisine sormağa karar verdim.
-Azizim dedim, seninle çok samimi sohbetler ettik. Bunların neşesini sen de nefsinde hissediyorsun! Mezhebimizin esaslarını bilen bir arkadaşla muhabbet, benim için büyük bir nimet oldu. Kendisi, zaten sızmış bir halde bulunmakla beraber yaptığım ön konuşmalarla bir daha sızmıştı. Mukaddimelerim çok uzun idi, Aleviliğin esaslı birşey olduğundan bolşevikliğin bile – iştirak-i nokta-yı nazarından - bazı hususları bizim mezhebimizden aldığını, son zamanlarda Bahailik diye bir mezhebin çıktığını, bu mezhebin veya dinin Amerika’da bir çok taraftar bulunduğunu, orada erkek kadın bir arada ayin yaptıktan sonra cinsel zevke daldıklarını ve nihayet demin kendisinin Aleviliği açığa çıkarmaktan bahsettiğini, halbuki erkan denilen cinsi münasebet meselesini çevremizin hazmedemiyeceğini ve bu konudaki fikirlerini bildirmesini söyledim.
Yemekten evvel kendisiyle Bahailikten, bolşeviklikten bahsetmiştik. Bu meselelere karşı yabancı olmayışından evvelce kendi aralarında bunların görüşüldüğü anlaşılıyordu. Ben de böyle konuşmalarla emrivaki halinde cevap almayı, cinsi münasebet olayı bilinen birşey imiş de şimdi onun bu konudaki görüşlerini söylemesini istiyor göründüm.
Bu soru karşısında arkadaşımın sızmış hali değişti ve gözleri parladı. “Hayır”, dedi, “Alevilikte katiyen öyle birşey yoktur. Esasen Aleviliğin sır olarak saklanması bu gibi söylentilerin çıkmasına sebep olduğu için onu açığa vurmak istiyoruz.”
Cevap verdim. Ben Tekfurdağ taraflarında Alevi ayinlerinde bulundum. Birisinde bu usulün olduğunu bizzat gördüm. İşte bu noktanın açıklanması hususunda konuşmak istediğimi ekledim.
-Hayır olamaz, bu mümkün değil dedi. Sizin gördükleriniz ihtimal Alevi değil ve ihtimal bunlar büsbütün kötü insanlardır. Ben birçok Alevi ayinlerinde bulundum, böyle birşey asla olmamıştır ve olamaz.
Arkadaşım bu konuda o kadar kendinden emin konuşuyordu ki daha önce bahsettiğim yol arkadaşlarımdan sorup olumsuz cevap almamla beraber yine de tereddütlü olduğum bu konudaki fikrimi tamamen değiştirebildi. Bu konuda bir saat süren sohbetimizde değişik yollardan hareket ettim. Aslında beni kendilerinden bildiği için, böyle birşey olduğu takdirde kendisinden bir açıklama yapması beklenirdi. Bu tartışmada bile benden şüphe etmeyecek kadar bana inanmıştı. Asla o taraftan gelmedi ve Aleviliğin bu gibi pisliklerden uzak olduğu hususunda ısrar etti.
Görülüyor ki, buralardan elde ettiğimiz bilgiler, herhalde mum söndü usulünün Alevilerde bulunduğu söylentisinin çok kötü bir iftira olduğu sonucu etrafında toplanıyor. Tarihten aldığımız bilgiyi, Batınilerin diğer kollarında bulunduğunu bildiğimiz olayları bunlara mal etmişiz. Bunlar halk arasında çıkan asılsız söylentilere temel oluşturmuştur.
Herhalde bu usul Anadolu Alevilerinin ayinlerine bazı yenilikçiler tarafından sokulmak istenmiştir. çünkü bazı yerlerde erkan denilen ve Kırklar semaından sonra başlayan ayin bir erkekle bir kadının meydan postu üzerinde sarmaşarak yatması ve dede tarafından değnekten geçirilmesi veya pençelenmesi şeklinde devam eder. Bu “muteva kabl-i inni temuteva” sırrına ermek ve mevcut günahlardan temizlemek ameliyesi imiş. Posta yatırılan erkek-kadın, sahip ile musahibin zevcesi veya musahip ile sahibin zevcesidir. Yalnız Tahtacılarda, benim edindiğim izlenime göre, bir erkeğin herhangi bir kadın ile beraber posta yatırılması durumu vardır. Çünkü onların ocaklı dedelerinden birisi benim Alevi dedesi olduğuma inandıktan sonra benden hiçbir sırrı gizlemeyeceğine dair verdiği sözü tutmak ve bana bunu hissettirmek için ayinde icra edilen erkanı benim sormama fırsat vermeden kendisi anlatmaya başlamıştı ve ileride görüleceği gibi bütün ayin erkanını birer birer anlattı. Ve nihayet “işte erkan başlar” dedi. Bende “Yani bir erkekle bir kadının posta yatırılması” dedim. Evet, dedi. Söz aramızda mutlak olarak geçti. Bittabi bilir gibi görünmek için tasrih ettirmeğe hacet kalmadı.
İşte bu nedenle, bilinen usulün Anadolu Alevileri arasına sokulmak istenip de tamamıyla başarılı olmadığı veya başlangıçta bir müddet sokulup ta yalnızca istihalelere katılarak şimdiki değnekten geçme veya pençeleme şekline girmiş olduğu fikrini veriyor.
Alevilerin ayin esnasında erkandan geçmesi veya dünyadan geçmesi günahlarından silkinip yeniden doğması merasimini ifade eden bu meydan postuna sarmaşıp yatma ameliyesi harice “mum söndürme” usulü mahiyetinde akis etmiştir. Bana göre özünü sarihi münebbiden alan bu şayia, işte Alevilerce pek gizli tutulan ve çeşitli şüphelerin doğmasına sebep olacak bu mesele ile teyit edilecek bir durum olmuştur.
Gerçekten de Aleviler, usul-ü erkân dedikleri bu merasimi o kadar mükemmel bir şekilde sır olarak saklayabilmişlerdir ki, yukarıda belirttiğim sebeplerin bu bağları gevşettiği son günlere kadar, Alevi olmayan hiç kimse bu sırrı öğrenememiştir. Bilinen söylentinin yanlış anlaşmalara yol açmasının sebebi de budur. Bir çok yerlerde, şehirlerde benim Alevilikle ilgilendiğimi öğrenenler, filan kişi Aleviliği çok iyi bilir, o içlerine girmiştir, diye bazı kimseleri tavsiye ettiler ve bunlarla görüştüm.
Bunlar bizzat ayine girdiklerini ve mum söndürme usulünün var olduğunu gözleriyle gördüklerini söyledikleri halde kendilerine ayin içindeki bazı erkanı ve merasimi sorunca, hepsi bu anlattıkları şeyleri görenlerden işittiklerini söylemek mecburiyetinde kaldılar ve bence bu sözlerin şayia ve daha doğrusu iftiradan başka birşey olmadığı ortaya çıkmıştır.
Bununla beraber şurasını söyleyeyim ki Alevilikte erkanın bu şekilde oluşu, ister iştirakin evvelce girmiş ve sonra çıkmış olduğunu kabul ediniz, ister teşebbüs halinde kalarak Anadolu Alevilerine girmemiş olduğunu tercih ediniz, fakat herhalde bunun için zemin hazırlamak istenildiği ve bazı şeylerin alınarak bir dereceye kadar böyle bir ruh halinin oluşturulduğu bugün vaka halinde görülmektedir.
Seyahatimin ikinci ve üçüncü bölümlerinde topladığım bilgiler içinde bu noktayı açıklayacak olan konuşmaları, sırasından ayırarak tek bu meseleyi mütalaa etmek için buraya alıyorum;
Abdalların bir köyünde, ileride olaylarını ve sohbetimizi okurken çok dikkatli bir adam olduğunu anlayacağınız ve Abdalların başkanı sayılan, “Veli Efendi” isminde bir adam vardı. Bu adamı elde etmek ve hakkımda istediğim görüşü kendisinde uyandırmak için bir çok tertibat almıştım. Bunlara rağmen Veli Efendi bir türlü bana güvenmiyor ve fırsat buldukça dedelerin, tarikatların aleyhinde küfürler savuruyordu. “Canım” diyordu. Bu dedeler gelir, karılarımıza şöyle eder, kızlarımızı böyle eder, paramızı alır, bizi esir gibi, eşek gibi kullanırlar. Bu zamanda da (yani cumhuriyet devrinde de) bunlara hala inanacak mıyız? Bu sözleri yine küfürler takip ederdi. İkinci bir Abdal köyü Ebuhas köyü’ne gitmek istediğim zaman Veli Efendi yine yanımda ayrılmıyordu, aziz bir misafiri nasıl yalnız bırakacaktı. Fakat yolda bir hadise imdada yetişti. Yolda giderken Veli Efendi’nin kardeşinin oğlu müteehhil olduğu halde diğer bir köydeki yakın akrabasından başkasına nikahlı olan bir kızı kaçırmış. Bu iki başlı bir cinayetti. Kız, herşeyin olup bittiğini söylüyordu. Bu konuda tedbirler alındıktan sonra yolumuza devam etmiştik.
Şimdi Veli Efendi tamamen muhakemesini kaybetmişti. Artık erkandan, Sema oyunundan bahsediyor ve gideceğimiz köye varınca benim bir Alevi dedesi olduğum hakkında bir güven uyandıracağına söz veriyordu. Hakikaten köyde bizi ocaklı evine götürdü ve kendilerine işaret etti. Derhal dede olduğumuzu anladılar ve bize kurban kesildi. Bir taraftan da aralarında çok nefes bildiğinden dolayı aşık kabul edilen Ali Çavuş’u çağırdılar, bağlama ve keman da geldi, nefesler söylendi ve üç kişi semaa kalktılar. Semaa oyunu oynadılar. Kadınlar ateşli bir faaliyetle yufka açtılar. Bana bizdeki kırklar semaını sordular, ben de İstanbul tekkelerinde gördüğüm oyunların birisini taklit ederek “bizde işte böyledir” diye bir sema tarif ettim. Derken Ali Çavuş karşıdan atıldı, “Hay Allah razı olsun beyefendi” tıpkı böyle. “Ben” dedi İstanbul’da ayinlere girdim, orada tıpkı sema böyle yaparlar. Benim Aleviliğim tamamen doğrulanmıştı. O gece Ali Çavuş, bağlaması ve bir kemancı ile beraber benim gideceğim köye geldi. Bütün bir geceyi onunla birlikte geçirdik. Sohbet sırasında Veli Efendinin dedeler hakkında söylediği sözü sordum ve tasdik etti. Fakat bunun “mum söndürme” usulünden çok, eğer mahalli değil ise, dedelerin özel şekilde hareketi veya bir ikisinin oluşturduğu nefretin bir ifadesi gibi olduğunu da belirtmeyelim.
Çünkü Abdallarda ahlak anlayışının öteden beri pek geniş bir sınıra sahip olduğu hakkında söylentiler vardır. Yukarıda söylediğim tesadüfi olay da bu anlayışın bir delili olarak kabul edilebilir. Benim gördüğüm diğer Alevi köylerinde ise, ahlak anlayışının belirli bir rengi var. İştirak hadisesini dini bir ayin mahiyetinde bir fariza-yı diniye gibi ifa etmek dahi her halde ahlak telakkisinde değişikliği ve gevşekliği icap ettirir. Ayin dışında kıskanç olarak bilinen erkek ve kadının dini farzını yaparken bu özelliğinin geçici olarak değişmesi, kolay kolay açıklanacak birşey gibi görünmüyor.
Bununla beraber Eskişehir’e bağlı, Afyon’a yakın Büyükyayla isminde eski Bulgar göçmenlerinin bulunduğu köyde öğrendiğim ikinci olay, iştirak meselesinin başlangıcı veya ondan doğan geniş ahlak anlayışının ortaya çıkışı olarak kabul edilebilir.
Bu köyde bulunduğum gün ve gecesi bunlarla kaba bir iffet ve aile hayatında azami kıskançlık hisleri bulunduğu intihabını almıştım. Buradan ayrıldığım zaman bana verilen bir ihtiyar yol arkadaşı, yolda, kimsesiz dolambaçlardan geçerken etrafımızı saran çam ağaçlarından bile gizli tuttuğunu gösteren tavrı kısık sesiyle ayinin zevkini anlatıyordu. Bulgaristan’daki dedeleri senelerden beri gelmemiş ve ayine o zamandan beri hasret çekiyorlarmış. Bütün bu hasretin verdiği hararetle ve sohbetlerimizin etkisiyle ihtiyar içinden coşuyordu.
Köydeki sohbetimiz sırasında bir “görünme mörünme” kelimesi geçmiş ve bu terim beni bir çok zanlara sevk etmişti. Şimdi yol arkadaşımdan bunu öğrenmek istiyordum. Meğer görünme niyaz demekmiş, niyaz ise namaz demektir. Anlattığına göre niyaz, dedenin huzuruna giderek dedenin yüzünü, sağını solunu (omuzlarını olacak) ve sonra dizlerini, belinin iki tarafını öpmek ve sonra “aşağıya varmak” imiş. Bu esnada dede, tülbendi çekermiş. Saki mutlak kadından olurmuş ve bu kadın evli olmakla beraber genç ve güzel olanlardan seçilirmiş. Bu güzeller nöbetleşirmişler. Sakiler dem sunarken niyaz ederler ve doluyu sırasıyla erenlere verirken niyazı herbirine yaparlarmış.
Niyaz hakkında anlattığı şekilden istifade ederek söze karıştım. “Bizde”, dedim, “saki dolu verirken erenlere niyaz eder. Fakat bu bizde o kadar samimi olur ki kadının saçları erenlerin yüzüne ve yüzünün sıcaklığı erenlerin yanağına akseder”. İhtiyar hararetli bir sesle “bizde de öyle. ” dedi. Peki doluyu verirken sizde sakinin eli öpülmez mi? dedim. Öpülür dedi ve başını bana doğru kaldırarak dudaklarını örten bıyıklarını eli ile bir silip sıyırdı ve farkında olmayarak öpüşü tarif eder gibi dudaklarını büzüştürmüş olduğu halde ekledi. Hatta ağız ağıza öpülür. Fakat yüreğini bozmayacaksın! Yüreğini bozdun mu sofuluk bitti, o çok fenadır yol incedir ha, yüreğini pek tutacaksın.
Bu ihtiyar yol arkadaşı ile sanki ruhlarımızı konuşturmuşuz gibi yürekten gelen samimi ve mahrem sırları ifadeye has kısık seslerle konuşarak bir Çerkes köyüne geldik. Köylüler bize hürmet ederler ve tuhaf tuhaf endişeler ve vaziyetler gösterirlerdi. Fakat benim zihnimi, dedenin tülbendi nasıl çektiğini ve aşağıya nasıl varıldığını anlamak endişesi meşgul ediyordu. Bizim ihtiyar da arasıra bana göz kırpar, ham ruhlar, soğuk insanlar, işareti vererek alaylar ederdi. Dışarıya çıktım, ihtiyara iki üç paket tütün aldım, bunu zavallı yolda benden istemişti ve bakkala tembih ettim. Ben dedim size kim olduğumu anlatacağım, hiç merak etmeyin! Fakat şimdi beni bu ihtiyarla odaya yalnız bırakınız. Haber vermeyince içeri kimse girmesin, dedim. Çerkesler bunu uyguladılar. Ben ihtiyara paketleri verdim. “Canım” dedim, “şu sizin bu niyazla bizim niyaz arasında fark var galiba. Gel bakalım sen dedeye niyaz eder gibi bana bir niyaz et, bende sana bizim niyazı anlatayım.”
İhtiyar kalktı ve yavaşça karşıma geldi sağ, sol omuzlarımı, dizlerimi, fakat kalçalara doğru öptü ve iki dizi arasına secde etti. Peki dede tülbendi nasıl açar dedim. Onun duasını dede bilir dedi ve anladım ki meğer tülbent dediği gülbank imiş ve aşağıya varır dediği de secde imiş.
Bu sohbetten şunu anlıyoruz ki Alevilerde sakiler kadınların güzellerinden oluyor ve bunlar kocalarının ve kardeşlerinin hazır bulunduğu bir dernekte yabancı ile öpüşüyor. Ve bu keyif dini mahiyette olduğu için erkeklerde ve kadınlarda kıskançlık hislerini asla tahrik etmiyor. Köyün dış görünüşünde ve etrafından aldığımız malumatta bu köy halkının ahlak anlayışı müsfir ve taassup addedilecek mahiyette iken kendilerine telkin edilen dini ruh bu “Batıni iştiraki” başlangıcını, hissettirmeyerek hazmettirmiştir.
İşte gerek Veli Efendinin dedeler hakkındaki ithamları ve sakilerin lütufkâr hoş görüleri iştirak olayının bir zaman bunların aralarında sokulmak istenilmesinin çalışılmış olduğunu gösteren olaylardır. Şu kadar ki, ameliye, Anadolu’ya tamamen girmemiş veya girmiş ise tutunamayarak bugün hatırlanmayan zamanlardan beri terk edilmiştir.
Aleviliğin birkaç derecesinin bulunduğu, iştirakin en son paye kabul edildiği ve bunun havas arasında yaşadığı veya yaşayabileceği fikirler, köy Aleviliği, Tahtacı Aleviliği ve benzerleri hakkında asla varit olmamıştır. Çünkü bunlarda sınıf ve derede farkı asla görülmemiş olmakla beraber ocaklarının dahi köylülerden farkları olmadığı anlaşılmıştır. Aralarında seçkin kabul edilecek veya havas denilmeye layık görülecek bir zümre (çelebi ocağı belki istisna edebilir) bulunmadığı için bu fikirler varit değildir.
Seyahatimin bu kısmında mesaimi Alevilerin özel olarak ayinlerini ve ayine katılmak için yapılan merasimi anlatmağa ve özellikle bilinen usulün var olup olmadığını öğrenmeğe ayırdığım için bu bahsi uzattım ve arzumun hilafına olarak buradaki gözlemlerimin bende husule getirdiği düşünceleri yazmak ve Aleviliğin en çok merakla araştırılan tarafı burası olduğu için bu konudaki mütalaalarımı i söylemek mecburiyetinde kaldım.
Bu bölgede gittiğim bazı köylerde, konuşma konusunu bu noktalara çekemeyince adetleri mevzu bahis ediyorduk. Fakat genellikle bu konular köylülerle toplu bulunduğumuz zamanlarda olur ve bu sebeple adetleri, Alevilik noktasında değil, Türkmen veya Yörük adetleri şeklinde görüşürdük.
Bu hususta lehçe ve giyim şekilleri de dahil olmak üzere adetlere ait aldığım notların Alevilikten ziyade o bölgede oturmakta bulunan Türkmenlere ait olduğunu anladım. Bu makalede ise Alevilik mevzuu dışında olan bu konuları yazmayı gerekli görmüyorum.
*********
Seyahatimin bu bölümünde, buralardaki Alevilerde yaşayan itikatları da öğrenmek için elime geçen fırsatı kaçırmadım. Ancak bunların, hatta bütün gördüğüm yerlerdeki Alevilerin itikatları şunlardır diye esaslı bir takım hatlar çizilemez. Bu durumda herhangi bir nefeste, inanca bağlı birkaç beyti hatırlayan bir Alevi o nefesten aldığı fikirlere, göre itikadını açıkladığı halde bir saat sonra o nefese tamamen zıt diğer bir nefesten esinlenmiş olarak büsbütün aykırı bir inanç beyan eder. Bir an için Hazreti Peygamberin hatemül enbiya olduğunu ve Hazreti Ali’nin hatem-i evliya olduğunu söyler ama biraz sonra Cebrail’in peygamberliği yanlışlıkla Muhammet’e getirdiğini, asıl hak sahibinin Ali olduğunu ileri sürer. Bu kadarla da yetinmeyerek bir müddet sonra Hz. Ali’yi uluhileştirdiğini görürsünüz!
Yukarıda vermiş olduğum bir nefes ile miraç hikayesi bunun ispatıdır. Bir çok yerlerde Ali den ayrı olarak Muhammet isminde bir kişinin olduğu dahi bilinmez. Genellikle “Muhammet Ali” derler. Fakat bu iki ismin tek bir isim olduğunu düşünürler.
Bütün Aleviler on iki imamın isimlerini ve bazılarının bir dereceye kadar menkıbelerini efsanevi bir şekilde bilir.
Mezhepleri Caferi mezhebidir. Fakat yalnız bu kadar... Cafer ve mezhep hakkında bütün fikir ve amelleri yalnız “İmam-ı Cafer ve Caferi mezhebi” kelimelerinin kullanılmasından ibarettir.
Caferi mezhebi nedir? Nelere ihtiva eder? Bu mezhebin başlıca inançları nelerdir? İmam-ı Caferi hangi tarihte yaşamıştır? Neler yapmıştır? Bunların içinde tek bilgili kişi olan Kargın Dedesi de bunları bilmez.
Bir yerde Caferi mezhebine göre gusül olmadığını söylediler. Fakat bir yerde ayine girerken gusül abdesti alındığından bahsederler.
Kargın Dedesi, ayine girerken müride yalnız abdest aldırıldığını ve abdestin yüz, el, baş, ayak, uzuvlarını yıkamak şeklinde olduğunu söyledi. Ayağa meshedildiğini kabul etmedi. Elin dirseklere kadar yıkanıp yıkanmadığını sorduğum zaman sözü değiştirdi. Ayine girerken herkesin yeni elbise giydiğini ve elbisenin beyazlardan ibaret olduğunu anlatmaya başladı. Kadınların ayin için en güzel elbiselerini giymeleri gerektiğini ekledi.
Kargın Dedesi emelde mezheplerinin İmam-ı Azam Ebu Hanife mezhebi olduğunu söylemişti. Zannederim bu muhataba karşı tedbirli davranmaktan çok, Caferi mezhebinin aynı zamanda emelde mezhep olduğunu bilmemesindendi. Bununla birlikte diğer köylerde “Hanefi” kelimesini ömründe bir kez olsun duymuş olanlar bile görülememiştir.
Görüştüğüm Alevilerde, ahrete ait meseleler hakkında hiçbir fikre rastlamadım onların cenneti de cehennemi de dünya. . .
Tenasühe hakkında bazı nefesler var, fakat bu konuda hiçbiri bir şey bilmez. Uluhiyetin Ali’de zuhuru, başka bir deyişle Allah’ın Ali şekline girmesi, hakkındaki fikirlerden de bir şey anlamazlar. Yalnız bunları söylerler ve nefeslerde okurlar. Hepsi bu.
Bunlarda harflerden, rakamlardan anlam çıkarmak, işaretlerden yararlanmak, eğilimi de vardır. Anlaşılıyor ki Batıniliğin bir çok özelliği buralara girmiş. Fakat bütün bunları nefeslerinden, efsane ve hikayelerinden çıkarmak gerekir.
Kargından sonra gittiğim köylerde silsilenameler, dergiler elde etmeye çalışmıştım. Bu sebeple bana birtakım kitaplar getirdiler ki bunlar, çoğunluğu yazma olmak üzere başı sonu olmayan yazılardan başka birşey değildi. Alevilerin bugünkü inançlarının bu kitaplardan alınmış olduğunu tahmin etmek güç olmadı, çünkü bana anlattıkları olayların bir çoğunu kitaplarda buldum. Köylüler bu tür şeylere pek değer verirlerdi. Yalnız daha sonra bu kitapları tesbit etmek mümkün olur ümidiyle bunlardan bir iki sahife not almıştım. Sonuçta bunlardan birinin “Faziletname-i Şah-ı Velayet” ismindeki kitap olduğunu, bu eserin İstanbul’da basılmış olduğunu öğrendim. Bir nüshasını elde ettim. Bunda Alevilik hakkında çok dikkat çekici menkıbeler var.
İkincisinin de “Hutbetül Beyan”nın Türkçe açıklaması olduğunu öğrendim ki bu eserin bir yazma nüshasını bana diğer bazı eserlerle beraber Abdallar köyünden Veli Efendi vermişti. Veli Efendi, ile anlaştıktan sonra kendisi köydeki bütün kitapları bana getirmiş ve “istediklerini al” demişti. Bunların içinde yazma “Türabi Divanı” ile yazma “Hutbetül Beyan” açıklaması dikkat çekicidir. Orada matbu olarak “Kameri” kitabını da görmüş ve İstanbul da bulurum düşüncesiyle almamıştım. Maalesef burada pek eski bir nüshayı geçici olarak bulabildim.
Elimdeki Hutbetül Beyan şerhi 218 sayfadır, 20x29 büyüklüğündedir. Bunu yırtık pırtık bir halde gördüğüm zaman, baştarafı ile son tarafı olduklarını tahmin ettiğim sahifelerini yazmış idim. Çok dikkat çekici olan bu sahifeler, kitabı belirlemeye yardım ettiği kadar, Alevi inançlarını da gösterdiği için buraya aynen alıyorum.
“İma beday-ı Talep” : Tahkik eker dilersin, tahkik ki kimdir ol şah-ı evliya ol vasi-i Mustafa ol veli-yi mücteba, envar-ı esfiya ol muhter-i etkiya ol mesnet-i ulema ol seyyid-i saliha ol mufahhir-i fukara ol eşref-i şerifa onun fazileti beyaniçün kelbderür enma ve ayete kul kefa yani imam Aliyyel Mürteza Kerimullah-ı Veciha eğer lutf edip dimse kendinin faziletinden kim der beğim ne beliydi onun mahiyetinden.
Aliyi bir kişi bildi cihanda
Meğer ol kişi kim Peygamber idi
Nebiden sonra mahlukat içinde kamu
Sevalar içinde öz server idi.
Ne bahr idi onun gönlü acep kim
Sözünün her biri bir güher idi.
Şeyleküm (şöyleki) kendünün faziletinden beyan kılub hutbetül beyanıon evvelinde gün gibi ruşan u ayan kılub buyurmuştur ki. İnnellezine indi müftahül gayb la yalemüha bad-ı Muhammet gayri ve enna bekel şeyy-i alim.
Kitabın son sahifesi: (bazı imla hatalarını düzelterek yazıyorum)
Yine bu kâ münasip Salman-i Farisi den razi rivayet olunur kim bu ayetin sebeb-i nüzulü kim “Enma ve leykümüllah” idir. İmam kendi evinde ibadet ile meşguldü nagah sail kapudan “Şeyyenallah” didi. Şah-ı Vilayet rukua varmışdı. Gördü kim kılınca (yani namazı ikmal ederse) sail geçer, fırsat-ı kuvvet olur. Parmağında yüzüğün saile işaret itti, yani sundu. Sail işaret fehm edüp yüzüğü aldı. Henüz dahi Mürteza Ali namazdan fariğ olmadın galgla alem-i melekuta düştü. Cebrail e m Resul-ü haziret kanına geldi. Resul-ü haziretine e m bu ayeti götürdü ki (Ünnema ve likümüllah) dır. Salman-ı Farisi Razı Mürteza Ali’nin meddahilahidir, dirdi. Bu ecelden Ebu Zar Gaffari’nin sözüne şahit düştü. Hasutlar mülezzem oldular. Zira Mürteza Ali’nin “la havle ve la kuvvete illa billahi” dediği, ihtiraz ettiğidir. Birkaç kez kişinin ..........? yani Benan-ı Bin Seman ve Nasır-ı Tusi’nin “Kim bunlar Ali’ye Hüda’dır” didiler. Mürteza Ali Kerimullah-ı Veciha bunları katletti. Giru dua etti. Giru diri oldular ve eğer keramet ve eğer şecaat ve eğer ferasettir ve ğer nusrettir ve eğer kuvvettir cemiyeke Allah’tan bilir heman Kabil’de belittir yev hesa bin bir abd-i zaifim hüvvel kuvvetüllahundur”didi. Pes İmam Ali Kerimullah-ı Veciha Abdullah Vahu Resulullah ve la hüvvel vela kuvvete illa billahi dimekle sözü hatim etti.
Ben buraya kadar yazdım. Fakat daha sonra bulduğum tam nüshada bu sözlerin devamı şöyledir;
Zira Ebu diyetine ikrar etti ve cem’i efal hüvvel ve kuvvetüllahe mahsustur, didi. Nasır ve Benan Bin Seman dedi ki zail evvela ta ehli imam nice itikad itmek gerektir, yine ve ehli şerik ne vecihle gümrah oldu anlana ve bunların ol vakit malum olurki nübüğvvet velayet kişiye temam olana pes seralevhiyet mevhum oluna kabli mukabil makbul ve alim ilm-i malum oluna serren ve cehren temam mahtum oluna pes kişi ol vakit Mürteza Ali’nin sözüne tasdik edüp Sıddıkına ve Selmana hezaranı dir hezaran selam zema bir Muhammet Aliyüsselam hatme-i katabı şerh hutbetül beyan ve ali ümran-ı aliye elifüsselam ve ali Muhammet ve ala ve sahbiha ve zeryate ve itrate ecmain. Yarabbül alemin.
Yadkâr Hüseyin el fakir’ul hafir bu kitabı tahrir eden an evladı Hasan Dede Veli Kuddisi sırrel azizi sırri Abdulhakir Mustafatemet tarihi sene salis ve seb’ete aşirete ve mailte ve elif-i temetelkitabe be’venallahül meleke el vahab fi yeddü abdül zaifül muhtaç illa rabbel gani settarül levhac ene abdül veli bin aliyel muhtaç ali sene –i resul –i seyyid sertaç nur-ı ilalahiril münhaç ali şeriatül tarikate el hakikül hac darı dünya haştır ema akıbet-i mevti haştır ema şiddeti nar olmasa nemetülkitab bu avnillahül melike vahib.
Alevilerde gördüğüm kitaplar hakkında daha sonra bazı tahliller yapacağım. Burada bu kitaplardan bunların inançları hakkında bilgi toplamanın mümkün olduğunu göstermek istedim. Bununla birlikte seyahatim ve bu makale, kitaplarda anlatılan Alevilikten çok bugün yaşayan Aleviliği göstermek amacını gütmektedir. Genellikle kitaplarda olanlarla, yaşayan şeyler birbirinden farklı olurlar. Bundan dolayı kitapları tam olarak tahlil etmeye imkan yoktur.
İleride görüleceği gibi Alevilerde Salman-ı Farisi hakkında pek çok hikaye vardır. Ayrıca dillerinde Hz. Ali’nin hizmetçisi olan Kanber dolaşır. Bu iki kişiden sonra tanıdıkları Seyyid Battal Gazi, Hacı Bektaş’tır.
Alevi köylerinin hiçbirinde minare ve cami yoktur. Yalnız dedelerin evlerinde misafirhaneler ve ayine mahsus salon bulunur. Dedeler, bir köyden diğer bir köye (ayin zamanlarında) geceleyin ve genellikle yüz örtüsü ile giderler. Dede ocaklarının Aleviler arasında şerif oldukları üzerine bir inançları da vardır. Hatta ocaklı bir kız, ocaklı olmayan bir Aleviyle evlendirilemez. Ama bir dede oğlu herhalde diğer bir ocaklıdan kız alabilir. Müritlerinden kız almağa tenezzül etmez.
Köylerinde bazen imam ve hatip vardır. Fakat bu isimler yalnız askerlik için işe yararmış, yoksa iş yapmak için değil.
Aralarında “Nad-ı Ali” yi bilmeyen yoktur. Bunun hakkında bir de menkıbeleri var. Uhut’ta Hz. Peygamber yaralandığı zaman yere kan damlamasın diye hemen Cebrail gelmiş, kanadını tutmuş ve ya Muhammet “Nad Aliyyen”=“Ali’yi çağır” duasını okutmuş. Muhammet bu duayı okuyunca derhal Ali yardımına gelmiş, Zülfikarı çekmiş, bütün müşrikleri kılıçtan geçirmiş ve Muhammet ile beraber bütün müslümanları kurtarmıştır. Nad-ı Ali şudur: “Nad-ı Aliyyen mazharül acaip tecde avnen leke fil nuvaib innallahe küllü hem ve tam seyeneceli bazımeteke yallah ve bunur nebeveteke ya Muhammet ve bunur velayeteke ya Ali ederkeni ve aliyeke mahuli.
Bazı yerlerde “Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali” sesleri üçer defa tekrarlanır. Tahtacılarda ise bu dua bir sahife kadar uzundur, Ali’den sonra bütün imamların isimleri okunur.
Buralarda iken bir gün etrafa yağmur yağıyor ve Emirler köyü yakınlarına yağmıyordu. Meğer o sıralarda bu köylüler yağmur istemiyorlarmış. “Bu herif bizi koruyor” dediler. Bunlarda bunun gibi birçok hususiyetler vardır. Mesela birşeyin kendilerinde bulunmadığını ifade etmek için “yok demezler, hak vere” derler.
Bazı isimleri telaffuz etmek istemez ve Bekir, Ömer, Osman, Zebir isimlerine düşmandırlar. Çoğunun ismi Ali Rıza, Hasan, Hüseyin’dir. Buralarda bir yerde Cafer bir yerde de Kanber isimlerine rastladım.
Genellikle Alevilerde yatırlara, erenlere çok önem verilir. Öyle ki bazı meçhul mezarlar bile ziyaretgah (türbe) kabul edilir. Tepelerin arasında muhakkak bir yatır bulunur. Çoğunlukla yatırların ziyaret mevsimi vardır. Her yatırın kendine has gücünün olduğu ve belli hastalıklara şifa vermek özelliğinin olduğuna inanılır. Evliyalar hakkında ki gözlemler diğer yerlerde gördüklerim ile beraber ayrıca yazılacaktır.
Bu köylerde gördüğüm hallerden biri de Alevilerin, ufak münasebetler ile büyük kabul ettikleri adamları kendilerine mal etmek istemeleridir. Gerçi her insan, münasebet gördükçe büyük saydığı adamları kendine mal etmek ister, ama Alevilerde bu his çok güçlü ve yaygındır. Eski Batini tarihlerinde ve gizli tarikat kuranların propagandalarında bu hal anlaşılabilir bir durumda olsa da, bu kendi kendini inandırmak için değil, avlamak istedikleri kişileri, elde etmek için bir araç olarak kullanılırdı. Alevilerde ise durum, bilakis kendilerini anlatan ve aldatmak isteyenlere kolaylıkla inandıran bir irade hastalığı arazını göstermektedir.
Bunların arasında sırdaşlığın ve bir dedeye bağlı olma kardeşliğinin doğurduğu derin bir samimiyet ve mümkün olan anlamıyla dayanışma daima kendini göstermektedir. Birbiri ile dost ve sırdaştırlar. Küçükler, büyüklere derece derece hürmet ederler. Birbirlerini sık sık ziyaret ederler ve ab-ı Kevser ayinini yaparlar, bunlara kendi aralarında sohbet ve muhabbet adını verirler ki bu sohbetlerde kafalar tütsülendiği zaman bağlama ile nefesler söylenir ve bazen de karşılıklı Sema oynanır. (bu sema ayin içinde yapılan üç tür semanın ikincisidir.) Bayramları, düğünleri, eğlenceli zamanları hep böyle geçer.
Herşeyi hoşgörürler, olur olmaz şeylere kızmazlar. Yalnız imamlara ve erenlere karşı söylenen sözlere tahammül edemezler. Yetmişiki mezhepten olan insanlar, bize göre eşittir; derler. Fakat Sünniler hakkında bu eşitliği adaletle uygulamazlar. Çünkü Sünnileri Ebubekir, Ömer, Muaviye taraftarı olmakla suçlar ve bu yüzden onlara kendilerinin mukadderatına fiilen tecavüz etmiş gözüyle bakarlar. Hiç kimseyi sukup saymayız, derler, ama ashabın ileri gelenleri hakkında bu esasları uygulayamazlar. Yezitlik büsbütün başka birşey ve başlıca bir tarikat olduğu halde Alevi olmayan müslümanları genellikle yezidi olarak görürler.
Yezidlerle alışveriş etmezler, kız alıp vermezler, konuşmak ta istemezler, mecbur kalınca tiksinerek görüşürler. Yezidlerin evinde misafir kalmalarına imkan yoktur. Onların yemeklerini yemek istemezler. Bu hareketleri ile sunnilerin daha şiddetli uygulanan aksülamellerini çekmişlerse de bu adetler son zamanlarda çok gevşemiş, silinmeye yüz tutmuştur. Biz bunların izlerini gördüğümüz için buraya aldık.
Bunların düğün, nikah, gelin, doğum, ölüm ve cenaze törenleri, bayramları ve kurbanları Tahtacıların bu husustaki tören ve adetleri derecesinde dikkate değer değildir. Bu sebeple bu hususları Tahtacılar hakkında topladığımız bilgilerde de daha iyi anlayabileceğiz.
Bunlar arasında bulabildiğim üstüne esatire ve efsane niteliğindeki bilgileri, daha sonra geniş bir şekilde Bayatlarla Abdallar arasında bulduğum için, bu konudaki bilgiler seyahatimin ikinci safhasına tahsis ettiğim bölümde yazılacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.